MİLLET OLAMAMAK

Ayhan SÖNMEZ

“… Bu mânâda Türk de, mefhum olarak, “Allah adamları, Allah’ın dostları, Allah’ın askerleri” mânâsına uygun düşer… Demek ki Şeriat davasının dışında kalan insan sınıfları, kendilerine “Türk” ismini almış olsalar bile, bizim Büyük Doğu davamızın hecelediği “Türk” davasının kastı dışındaki “hayvandan aşağı” insan zümrelerini teşkil ederler!..” (Kumandan Salih Mirzabeyoğlu)

Bir topluluğu bir halk olarak anlarsak, o zaman bir halkın, ruhunu oluşturan bir ideâle sahip olması bakımından kalabalıktan farklı olduğu bizim için netleşir.

1949’da Ernst Junger, bir (bilimkurgu) romanının hayali dünyasında görünmesi gerçeğiyle politik yönü körelmiş gizemli bir cümle yazdı. O cümle şu şekildedir: “Prokonsülün düşündüğü soru, kitlenin yeniden halka (millete) dönüştürülüp dönüştürülemeyeceğidir.”

Junger’in cümlesini anlamak için, halk ile ne kastedildiğini ve kitlenin ne mânâya geldiğini anlamak gerekir: Türk milletine karşı aptalca, neredeyse ırkçı bir nefret besleyen bir Fransız’ın bize söylediği bu, diğer konularda, mesela kalabalığın psikolojisini analiz ederken, biraz işe yaramıştı. O adamın adı Gustave Le Bon. “Kalabalıkların Psikolojisi“nde şöyle yazacaktır: “Eski ideâlin nihaî kaybıyla, halk sonunda ruhunu kaybeder. Yalnızca çok sayıda ayrı birer fert olarak kalır ve ne diye tarif edilirse edilsin, o, başlangıçta da bir kalabalıktı. Ne sağlamlığı ne de geleceği olmayan tüm geçici nitelikleri sergilemişti.

Bu nedenle, bir milletin üyeleri birbirinden farklı olabilir -ki öyledir- ama onları birleştiren bazı ortak ideâller vardır. Bu ortak ideâl harekete geçtiğinde, o insanlar bu ideâlden uzak olduklarında olabileceklerinden daha iyi hâle gelebilirler.

Sulh, ancak savaşmak durumunda gerçekleşecek ideâllerden mevzubahis olduğunda halka küçük görünür. Bugün, bütün bir millet için büyük bir hedef vurgulandığında, dün hor gördüğünüz o aynı küçük insanlar birdenbire devleşir!

Kalabalık, halkın aksine eşsiz, tarihî anlara sahip değildir; çünkü ruhunda hareket özgürlüğü yoktur, tıpkı ne ortak bir ideâl ne de ortak bir ruh olmadığı gibi.

Le Bon’un başlangıçtaki kalabalığın, kalabalığa dönüşeceğini öngörmesi ve Junger’in bunu tasdik etmesi, asırlar geçse de hâlâ bir şeylerin “yeni”ye muhtaç olduğunu ima eden yalnız seslerdir.

Millet olma ihtiyacı kendini olanca şiddetiyle göstermişti. Ancak geçen yüzyılın 60-70′ li yıllarında, Batı’da (Türkiye de Özal ile), neoliberal ekonomik ve politik anlayışın sahneye çıkmasıyla birlikte, halkın bir kitleye dönüşmesi sadece yeni bir ivme değil, küresel bir çerçeve de kazandı.

Neoliberalizmin -sistematik olarak- kolektif kimlikleri ortadan kaldırmayı amaçlar. İlk akla gelen kolektif kimlik elbette millî kimliktir. Neoliberalizm küresel genişlemeyi (bir hegemonun olduğu sözde “tek kutuplu” bir dünya) amaçladığından, bu, küresel mikyasta tüm milletleri meçhul bir biyopartikül yığınına dönüştürmek maksadı taşıdıği anlamına gelir.

Soğuk Savaş’tan sonra Batı’nın kendisi değişti, başka bir şey haline geldi. Her türlü kimliğin ve bu kimliğin ima ettiği tüm egemenlik unsurlarını ortadan kaldırmak isteyen post-hümanist ve ulus-ötesi bir Megalopolis hayal etti ve Türkiye’ ye de bunu empoze etti.

Bu Türkiye’ de nasıl çalıştı? Konusunda ve sahasında zayıf olan, yarım, çilesiz, ıztırapsız, hazcı entelektüellerin uygun iklimi bulur-bulmaz istilâcı haşereler gibi köşebaşlarında belirmesiyle…

Neoliberal Megalopolis kuşatmasında bir tür modus vivendi bulma teşebbüsleri, aksine nefes alma payı değil, halkın hızla bir kalabalığa dönüşmesini hızlandırdı, bu da modus vivendi hesaplarının tutmadığını gösterdi. Megalopolis’e karşı direnç sonlandırıldı ve Türkiye’ deki insanları parçalaması ve millî kimliği cinsiyete, cinsel yönelime vb. dayanan sermaye mamülü kimliklerle değiştirmesi için serbest bırakıldı. Bu, insanları kalabalığa boğmanın bir yoluydu.

Diğer bir yol ise, millî kimliğin yerini alan belirli profesyonel kimliklere rağbet ettirmeye yönelikti. Kariyer, para ve diğer zevkler, milliyetin yerini almaya başladı. Akademi veya medya, sanat veya eğlence endüstrisi gibi profesyonel politikacılar da diğer profesyonel topluluklara ek olarak, millî çerçevelerden farklı çerçevelere ayrılmış ve entegre edilmiştir.

Sonuç olarak, siyaset, akademi, sanat ve medya sahnesinin önemli bir kısmı, “kariyerlerinin” Türkiye’nin veya bölgesinin mukadderatıyla ilgili değil, küresel gelişmeye bağlı olduğuna inanıyor, yakın vakitler pek moda olan ifadeyle “Avrupa entegrasyonu” gibi… Bu nedenle, her zaman, aktif veya pasif olarak, komprador bir tarzda bunu savunacaklar ve asla “Türkü”, Türk derken bile savunmayacaklar.

Ne yazık ki, aynı şey işçilerde de oluyor. Yabancı yatırımcılara yönelim, Türkiye’ nin önemli bir kısmının yabancı şirketler için çalışmasına yol açtı. Bu nedenle onlara ekonomik hayatta kalabilmeleri, kendi ülkelerine değil, bu yabancılara bağlı gibi görünüyor. Bu, neredeyse zorunlu olarak onları yabancı sermayenin pasif veya aktif siyasî müttefikleri yapar.

Tabiî ki, halkı parçalamaya ve kitleye dönüştürmeye yönelik uzun vadeli ve derinlemesine çalışmaların ve tüm bu eylemler, vatanseverliğin her zaman cezasız bir şekilde “tüm alçakların sığınağı” olarak adlandırılabilecek bir kamuoyu şemsiyesi altında gerçekleştirildi. Oto-şovenizmin karlılığı ise asla gizlenmedi.

Bu parçalanmaya “soldan”, “sağdan”, islâmcısındaki parçalanma da eklenmelidir. Bu, bilinçli yahut bilmeden -gerçi artık şimdi farketmez-, ne yazık ki kolektif bir tarihî görev için şahsî kibir üstlenen, Türk siyasetinin bazı önemli figürleri tarafından gerçekleştirildi. Bu figürlerden biri 20 senedir, padişahlarda olmayan bir yetkiyle iktidarı işgâl etti ve neredeyse tüm eylemlerini, mukaddes değerlere dayandırdığını iddia ederken, hepsinin sabotajcısı oldu. Halkın da aynı surette parçalanmasına aktif katkı sağladı.

Türk tarihi, Türk edebiyatı, Türk maneviyatı, kısacası, bütün Türk kimliği İslâm ile bağlantılı olduğundan, bu, bütün kimliğin kökten, hızlı ve acımasızca silineceği anlamına gelirdi ve öyle de oldu, hem de kendini İslâmî sayanlarca… Böylece, silinen (veya varolmasına izin verilmeyen) Türk kimliğinin yerine, yeni bir “Türk” kimliği inşa etmenin imkânı yoktur.

Evvela, neo-liberalizmin tanımladığı yeni kimlik, asla tarihî kimliğin yerini alamaz, çünkü onda bir noksanlık vardır, o da zamandır, yani, tarih. Sonra, bugün artık millet oluşturma zamanı değil, yok edilme zamanıdır. Bunu, insanlara özgür ve müreffeh olmak için değil, kanlı görevlerin amaçlandığı itaatkâr bir kalabalık yapmak için yeni kimliklerin dağıtılmasında görülebilir…

Aynı şekilde, Rusya veya SSCB ile herhangi bir bağlantısı olmayan yeni bir Ukrayna kimliğinin geliştirilmesine yönelik Batı yatırımı, kesinlikle Ukrayna’yı Rusya ile NATO paktı ülkeleri arasında tarafsız bir ülke yapmak için yapılmadı.

Anadolu, sadece bir toprak meselesi değil, her şeyden önce bir kimlik meselesidir: şu yahut bu şekilde ondan vazgeçersek, veya köksüz toprak üstünde olmakla millet olundu zannedersek, aslında onunla birlikte kendimizden ve egemen bir millet olma ihtimâlinden de vazgeçmiş oluruz. Evet hiç mümkün olmamış bir ihtimâlden vazgeçeriz.

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: