ÇÜRÜK AYDINLAR VE LİSÂNIMIZ

Burhan Halit KOŞAN

“Sevdiğimi söylemesem

Sevmek derdi beni boğar”

Aziz Türk milletinin çocuğu, Anadolu irfanı ve hikmetinin protoplazması olan bizim Yunus, miskin Yunus böyle ferman eyledi. Bu berceste dizesi bile tek başına kelimelerin kudretini ve ifade etmenin azametini anlatmaya kâfidir. Evet, Türkistan Türkçesinin zirvesine tırmanmak için YESEVÎ Atamız’ın ekmeğine, Anadolu Türkçemizin doruğuna çıkmak için Yunus Emre’nin suyuna muhtacız, mecburuz ve mahkûmuz. “Medet ey dervişim, Yunusum medet!” (*)

Anlık gerçeği yansıtan aforizma tedhişine karşı, klişe terörizmine karşı, fosil görüşleri ile kalpleri ve beyinleri zehirleyen “çürük aydınlar”a karşı hiçbir şey yapılmadığı takdirde metafizik buhranlar ve hayatın olağan akışını akamete uğratacak çok çeşitli zelzelelerle karşılaşmamız kaçınılmaz olacak. Batı dünyasının beşinci kol faaliyetlerini yapan “çürük aydınlar” tarafından organize edilen sabotaj, saldırı, komplo ve pusulara karşı hiçbir şey yapılmazsa, her şey çok daha kötü olacak ve muhtemelen değil, kesinlikle ve kesinlikle telâfisi olmayacak bir şekilde zincirleme felâketlerle karşılaşacağız. Kötülüğün, çirkefliğin ve çirkinliğin ete kemiğe bürünmüş mahlûkları olan “çürük aydınlar” tarafından sağır ve kör edilme tehlikesiyle karşı karşıyayız.

Takdir edersiniz ki, bir insanı zehirlemenin de panzehir olmanın da en kestirme yolu kulağına hitap etmekten geçer. Kulak hipnozu diğer duyulara göre çok daha etkili bir manipülasyon yolu olduğu gibi insan zihnini bulandırmak hususunda da birinci derece tesir edicidir.

Cehennem envanterine kayıtlı fiillerinin faili olan “çürük aydınlar” tarafından zehirlenen her insanımız gibi bizler de zehirleniyoruz. Şifa bulabilmemiz için bu ahlaksızların, bu alçak oğlu alçakların “söz” hipnozuna ve “ses” hipnozuna maruz kaldığımızı kabul etmeliyiz.

Kabul etmeliyiz ki, pür dikkat kesilmemiz gereken dilimizi ıskaladık. Hayat mücadelemizin her metrekaresinde hezimeti yaşıyoruz. Hayal kırıklıklarımız ve hüsranlarımız ile dımdızlak ortada kaldık. Dilimize, yani lisânımıza kavuşabilmemiz için metafizik bir şuur kazanmaya mecburuz.

Metafizik süzgecinden geçmesi gereken lisan bilgisine ermediğimiz takdirde kaleminden kan damlayan “çürük aydınlar” karşısında muzaffer olmamız mümkün mü?!

Her savaşın bedelini masumların ödediği gibi kıymık kıymık ayrıştırılan ve lime lime edilen lisan savaşının bedelini de masum olan ahalimiz ödüyor. Aforizma anarşisti, klişe teröristi olan çürük aydınların kullandığı yanıltıcı lisan, hilekâr yönlendirme, aldatma ve militarist davranış teknikleri ile milimetre milimetre ördükleri küfür düğümünü, rejimin kanunları değil, Mevlâna hoşgörüsü değil, Selçuklu adaleti çözer. Hani demem o ki, vatan topraklarının şen şakrak olabilmesi için, insanlarımızın hür tefekküre erebilmesi için, çürük aydınların “ses hipnozu” yaptıkları çatal dillerine siyah kurdele bağlamak ve “söz hipnozu” yaptıkları kalemlerine matem çiçeği bırakmak sevaptır… “Medet ey dervişim, Yunusum medet!”

Bu müesses rejimin, bu demokrasi denen tımarhane yönetiminin getirdiği çaresizlikten daha derin, daha acı, daha vahim bir durum yoktur. Müfredatın yanlışlıklarından dolayı çoğu zaman mazideki vakaların tahlilini ve analizini yapamadığımız gibi mevcudu da göremiyor ve istikbâli idrak edemiyoruz. Putperest rejimin Türk düşmanlığını, ahalimizi yozlaştıranları, kültürümüze uygulanan soykırımları göremiyoruz. Bu ayıbımız yetmezmiş gibi divane aşıklara, ferdi kırıma uğrayan kahramanlara, suskunlara, çilekeşlere, mazlumlara, imânlılar tarihinin köşe taşlarına da hakaret ediyoruz. Klişe teröristi, aforizma haydudu olan “çürük aydınlar” ile müfredatın verdiği bu ağır tahribattan dolayı, “başka bir dünya” mümkün, “Başyücelik Devleti” mümkün buyuran Salih Kumandan’ın ferasetini algılayamıyor, gök bayrağın azametini fark edemiyoruz.

Simetrik değil, asimetrik bir savaşın içindeyiz. Yeryüzünün kuduz köpeği olan “çürük aydınlar”, modern şarlatanlık, ilerici soytarılık, ultra laik vasıflarıyla insanlarımızın zihinlerini bulandırmak ve dikkatini dağıtmak için yerleşik ve ekonomik çıkarları alt üst etmeyen meselelere, politikacı haydutların menfaat çekişmelerine, “a” esir kampından “b” esir kampına yönlendiriyorlar. Her ne yaparlarsa yapsınlar, yok olmaya giden uzun ve çok çok sancılı geçen bir yolun sonuna geldik. Gemi su alıyor ve batıyor… Gözümün nuru, bugün Cuma, bir ekmek ver gideyim.

Karamsar olmaya gerek yok. Ahalimizi, kendi içine çekilmeyi dayatan ve asıl meseleleri gölgede bırakan ve “çürük aydınlar” vasfıyla tarif ettiğim cellatların yüzüne hatıralarımızı yazacağımız mevsimin arifesindeyiz. Bizi, bu güzel gezegenin diğer sakinleri ile diğer ülkelerinden ayıran şey, bir tercihimizin, bir seçeneğimizin olmasıdır. Değişimi seçebilir ve bu yıkımı durdurabiliriz.

Kurtuluşumuz için hicret edebiliriz. Evet, “başka bir dünya” mümkün, “Başyücelik Devleti” mümkün şiarına mutabık olarak, kimliğimiz olan dinimize, dilimize, genetik tarihimize, örf ile

ananevî geleneklerimize hicret etmeliyiz. Hüzün, katran karası geceler boyu sicim sicim yağsa da Türk ve Türkçe düşmanı “çürük aydınlar” karşısında kurtuluşumuz için, hürriyetimiz için, lisanımıza yani dil mucizesinin azametine ve kelimelere hicret etmekle başlayalım.

KİMLİĞİMİZ DİLİMİZDİR

Hiçbirimiz, dil üzerine özel bir eğitim almadık. Hiçbirimizin cebinde ve cüzdanında beylik lâfları, mavi kelimeleri yok. Gramerim çelimsiz, kelimelerim cılız olsa da bu sağır ve dilsizler ülkesinde müezzinlik bize düştü. Kelimeler olmasa, ne olurdu hâlimiz?

Malûmunuzdur ki dil sadece bir iletişim aracı değil, aynı zamanda medeniyetimizin değerlerini, duygularımızı, düşüncelerimizin geometrisini, mücerret tefekkür parametrelerimizi, masmavi rüyalarımızı, Büyük Doğu’nun namütenahi hudutlarını ve aşk ile, sevda ile bağlandıklarımızı da ifade eder. Her insan, kalbinde, zekâsında ve gönül ovalarında ya cenneti ya cehennemi taşır. Öfkesini yutan bizler, riyaset makamın da bulunmadığımız hâlde Türkçe lisanımızı temkinli ve kelimeleri şuurlu bir şekilde kullanmaya itina gösteriyoruz.

Erk makamının mesuliyeti olmadığı hâlde müstehcen ve edepsiz söz kullanmamak için öfkemizi yutuyor ve duygularımıza hâkim oluyoruz. Siz, rejimin gerçek sahipleri ile didişmeye dahi cesaret edemeyen yönetici kliği ile yönetmeye talip olan patavatsızları: Türkçe zafiyetiniz ile lisanımıza ait kelime kullanma hususundaki yetersizliğinizden dolayı etnik terörü, tereddüdü, kargaşayı, yalanı, tefrikayı, tedhişi ve benzeri bataklıkları çoğalttığınızı ve yükselişini tetiklediğinizin farkında mısınız?!

Ses ile anlam arasında bağlantı yollarından biri de dil yani lisandır. İnsana has kılınan dilin

tespit edebilen değişik yolları olmasına nazaran, keşfedilmemiş tarzları da vardır. Her bir dilin aşikâr olarak görülen meziyetleri olduğu gibi üstü örtük hususiyetlerinin de olduğunu söylemeliyim. Lisan aracılığıyla insanları bilgilendirmek, hatırlatmak, emir vermek, arz ve rica etmek, hitap, ima, telkin ve benzeri alanlarda kullandığımız gibi bayağı sözlerle de şüphesiz sövmek, hakaret, tehdit savurmak, akıl çelmek, ikna etmek, yargılamak, suçlamak, isnat etmek, yergi ve benzeri hususlarda da argo kullanılırız. “Dilim, seni, dilim, dilim olasın.”

Felsefe denen hokkabaza aldanmadan ve şamata çıkarmadan, dil mucizesinin tespit edilen bir kısım kategorilerine değinelim ve perdeyi kapatalım. Her bir insan farkında olsun veya olmasın konuşma dili dışındaki dilleri de zaman zaman kullanır. Mevcut lisanımız dışındaki vücut dili, işaret dili, “hal” dili, kalp dili, gönül dili, mânâ dili, lügât dili, argo dili, âşıkların dili (işmar), diplomasi dili gibi meslekî diller, eşyanın dili, harfsiz ve kelimesiz konuşanların dili ve benzeri lisanları idrak etmek için belirli bir anlayışın olması elzemdir. Velhasılıkelâm, müşahhas harf ve kelimeler ile mücerret mana damlalarından oluşan bir lisan okyanusunda kulaç attığımızın farkında mıyız? “Çocuk azizdir, terbiyesi daha azizdir.”

“MAVİ: KELİME-İ TEVHİD NURUNA İŞARET EDER!” (**)

Kelimeler de ırmaklar gibi çağlar ve coşkun nehirler gibi durmaksızın akar. Uzaktan ve yakından gözlemlediğimizde naif ve kibar oldukları için birbirleri ile muhabbete dalanlara, oynayanlara, samimilere, misafirperverlere, çekingen olanlarına, müşfik davrananlar ve hayırsever olan ulvî kelimelere şahit olabiliriz. Mamafih, kaba, bayağı ve adi oldukları için itişenlere, ısıranlara, dövüşenlere, asilere, haramilere, yaltaklara, tefecilere, fırsatçı çirkeflikleri ile şöhret olan süflî sözlere de rast gelebiliriz. Maktûl ve katil için aynı terimlerle konuşamayız değil mi!?

Anatomisini incelediğimiz her bir kelimenin, bir dini, vatanı, ırkî vasıfları, rengi, melodisi, ritmi, etki alanı, oymağı, obası, şeceresi, mesleği, hissi bağı, yıldızı, fizikî coğrafyası, cinsiyeti, estetiği, metafizik istikameti, mistik yönü, rütbesi, genetik ve ananevi meziyetleri olduğu gibi bu vasıfları ile de temayüz ettiklerini görebiliriz. Bununla birlikte otopsi yapacağımız kelimelerden bir kısmının müteveffa olduğuna denk gelebileceğimiz gibi mezarı kazılanlara, maişeti olmayanlara, tekaüt (emekli) olanlara, kaybolanlara, unutulanlara, vurulanlara, saklananlara, seyyahlara, arşa çıkanlara, itibarını yitirenlere, rehin alınanlara, müflis olanlarına, muhacir, mülteci ve göçmenlerine, esaret altında yaşayanlara, göçebe olanlara ve benzerlerine de rast gelebiliriz. Kelimelerimi yemeseydi kedi, daha çok yazacaktım…

Anadolu’nun mukaddes ihtiyarı olan Kumandanım: “Mavi: kelime-i tevhid nuruna işaret eder!” buyuyor. Amenna pirim, amenna! Evet, her bir kelimenin ayrı bir rengi, ayrı bir melodisi ve ayrı bir kokusu olduğu gibi her bir rengin ve çığlığın da karşılığı olan bir harf, kelime, cümle, terkibî hükmü, paragraf izdüşümü ve kitabî bir damga karşılığı vardır. Deniz dalgalarının sahile vurması gibi kelimeler de insanların şahsiyetinin, karakterinin, faziletinin, samimiyetinin, duygu ve hislerinin kıyıya vuran alametleridir. Hani demem o ki, her bir insanın ne olduğunun veya ne olmadığının göstergesi, ölçütü ve barometresi olan kelimeler, aynı zamanda iç dünyamızın, kalp dünyamızın ve gönlümüzün yansımasından başka nedir ki!

“A kara, E ak, I al, U yeşil, O mavi, sesliler

Diyeceğim bir gün gizli doğumlarınızı da

Karanlık koylara, karasineklere benzer A

O amansız pis kokular üstünde fır dönerler” (***)

Hasım olmaktan ziyade merhamet nazarı ile baktığım Arthur, bu şiirinde dile getirdiği ifşası ile harflerin, kelimelerin ve cümlelerin renklerini görebildiğini, melodilerini işitebildiğine ve kokularını alabildiğine şahit oluyoruz. Arthur’un bu durumu, Tıp branşında geçen “Sinestezi” ile mi alâkalı yoksa tasavvuf bahçesinin “nisbet” çiçeği bahşedilen aziz insanı mı bilmiyorum “Sinestezi” ve “nisbet”, bir kısım müşahhas müştereklikleri olsa da mücerretler kavşağında büsbütün zıt istikâmete ayrılan iki farklı olgudur. Sinestezi, insan için ağır bir külfet ve çekilmez yükleri ile birlikte tımarhaneyi, yani sonu Araf ile neticelenen bir durumu getireceği kesin ve katidir. Tasavvuf bahçesinin “nisbet” çiçeği bahşedilen aziz insanları içinse feraset, basiret, fazilet, temkin ve benzeri mevhibelerle birlikte iç dünyasının gecesinde yasemin çiçeklerinin açtığı ve gündüzünde gül ağacının yeşerdiği, yani Allah’ın rızasına mutabık olmasını, yani cenneti getirir… Kürek mahkûmları, esirler ve paryalar, rüzgârda kusur arar!

Yakın tarihimizin imanlılar silsilesine göz kırptığımızda: Türk Oğlu Türk İmamı azam, Selçuk Han, Emirim Timur Han, Gazneli Mahmut, Yavuz Sultan Selim Han, Korkut Ata, Hace Ahmet YESEVİ, Yunus emre ile Salih MİRZABEYOĞLU gibi aziz insanların “rey” sahibi olduklarına kelâmı kadim mühür vurur. Günümüzde, “rey” sahiplerinde tecelli eden “nisbet” olgusunun yaşayan bir portresi, nefes alan bir karakteri var mı, yok mu, bilmiyorum!

Bizler, “rey” sahiplerinin nazarında en az kıymete haiz olan harf ve kelimelerin rengini görmek, kokularını algılamak ve melodilerini işitebilme bağlacına değil, özneye, işin püf noktasına, yani istikametlerine odaklanmalıyız. Kalplerinde cennet kapılarının anahtarlarını taşıyan bu aziz insanlar, beşerî başarı ya da başarısızlık gibi izafî sonuçlara kayıtsız kalmadıkları gibi bunların kendilerini yüreklendiren veya korkutan bir durum da teşkil etmez.

Allah’ın rızasına uygun davranmanın yanında, beşerî zaferler ve izafi mağlubiyetlerin ne önemi olabilir? Ebedi hayatın, sonsuzluğun giriş kapısını tıklatan bu aziz insanların, yeis çukurunda debelenmeyen ve umut ağacına yaslanma ihtiyacı duymayan, inanmışlar silsilesine perçinli olduklarını unutmayalım.

Doğduğumuz andan itibaren can çekişen bizler, ebedi zaferi kazanabilmemiz için “rey” sahibi olan bu aziz insanların yanında saf tutmaya, bu halife insanların ardı sıra yürümeye mecburuz. Bu aziz insanların yanında saf tutmayanların kalbinde hastalık, arkalarından yürümeyenlerin gözünde kesafet var demektir. Daha yalın, daha çıplak, çırılçıplak bir ifadeyle bu aziz insanların yanında saf tutmayan ve takip etmeyen kim olursa olsun, savaş açan düşman demektir.

KELİMELER OLMASA, NE OLURDU HALİMİZ?

Kıymetli gönüldaşım, kent keşmekeşinde kaybolan kardeşim ve kız kardeşim, kelimeler olmasa havsalamızın alamayacağı azaplara maruz kalır, zayi olurduk. Metafiziği hissedemez, maddenin şamatası ve fiziğin yaygarası karşısında hazanı yaşardık. Mevsimleri tanımaz, sevgimizi ifade edemezdik. Hislerini dillendiremeyen kötürüm, damak tarifini yapamayan acuze, yön bilmeyen şaşkınlardan olurduk. Metafizik dünyamızın bütün pencereleri kapanır, duygularımız körelir, fizikî coğrafyamız tükenir, nefesimiz kesilirdi. Duası olmayan, kutsalı olmayan, vatanı olmayan, ülküsü olmayan, kimliği olmayan dikey kadavra olurduk. Düşünce meflûç, tefekkür yatalak ve murakabe boşluğa düşerdi. Müşahhas ya da mücerretler âleminde hiçbir bir inşâ ve tadilât yapamaz, kilitli kapıları açamayız. Kelimeler olmasaydı, Elâzığ tımarhanesinin deli gömleğini giyenlerden olurduk. Kelimeleri yoktan var eden ve bizleri kelimeleriyle rızıklandıran Rabbe şükürler olsun… “Âlimin yanında diline, evliyanın yanında kalbine sahip ol”…

Ses ile anlam, anlam ile mânâ, mânâ ile maksat arasında bağlantı kurmanın yolu olan dil, yani

lisân, insan hayatını alâkadar eden her şeyde kendi özvarlığını hissettirir. Bugüne kadar

yapılan bütün keşif ve icatların, metafor, yani teşbih aracılığıyla olduğunun farkında mıyız?

Devam edecek…

*Necip Fazıl KISAKÜREK / ÇİLE / Yunus Emre şiiri

** Salih MİRZABEYOĞLU / Ölüm Odası / 352

*** Arthur RİMBAUD / Sesliler şiir

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: