TEFEKKÜR DEVLETİ

B. Halit KOŞAN

MİM

Allah Resûlü’nün:

-“Ben, üstün ahlâkı tamamlamak için gönderildim!’’ buyruğunu, bizlerin idrak edebilmesi için “bütün güzel duyguların kul plânında “mutlak eksiksizlik” olarak Allah Resûlü’nde hazineleştiğinin delili…” (*) olarak tefsir eden Şehit Kumandanımın, duygu buudunu formülleştirdiği bu terkibî hükmün zarf kutbunu davranışlarımıza, mazruf kutbunu da niyet, duygu, düşünce ve tefekkür dünyamıza nakşederiz inşallah…

Alesta! Alesta! Vira Bismillah.

FİRKETE

Allah’ın ilâhî notaları ve ulvî harfleri ile kuşatıldığımız bu fani dünyada; Tefekkürün hammaddesi olan mânâ ve düşüncenin hammaddesi olan kelimelerin zenginliğini aşan bir saltanat, hür olma şiarından daha büyük bir ideal, bilgi makamından daha yüce bir makam ve itibarı şehadetten üstün olan bir son var mıdır?!

ZARF VE MAZRUF

Düşünce, tefekkür ve murakabemizin sözlü veya yazılı ifadeleri için kullandığımız harf, kelime ve cümlelerin zarf; ifade edilen harf, kelime ve cümlelerdeki mânânın da mazruf olduğu malûm. Tefekkürün biricik hammaddesi olan mânâ, kendisine rahim vazifesi yapan zekânın dünyaya getirdiği çocuklarının tamamı, mâneviyatın hayırseverliği ile merhametli, “Mutlak” ile iltisaklı, ukba ile ilintili, vicdan ile bağlantılıdır. Paradigması ahlâk, rotası dikey olan tefekkür, zarf açısından, metafor, mecaz, dolaylı anlatım ve estetik apoletleri ile topal düşünceden ayrılır.

Mamafih, istikameti belirleyen mazruf yönünden ise pas tutmayan edebi, kırılmayan iradesi, merhametli affı, küflenmez cömertliği ve çürümeyen kahramanlık referansları ile paytak düşünceden ayrı, apayrı bir olgudur. Şafağı kaldıran ve mehtabı uyandıran dinamik perspektifi, Allah Resûlü’nün ahlâkına mutabık tercihleri ve doğal tevazu rütbesiyle de yatay düşünceden ayrı, çok ayrıdır. Uhrevî kazanç kapıları her daim açık olan tefekkür ehlinin, fâni dünyadaki tek açmazı ve biricik çileleri, dile getirdikleri hakikatlerin yaşadıkları çağ itibariyle ulûl elbab (kalp ve zekâ sahipleri) dışındakiler tarafından anlaşılamamasıdır.

İyiler hengâmede

Kötüler servi revan

Hasım olsak da herhalde İrlandalı Butler de benimle aynı şeyleri hissediyordu ki, bu bercesteyi kaleme aldı. Evet, aziz fikrin çoraklaştığı, her hususun buz tuttuğu bu çirkef çağda metafizik olarak başıboş dolaşan ve yaratılanların içinde tuhaf ve yaratılışına aykırı davranan, sadece ve sadece insan olduğu hâlde herkesin vicdanı çok rahat. Herkesin vicdanı rahatsa, bizim gönlümüz niye buruk? Herkesin vicdanı çok rahatsa, kim kırdı kalbini Kumandanım’ın? Vuslat, sizin olsun; hasret, bize miras düştü.

Tek hammaddesi kelimeler olan düşünce, akıl coğrafyasındaki eşyanın gölgesi ve bilim aforizmalarının çakırkeyif iyilikseverliği, faniliğin şamatası, noksanlığın tantanası ve muğlaklığın bulanıklığı ile arzı endam eder. Eşyanın tutsağı ve statükonun esiri olarak, vakaların realitesini kavramakta ve hadiselerin hakikatini anlamak da güçlük çeker. Yapısı gereği muğlak olan düşünceye güvenmekte ve sürdürmekte ısrar eden insan, vaat ile tehdidi, beyaz ile siyahı, hak ile batılı, cennet ile cehennemi, mutlak ile izafiyi karıştırır ve onun tarafından kör edilme riskiyle karşılaşır. Bu nedenledir ki hayatın anlık gerçeği olan aforizmayı ve bilimin ânlık varsayımlarını ezelî ve ebedî zanneden nahoş düşüncenin ürettiği “iyi nedenler”, tefekkürün kötü nedenleridir.

Akıl geometrisini tefekkürün emrine amade kılan maneviyatçıların dışındaki düşünce sahiplerinin tek amacı sadece ve sadece insanı şekillendirmek ve kendi düşüncelerine göre biçimlendirmek üzerinedir. Etik ölçülerin şekillendirdiği düşüncenin sergilediği jest, mimik, tavır ve iyilik fiilleri mânevî olmaktan ziyade haydut politikası gereği veyahut menfaatçi bir nitelik taşır. Doğası gereği asi ve isyankâr olan akıl, her şeyi ama her şeyi geometrisinin kalıbına uygun hâle getirmeye, kelimeleri cisimleştirmeye, kütle formuna dönüştürmeye meyyaldir.

Hani demem o ki, akıl, kendisini biçimlendiren ve düşüncelerini şekillendiren kelimeleri itibarlarına göre cisimleştirir ve etki alanına göre mezra, köy, kasaba, şehir, bölge, eyalet, ülke, kıta bazında veya kıtalararası olarak kategorileştirir. Başaramadığı yerde doğasına rücu eder. Akıl (…). Sadece hudut… (**) olmasına rağmen zekâmıza nispetle aklın esnekliğinden doğan düşünce elastikiyetinin de mucizevi bir yetenek olduğunu söylemeye mecburum. Bu marifeti, biçim algısını değiştirmesi, çerçeveleri ters yüz etmesi, olayları baştan yorumlama ve analiz cinliklerini de beraberinde getirir.

Dil enstrümanlarından olan mânâ mucizesinin bahşettiğine inandığım bu olağanüstü yeteneğine rağmen akıl ve mahsulü olan düşünce, metafizik zekâ ve tasavvuf ile, yani maneviyatın herhangi bir branşı ile izdivaç etmediği takdirde katılaşarak cisimleşir ve cisimleşen düşünce bilinçdışı kalır. Herhangi bir öğeyi veya kelimeyi cisimleştiren akıl, cisimleştirdiği öğelerin iç geometrik yapısını ve kelimelerin mânâsını gözden kaçırır.

Metafizik ile, tasavvuf ile, yani maneviyat ile bağlantısı olmayan akıl, kılı kırk yarsa da duygulara boyutsuz nokta, kelimelere vasıfsız kütle muamelesi yapar. Bize nispetle düşünce hususunda fersah fersah ilerdeki Batı yakası, fikirde aç, murakabede ise cıbıldır. Doğu yakasını (Kuzey direniyor) kendisine benzeten Batı düşünce tarzının ana hatlarının tutarsız, omurgasının köksüz, gölgesinin defolu olmasını sağlayan fikrî açlığı ve murakabe çıplaklığı, kuduz saldırganlığını da tetikler: “Aç ile cıbıl, kudurgan olur.”

Akıl geometrisinin tornasından çıkan düşünce, metafizik zekâ ile, yani tefekkür ile, yani maneviyat ile bağ kurduğu ândan itibaren keskin köşeleri ufalanarak yumurta ovalliği kazanırken, ceset olmasına binaen cisimleşen kelime ve cümleler de metafizik zekânın bahşettiği mânâ nefesiyle kanatlanır. Metafizik zekânın zerk ettiği şuur aroması, insan faaliyetlerinin bütün şubelerine muhteva kazandırdığı gibi dil ile iliği olan kelimelere de itibar bahşeder. İnsan hayatının her sahasında kendisini gösteren bir dilin gelişmesini ve temel yapıtaşlarından olan kelime zenginliğini kazanmanın şartının akıl değil, zekâ olduğunu tescilleyen Efem, “(…) zekâ geliştikçe dil de gelişir, öbür yandan zengin, akıcı, herkesçe anlaşılır bir dil de zekânın gelişmesini sağlar.’’ (***) kelâmıyla vurdu mührünü.

İlham horozu dedi: “Efenin kelâmı kâfi. Şifa bulsun hastalar.”

Dedim: Âmin… Derman olsun derdime, uyutmuyor sancılarım.

DARBIMESEL

Duygu değerleri, erdem cevherleri ve zaafların aşikâr olarak görüldüğü zamanların birinde yalan ve hakikat karşılaşırlar. Yalan, doğruyu söyler: “Bugün hava çok güzel” der. Hakikat, etrafı kolaçan eder ve gözleriyle gökyüzüne bakar. Hava sıcak ve gün gerçekten çok güzeldir. Hakikatin gökyüzüne baktığından istifade ederek yine doğruyu söyler: “Adaletin hükümran olduğu bir dünya, ne kadar güzel olurdu” der. Hakikatin tefekkür etmesini fırsat bilen yalan, bir denizin sahiline kadar hakikate eşlik ederek birlikte yürür. Yalan, yine doğruyu söyler: “Su çok güzel, birlikte yıkanalım ve yüzelim!” teklifinde bulunur. Hakikat, bir kez daha şüphelenir ve suya dokunur, su gerçekten de yıkanacak kadar güzeldir. Yalanın elbiselerini çıkarıp yüzmeye başlamasına müteakip, hakikat de soyunup denize girer ve kulaç atmaya başlar.

Hakikat cevherinin enginlere kulaç atmasından nemalanan yalan, bir anda sudan çıkar ve hakikatin kıyafetlerini giyer ve sırra kadem basar. Durumu gören hakikat, hırçın ve haşin bir öfkeyle sudan çıkar. Yalanı yakalamak ve kıyafetlerini geri almak için peşinden koşsa da yakalayamaz. Hakikatin, çıplak, çırılçıplak gezdiğini görenler, onu horlar, bayağı sözlerle aşağılar, hınç ve öfkeleriyle saldırırlar. Mazlum hakikat, utangaç ve mahzun bir şekilde denize geri döner ve ortadan kaybolur. Derler ki: O ândan itibaren hakikatin elbisesini giyinen yalan, dünyanın her yerinde, yani bütün ülkelerde hem iktidar hem muhalefet olarak hüküm sürdüğü gibi içimizde dahi yaşamaktadır.

Rivayet bu ki, bağrı yanık, gönlü buruk, boynu bükük, gözü nemli mazlumlarla gıdım gıdım muhabbet, tefekkür ehliyle kırkikindi sohbeti yapan hakikat, emanet bırakırmış sırrını hikmet ehline. Selâm olsun! Baklası ıslansa bile suskun kalanlara.

İYİLİKSEVERLİK, HAYIRSEVERLİK DEĞİLDİR

Hayırseverlik ve iyilikseverlik, her ne kadar bir ve aynı zannedilseler de kesinlikle ve kesinlikle bir ve aynı değildirler. Her iki olgunun da niyeti, tarzı, çerçevesi, maksadı muhtevası, müktesebatı, anlayışı, yolları ve yönleri ile nosyon zerrecikleri bile birbirine aykırıdır. Evet, yarın değil, hemen şimdi, patikadan düz ovaya inelim, cümbüş edelim.

Hayırseverlik: Eşya ve hadiseleri tefekkür penceresinden izleyen ve yapması gerekeni kalıba dökme gayretindeki bu olgunun kalbî niyeti ve tek maksadı sadece ve sadece Allah’ın rızasını kazanmaktır. Paradoks olsa da cennetin kalıntısı olan hayırseverliğin maksadı ve irtifası cennet değil, Allah’ın rızasıdır. Temel taşı ahlâk, siyaseti feraset, sütunları fazilet, tarzı nezaket, anlayışı zarif ve kibar olan hayırseverliği motive eden biricik özne imân cevheri, varış noktası ise Cennettir.

Gâh murakabe, gâh tefekkür devletinin emir subayı olan hayırseverlik, her zaman ve her yerde ihtilâlci vasfıyla temeyyüz eder. İkna öğesine hitap edilen ile, ikna edilmişlik ile karar alan ve seçme çılgınlığı yaşayan her kimse, hiçbir zaman hayırsever olamaz. Külyutmaz özelliğinden dolayı, seçme çılgınlığı yaşayanlar ve ikna edilmiş avanaklarla değil, iyiliksever gafillerle değil, maneviyat ehliyle yürür.

Ünlemin gafil, virgülün şaşkın düştüğü bu çirkin çağın lâneti, melâneti belki de en büyük belâlardan biri iyilikseverliktir. Kıyamete dek, mâneviyatın kıta sahanlığını taciz edecek ve iaşesini istismarla temin edecek iyilikseverliğin, “tam zamanlı bir fırsatçı” olduğunu söyleyebilirim. Maneviyatın taklidi olan iyilikseverliğin ojeli cazibesi ve boyalı çekim girdabından kurtulmak kolay değildir. Cehennem kalıntısı iyilikseverliğin ölçütü ahlâk değil, “Elif” harfi değil, etik kurallar ve “J” harfidir.

Her şeyi vaat ettikleri hâlde hiçbir şeyi yerine getirmeyen sahte kahramanların hepsi iyilikseverdir. Cümlelerine: “hukuk, adalet, insan hakları” ile başladıkları hâlde Salih Kumandan’a yapılanları, kültür soykırımını, şuur felcine uğratılan aziz Türk milletinin beyin ve kalp zehirlenmesini dile getirmeyen çürük aydınların hepsi iyiliksever, hepsi “J” harfinin çocuklarıdır. Anadolu ruhuna aykırı ve doğal ritmin dışında dünyaya gelen bu ucubelere, çeşitliliğin ve bölünmenin aynı şey olmadığını kılı kırk yararak anlatsak dahi aziz Türk milletine ihanet etmekten vazgeçmezler. Demokrasi safsatası altında Allah’ın canlı ayetlerinden bir ayet olan Türkçe’ye düşmanlıkta sınır tanımayan ve referans aldıkları bâtılı da ahalimize sevimli ve şirin gösterme çabasındaki bu azgın güruha verilecek tek ilaç ya demir ya darağacıdır.

Hani demem o ki, cehennemin, “nerde kaldın lanetli” diyerek çağırdığı iyilikseverlik ve mümessili olan çürük aydınlar, hangi meseleyi gündeme alırsa alsın, hangi vakaya el atarsa atsın, muteber olmayan dertleri, itibarsız sıkıntıları ve parıltısız mukadderatları ile felâketin şafağında uyanacaklar. Çıplak, çırılçıplak bir şablonla: Maksadı ‘’hakikati örtmek ve şöhret’’, amacı ‘’desinler’’, hâli ve ahvali ‘’kibir’’, niyeti “menfaat temini ve söğüşleme” olan iyilikseverlik mümessilleri ile takipçilerinin varacakları nokta, felâketin şafağı olan cehennemdir.

Daha yalın, daha çıplak, çırılçıplak bir ifade şablonu ile hakikati kabullenmeyen her bir insanın, herhangi bir teşekkülün ve herhangi bir devletin ilk durağı, musalla taşı olur. Kalp zehirlenmesinin tetiklediği şuur felcinin sonucu zekâ yozlaşması, akıl bulanması, küflenme, zihniyet parçalanması, çürüme ve can çekişmesine müteakip mevta olma sürecinden değil insan, değil teşekkül, değil herhangi bir devlet, imparatorluklar bile asla ve kata kurtulamaz.

VAR MI YOK MU BELLİ DEĞİL

Devlet dediğin, vatanın selâmeti için can verenlerin kanına, vergi mükelleflerinin kâr payına ortak olduğu gibi ahalinin kutsallarına, örfi değerlerine ve yerel zenginliklerine de saygı göstermeli ve hürmetkâr olmalıdır. Ulusal devletlerin istihbarat ve teknolojik imkânları büyüdükçe, haklı olanların itiraz seslerini duyurması ve meydanlarda gövde göstermeleri imkânsızlaşır. Meşru ve legâl olan ahlâk güzergâhında yürümek isteyen sade vatandaşların gözünü, sabotaj, komplo, şantaj, iğfal, tecavüz, itibar suikastı ve yargısız infaz yöntemleriyle korkutan devletler legâl değil, meşru değil, ahlâkî değil, illegâl bir çetedir.

İnsanlığa anlatılan masallar: “Yasaya saygılı olmak medenî hayatın kendisidir. Yoksa kaos olur. Bu gemi batarsa, hepimiz batarız. Zırıltı partisi memleketi bölecek. Bu vatanı, Napolyon kurtardı. Kanun önünde herkes eşittir. Bütün antlaşmaları bağımsız bir ülke olarak imzaladık.” ve benzeri konuşmaların hepsi baştan sona fırıldaklık, sondan başa palavradır. Yarın değil, hemen şimdi prensibimizle harekete geçelim ve sobeleyelim.

Bu ülkeyi, Napolyon Kurtardı.

Tek başına mı?

Kanun önünde herkes eşittir.

Bir kısım zevatın niye dokunulmazlığı var?

Bu gemi batarsa, hepimiz batarız.

Filikalar kimler için? (Gizli banka hesapları, Tel Aviv’de villası olanlar vb.)

Zırıltı partisi memleketi bölecek.

Zırıltı partisine yapılan 45 milyon dolarlık hazine yardımını, Marslılar mı veriyor?

Biz, bağımsız bir ülkeyiz.

Potsdam antlaşması ile müfredatını İngiltere’nin yazdırdığı ülkenin adı ne?

Sesimin menzilinde yer alan dostum, gözleri sorularla dolu olan kardeşim, oltaya gelen sazan, çupra, levrek ve hamsi olmak istemiyorsan, dost düşman ayırımını iyi yapmanı rica ediyorum. Unutmayalım ki yasa ve kanunları kimin yaptığını, yasanın ne olduğunu ve neye istinat ettiğini mütalaa etmeden ve bazı itirazlar getirmeden kabûl etmek hata olur. Yalın, çıplak, çırılçıplak bir ifadeyle beşerin sunduklarını ölçmeden, biçmeden ve tartmadan imân etmek, sakıncalı bir hüküm olmanın çok, çok ötesinde olan bir tehlikeyi tetikler. Allah ve Resûlü’nden, genetik vasıflarımızdan, kültürümüzden, örfümüzden ve ananevi geleneklerimizden kopuşu getirir. Bu kopuşun maliyeti de çok ağır bir sonuç olan cehennem ile neticelenmez mi!?

MUM IŞIĞI

Sağ gözüyle sonsuzluğa, sol gözüyle eşya ve hadiselere bakabilen Kumandan’ım göç etti, kötüler yaşıyor, pislikler yaşıyor. İlâhî notaları seslendiren efem uçmağa vardı, şuh gülüşler, kem gözlüler yaşıyor. Sağ eliyle merhamet, sol eliyle şefkat dağıtan hazreti insan yok artık, yılışık kahkahalar, ahmak mutluluk, kibir ve kıkırdama yaşıyor.

Eyvah! Salih İnsan, “halife insan” şehit düştü; maskaralık, istihza, tahkir, fingirdeme ve ucubeler yaşıyor. Allah’ın eseri, tefekkürün mimarını vurdular, putperest oligarşi, züppe hergele, küçük kaltak yaşıyor. Kırık kalbim mırıldandı gönlüme: Murdar olan putperest pislikleri bırak, kendi tanrılarının kadavrasını didiklesin dursun.

“Şarkımız” çalacak, kırık plâktan

Ve ebabiller, siperlerden çıkacak

Yağmurkuşları da başkaldıracak

Ve kaldırımlara, rahmet yağacak.

Ben dilekçemi: Kestane ağacının ve bütün ağaçların, çorak çöllerin, bozkırın, denizlerin ve masum meleklerin Rabbine verdim. Sofrada kuru soğan ve ekmek, mekânda ter ve bulutlarda yağmur olmasa da ben dilekçemi Balıkçı Petrus ve bütün havarilerin, Talha ve bütün sahabenin, Emirim Timur Han’ın, Korkut Ata’nın, Hürrem Sultan’ın, Şalcı Bacı ile Salih MİRZABEYOĞLU’nun Rabbine verdim; eşref saatinde, eşref saatinde…

*

Derkenar: Aydın, Denizli, Muğla ve çevresinde yaşayan zeybeklerin lideri olanlar için kullanılan “Efe” tabiri, Erzurum havzasında veliyullah ve muteber ulema için kullanılan bir hitaptır.

* Salih MİRZABEYOĞLU / Kültür Davamız – Temel Meseleler, 3. basım, sayfa: 116

** Salih MİRZABEYOĞLU / Büyük Muztaribler – “Düşünce Tarihine Bakış”, cilt 1, sayfa: 155

*** Salih MİRZABEYOĞLU / Dil ve Anlayış – Dil ve Diyalektik, 3. basım, sayfa: 88

Bir Cevap Yazın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Adımlar Dergisi sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et