POLİTİKA!

POLİTİKA!

“Politika, sürüleri gütme, sınıflar arasında bir denge kurma sanatıdır. Valery’nin tabiriyle insanı en çok ilgilendiren konulardan uzaklaştırma sanatıdır.” diyor Cemil Meriç. Bugün daha çok insanı en çok ilgilendiren konulardan uzaklaştırma sanatı; geleceğinden, yarınından. İnsanımız geleceğini yitirdiğini anlamadan politik sanatçıların fırça darbelerine maruz kalıyor. Toplum bir tuval gibi boyanıyor, bulanık bir resim. Yüzler ve olaylar belirsiz!

Şeker fabrikalarını anlayamadan, bir fırça darbesi ile görüntü bulanıklaşıyor. Ortaya atılıyor cengâverler, “şeker fabrikaları zarar ediyor” diye. “Bir bakalım zarar ediyor mu?” diyemeden resim bulanıklaşıyor. Bu meselenin hesabı görülmeden 15. asır konusu gibi kalıyor, bırakalım tarihçiler ilgilensin şekerle! Oysa mesele tarihin değil, yarının meselesi. Bugün bu meseleyi tarihe bırakırsak yarın kölelerin kaderi ile yüzleşmek zorunda kalacağız. Politika bizden meseleyi tarihe bırakmamızı istiyor. Tarih dipsiz bir kuyu, ilk taşı atanın hala sesini duymak için kuyunun başında beklediği dipsiz bir kuyu. Bugün vaki, yarının tarihini yaşadığımız hakikat.

Biz bu hakikatin gafilleriyiz. Kaç asırdır yetişen her neslin tarihe dönüp sorduğu sorunun yarın muhataplarıyız; “Mukaddes emaneti ne yaptın?” Mukaddes emanet… Bir şekere dahi sahip çıkamayan bizlerin “Mukaddes Emanet”e sahip çıkması mümkün mü? Tersanelerine, ormanlarına, şehirlerine sahip çıkamayan bizlerin emanet bilinci var mıdır? Yeryüzünün en güzel şehrini Firavun Kuleleri’ne teslim eden bizlerin “Mukaddes emaneti ne yaptın?” sorusuna verecek cevabı olabilir mi? Biz şehirlerimize ayakkabılarını çıkarmadan aldık onları, kirleri ile geldiler, kirlettiler!

Sadece şehirlerimiz kirlenmedi, nehirlerimiz, fikirlerimiz ve dahası. Bizi yarından koparmak için temiz kalmış ne varsa çiğnediler. Son kalanları da efendilerine ayırdılar. Efendileri gelince onlar gidecekti. İstanbul’a bakan sıhhatli bir akıl, “bu şehri işgale mi hazırlıyorsunuz?” diyebilirdi ancak. İşgale, yani efendilerine…

İstanbul’a saplanan hançerin, 16/9’un hesabını sormadan Mecidiköy’den bir acı haber geldi: on işçi ölmüştü. On adam, on insan, on can gitmişti, “On Emir” gibi asmalıydık boyunlarına, “Öldürmeyeceksin!” diyerek; fakat Firavun öldürmeden kuleler inşa edemezdi, göğe çıkmalıydı, hesabı Musa’nın Rabbiyledi. On canın hesabını soramadık, Soma’da verdiğimiz üçyüz bir can gibi. Gündem çok yoğundu, fetö vardı, etö vardı daha neler neler vardı. Sıraya koysak kıyametin arifesine gelirdi, lakin bildirilen kıyamet gibiydi maden ocağı. Sus payı olarak ev verdik, can veremedik 301 cana!

Uzak durmalıydık, duymamalıydık, hatta unutmalıydık. Unuttuk; “’hafıza-ı beşer nisyan ile malüldür.” Ama toplumlar hafızasız kalırsa köle olurlar. Köleleştirildiğinin bile farkında olmadan unuttu zavallı millet. Ne kadar yakın durması gereken mesele varsa uzaklaştırıldı, uzaklaştıkça unuttu, unuttukça köleliğe bir o kadar yaklaştı. Masal henüz bitmiş değil, “bu gördüğün su değil serap” diyenimiz vardır belki! O güzelim vahayı çöle çevirip sürekli serap gösterenler uzaklaştırdı insanı en çok ilgilendiren konulardan.

Son serap bir başka; ölüm uykusu mu ne?
Sekarat anı sanki, bakın şu gelene!

Gelen sanki “ölüm meleği”. Uzaklaştıra uzaklaştıra, sonunda milleti canından uzaklaştıracak bu politika! Bakınız şimdi tarihe, nice akılsız idarecilerin elinde yok olup gitmiş nice topluluk. Yok yok bakmayalım, uzaklaşalım tarihten, uyandıracaksa bizi uykudan! Vurun en atar damarımızdan politikayı, afyonlanmış gibi acıyı dahi hissetmeden ölelim bari!

Suat KÜRŞAT

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: