RUSSİAGATE VE KÜRESELCİLERİN ARKASINDAKİ İNGİLİZ EMPERYAL ELİ (YENİDEN) AÇIĞA ÇIKTI

Hüseyin Vodinalı’nın blog sayfasında yayınladığı yazıyı paylaşıyoruz.

Matthew Ehret

2016 ABD seçimlerine ‘Rus müdahalesi’ iddialarına yönelik dört yıllık bir soruşturmanın ardından 15 Mayıs’ta yayınlanan Durham Raporu’nun sonuçları, yalnızca FBI ve Clinton çetesinin suiistimallerine yönelik yıkıcı bir eleştiri sağlamakla kalmadı, aynı zamanda geniş bir uluslararası, doğrudan MI6’nın bağırsaklarından yönetilen İngiliz İstihbarat operasyonunu da açığa çıkarttı.

300 sayfalık Durham Raporu, “Rusya’nın Trump seçim kampanyasıyla gizli işbirliği” iddialarının hiçbir zaman boş dedikodudan öteye dayanmayan, MI6 ajanı Christopher Steele’in “sahte dosyasının” içeriğine işaret ederek bu gerçeği birkaç yerde vurguladı.

Bu son derece önemlidir, çünkü Christopher Steele Dosyasının iddiaları, o zamanki FBI Başkanı James Comey’nin FBI soruşturmasının “Crossfire Hurricane” olarak adlandırdığı ve kamuoyunda “Russiagate” olarak bilinen cadı avının tüm temelini oluşturuyordu.

Durham’ın raporu özetle şunları söyledi:

“Soruşturmamız, Crossfire Hurricane müfettişlerinin Steele haberlerinde yer alan önemli iddiaların hiçbirini doğrulamadığını ve doğrulayamayacağını belirledi.”

Durham, Steele tarafından kullanılan, daha az bilinen ancak eşit derecede önemli olan Igor Danchenko raporunu, görkemli iddialarının çoğu için birincil kanıt kaynağı olarak göstererek, “Steele iddialarını desteklemek için herhangi bir doğrulayıcı kanıt sağlayamadığını” da yazdı.

Peki Igor Danchenko kimdir?

Brookings Enstitüsü’nde görevli ve on yıllardır Rusya’da bulunmamış Rusya doğumlu bu genç analist, Ocak 2017’de FBI’a Kremlin’in (hatta Rusya’nın kendisi bile) yakınında herhangi bir kayda değer Rus ajanıyla hiçbir teması olmadığını itiraf etti.

Danchenko, Steele’in onu neden Trump hakkında bir istihbarat dosyası hazırlamak için tuttuğu sorulduğunda kafası tamamen karışmıştı.

Bu tür itiraflar, dosyanın hileli temellerine dair kanıtları görmezden gelen ve Steele/Danchenko materyalini kullanmaya devam eden FBI’ı rahatsız ediyor gibi görünmüyor.

Bu dosya aynı zamanda Russiagate soruşturmasının ateşini körükledi ve ilk önce Rusya’nın DNC (Ulusal Demokrat Konsey) e-postalarını “hacklediği” (eski NSA ifşacısı Bill Binney tarafından tamamen reddedilen) anlatısını dile getirdi.

Strobe Talbott’un güçlü bir üyesi olan Brookings Enstitüsü’nü çevreleyen iftiralar fırtınası, Trump yönetiminin 2019’da John Durham’ı özel müfettiş olarak atamasına neden olmuştu.

Strobe Talbott’un Kilit Rolü

Strobe Talbott, Brookings’i yıllarca (2002-2012) yönetmekle kalmadı, aynı zamanda Clinton döneminde Beyaz Saray’ın eski Dışişleri Bakan Yardımcısı olarak görev yaptı.

Talbot, Dış İlişkiler Konseyi’nin (CFR) eski direktörü, Üçlü Komisyon (Trilateral Commision) yürütme komitesinin bir üyesiydi ve ayrıca Obama dönemi Beyaz Sarayı’n Dış İlişkiler Politikası Kurulu Başkanı’ydı.

Danchenko’nun Brookings Enstitüsü akıl hocası Fiona Hill’i 2017’de Ulusal Güvenlik Konseyi’nde bir iş bulması için görevlendiren de Talbott’du.

Talbott ayrıca Brookings Enstitüsü’nde emrinde çalışan ve daha sonra Ocak 2017’de Michael Flynn’i hedef alan “maske düşürme” tuzağı operasyonunun merkezinde olduğu ortaya çıkan Susan Rice (başka bir Rhodes Scholar) ile de yakın işbirliği yaptı.

Christopher Steele’i 2006’dan beri tanıyan ve 2016’dan beri sık sık tartışılan Fiona Hill, Danchenko ile iki Brookings Enstitüsü istihbarat raporunun ortak yazarlığını yaptı ve onu LinkedIn hesabında yayınlanan “yaratıcı ve başarılı bir analist ve araştırmacı” olarak tavsiye etti.

“Steele dosyası olmayan ek dosyalar”, Brookings’e bağlı gazeteci Cody Shearer (Strobe Talbott’un kayınbiraderi) tarafından hazırlanan ve açıkça Steele’in dosyalarında bulunan iddiaları doğrulamak için hazırlanmış, daha az bilinen tehlikeli bir dosyaya atıfta bulunuyordu.

Görünüşe göre aynı yalanlarla dolu iki dosyaya sahip olmak, tek bir dosyadan daha inandırıcıydı.

Ortaya çıkan diğer bilgiler – özellikle Steele’in Birleşik Krallık’taki duruşma ifadesinin kamuoyuna açıklanmasından sonra – Talbott’un Shearer dosyasıyla ilgili notları tartışmak için Ağustos 2016’da MI6 varlığına ulaştığıdır.

Kasım 2016’da Trump’ın sürpriz seçimiyle birlikte, hem Steele hem de Talbott, Steele dosyasını ileriye dönük olarak nasıl ele almaları gerektiğini belirlemek için bir araya gelmişti.

Doğrudan Steele ile bağlantılı ve dosyanın Amerika’da Trump’ı görevden alma yanlısı önde gelen figürlerin ve medya kuruluşlarının eline geçmesini sağlayan başka bir Brookings Enstitüsü oyuncusu ise, Steele’i danışman olarak işe alan rejim değişikliği kraliçesi Victoria Nuland’dan başkası değildi.

Nuland, Ukrayna 2014 Maidan ve Trump’ın seçilmesinden önceki dosyayı tartışmak için birkaç kez Steele ile bir araya geldi.

Vic Nuland daha önce, Ukrayna’daki rejim değişikliği operasyonunun 2014’ten önce ABD hükümetine ve Ulusal Demokrasi Vakfı’na (NED) 5 milyar dolara mal olmasıyla övünmüştü.

Talbott’un Sorunlu İngiliz Soyağacı

Bazı yorumcuların yaptığı gibi, Talbott’un bu operasyondaki rolünün, 2016 seçimlerini geri alma planında bir Amerikan komplosuna işaret ettiğini varsaymak, bu noktada ahmaklığın doruk noktası olur.

Gerçek şu ki, Talbott’un tüm hayatı ve dünya görüşü, tamamen Amerikan karşıtı fikirlerle değil, daha çok, 1966 -1968 arası Oxford’da olduğu gibi, tüm Rhodes burslu Akademisyenlerin zihinlerine nakşedilmiş İngiliz İmparatorluk ilkeleri tarafından şekillendirildi.

Oxford günlerinde Strobe Talbott, Bill Clinton ve Frank Aller.

Bill Clinton’ın 1992’deki başkanlık zaferiyle, Strobe Talbott (Dışişleri Bakan Yardımcısı ve Perestroyka’nın eş mimarı) ve Robert Reich (Çalışma Bakanı) gibi Rhodes burslularına (“Rhodies”) Ira Magaziner, Derek Shearer (Kıdemli Ekonomi Danışmanları) katıldı.

Ekipte, Susan Rice (Afrika İşlerinden Sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı), Kevin Thurme (Sağlık ve İnsan Hizmetleri Genelkurmay Başkanı), George Stephanopoulos (İletişim Direktörü), Richard Celeste (Hindistan Büyükelçisi) ve onlarca diğer Rhodes burslusu da vardı elbette.

Talbott, Dış İlişkiler Konseyi’ne (CFR) liderlik ederken, (2003 yılında CFR’nin başkanı seçilen) bir başka Rhodes burslusu Richard Haass ile yakın çalıştı.

Ancak genç Nelson Strobridge (Strobe) Talbott III, Oxford Günleri sırasında, küresel elitin planladığı “ulus-sonrası dünya düzenine” neredeyse dine yakın bir bağlılık geliştirdi.

Amerika’ya döndükten sonra Talbott, batı propaganda bürosunda önemli bir rol üstlendi ve Time Magazine’in baş editörü olarak görev yaptı.

Müstakbel ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı, 20 Temmuz 1992 tarihli “Küresel Bir Ulusun Doğuşu” başlıklı makalesinde Yeni Dünya Düzeni manifestosunun ana hatlarını çizmişti.

Talbott’un sonraki otuz yıl içinde yaptığı her şey (Clinton’ın 1992 seçimleriyle Beyaz Saray’a akın eden ve Barack Obama ile Joe Biden’ın başkanlıklarını yöneten diğer Rhodes Bursluları kalabalığıyla birlikte) bu genel felsefi öncül ile anlaşılabilir.

Küresel Bir Ulusun Doğuşu

1992’de, Sovyetler Birliği’nin dağılması ve tek kutuplu bir çağın yükselişinin eşiğinde duran Talbott, gelecek yüzyılda “bizim gibi ulus olma modasının geçeceğini bilin; tüm devletler tek bir küresel otoriteyi tanıyacak…” diyerek, egemen ulusların dağılmasını ve bir dünya hükümetinin kurulmasını kutlamaktan kendini alamadı.

Egemen ulus devletlerin vatandaşlarını imparatorluklardan korumak için yaratıldığı gerçeğini göz ardı eden Talbott, yanlış bir şekilde milliyetçiliği şu terimlerle tanımlar: “Bütün ülkeler temel olarak sosyal düzenlemelerdir, değişen koşullara uyum sağlar. Herhangi bir zamanda ne kadar kalıcı ve hatta kutsal görünseler de aslında hepsi suni ve geçicidir. Çağlar boyunca, egemenlik iddiasında bulunan daha büyük birimlere ve paradoksal olarak, herhangi bir ülkenin gerçekte sahip olduğu gerçek egemenliğin kademeli olarak azalmasına yönelik genel bir eğilim olmuştur.”

Milliyetçiliğin (son nesillerde akademi arasında hegemonik hale gelen) bu yanlış tanımı, daha sonra “çözülmeye” devam eden bir dizi sahte sorun ortaya çıkarır.

Talbott’un dünya tarihine dayattığı Hobbesçu sıfır toplamlı düşünce sisteminde, ulus devletlerin, bencilliğin, zayıfları sömürmenin ve savaşın doğal sonucu olduğu varsayılır.

Burada Talbott, tarihteki savaşların ulusötesi finansal seçkinler tarafından yapay olarak manipüle edildiğine dair tüm kanıtları tamamen görmezden geliyor ve bunun yerine savaşı insanlığın doğal varoluş durumu olarak nitelendiriyor.

Bu nedenle de, bir tür yüksek seçkinler grubu, yukarıdan küresel bir gücün sahibi olarak sorunu çözecekti ona göre:

“Büyük olan küçüğü, güçlü olan zayıfı yuttu. Ulusal kudret, uluslararası hak ilan etti. Böyle bir dünya az çok sürekli bir savaş halindeydi… belki de ulusal egemenlik o kadar da harika bir fikir değildi.”

Ardından Talbott, ütopik bir gelecek çağı olduğuna inandığı umut edilen dünya hükümeti çağını anlatırken, Milletler Cemiyeti, NATO, IMF ve Küreselleşme gibi 20. yüzyılın harika yeniliklerinin yaratılışını sıralıyor.

Talbott, NATO’yu “toplu güvenlik alanında tarihin en iddialı, kalıcı ve başarılı tatbikatı” olarak tanımlıyor ve ardından Uluslararası Para Fonu’nu (IMF) kutluyor.

Talbott’a göre, “Hür dünya, üye devletlerin bir dereceye kadar ulusal egemenliklerinden vazgeçme istekliliğine dayanan çok taraflı finansal kurumlar oluşturdu. Uluslararası Para Fonu, bir hükümetin vatandaşlarına ne kadar vergi koyması gerektiği de dahil olmak üzere maliye politikalarını fiilen dikte edebilir.”

Daha sonra Kosova, Irak, Libya ve Suriye’deki insani bombalamaları haklı çıkaracak olan Blair-Cheney R2P (right to protect/koruma sorumluluğu) protokolünü öngören Talbott, 1991’de Kuveyt’in işgaliyle mümkün olan ulusal egemenliğin yok edilmesini savundu: “Daha önce bir ulusun iç işleri, dünya toplumunun sınırlarının dışındaydı. Ancak artık ‘insani müdahale’ ilkesi kabul görüyor.”

Straussian Neoconlar Rhodes Burslularına karşı

Şimdiye kadar, Talbott’un dünya görüşü tipik neocon’unkine oldukça benziyorsa, şaşırmayın.

Bir neoliberal Rhodes Burslusu emperyalistin ve bir neo-muhafazakar Straussçu emperyalistin hedefleri özünde aynıdır.

Her iki tür de nihai olarak, mali bir oligarşi tarafından yönetilen bir ulus-sonrası devlet dünya düzeni arar ve onların teknokratik alfa yöneticilerini, her ikisi de Nietzscheci “güç ve kuvvet” terimleriyle tanımlar.

Bununla birlikte, birçok analistin düşmeye meyilli olduğu “sağa karşı sol” tuzaklarından kaçınmak isteniyorsa, yüzeysel görünebilecek ancak anlaşılması önemli olan bazı önemli farklılıklar vardır.

Birincil farklardan biri, Kagan-Cheney-Bolton türünden neo-muhafazakarların (en azından kendi aralarında) kendi ideal dünya düzenlerinin, her birinin herkese karşı sürekli asimetrik “sonsuza dek savaşlar”ı gerektirdiği gerçeğini kabul etmeye çok daha istekli olmalarıdır.

Talbott’un zihniyetindeki sol kanat emperyalistler daha pasifist bir anlatıyı teşvik etmeyi tercih ediyorlar – Talbott’un kendisi de dahil olmak üzere bazılarının gerçekten bunun doğru olduğuna inandığından şüphem yok.

Onlarınki, Aldous Huxley’in bir zamanlar “gözyaşı olmayan bir toplama kampı” olarak tanımladığı, demokratik bir yüze ve yeşil bir Malthusçu cilaya sahip “aydınlanmış” bir gökkuşağı faşizmidir.

Dünya Hükümetine Giden Yeşil Yol

Talbott’un manifestosuna dönersek, neo-con’u neo-liberalden ayıran yeni dünya düzenine giden yeşil yol, onun güçlü bir bireye olan hayranlığıyla birlikte tanıtılıyor:

“Geçen ay Rio’da düzenlenen Dünya Zirvesi, katılımcıların, etkinliğin baş konuğu olan Maurice Strong’un ‘doğanın üstün egemenliği’ olarak adlandırdığı şeyi kabul ettiğini gösteriyordu: endüstriyel uygarlığın yan ürünleri sınırları aştığı için, onlarla başa çıkacak otorite de sınırları aşmalıdır.”

Maurice Strong (Talbott’un her zaman saygı duyduğu) ‘Stockholm’den Rio’ya: Bir Nesil Boyunca Yolculuk’ başlıklı 1992 tarihli bir makalesinde şunları yazdı:

“Ulusal egemenlik kavramı, uluslararası ilişkilerin değişmez, hatta kutsal bir ilkesi olmuştur. Ulusal egemenlik, küresel çevre işbirliğinin yeni zorunluluklarına ancak yavaş ve gönülsüzce boyun eğecek bir ilkedir.”

Strong, iki yıl önce bir röportaj verdi ve burada yazmayı hayal ettiği bir “kurgu kitabı”nı şu şekilde tanımladı:

“Dünya liderlerinden oluşan küçük bir grup, Dünya’ya yönelik başlıca riskin zengin ülkelerin eylemlerinden kaynaklandığı sonucuna varırsa ne olur? Ve eğer dünya ayakta kalacaksa, bu zengin ülkeler çevre üzerindeki etkilerini azaltan bir anlaşma imzalamak zorunda kalacaklar. Yapacaklar mı? Grubun vardığı sonuç ‘hayır’dır. Zengin ülkeler bunu yapmayacak. Değişmeyecekler. Bu yüzden, gezegeni kurtarmak için grup karar verir: Sanayileşmiş medeniyetlerin çökmesi gezegen için tek umut değil mi? Bunu sağlamak bizim sorumluluğumuz değil mi?”

Sosyopatik muadili George Soros gibi Strong’un tüm kariyeri, Kanadalı bir Rockefeller elemanı ve Power Corporation’ın başkan yardımcısı olduğu ilk günlerinde 1963’te (Kanada Başbakanı) Pearson’ın yeni Liberal Hükümetine girmesine kadar yeşil bir dünya hükümeti davasına adanmıştı.

Strong, 3. dünya borç köleliğini hızlandırmaya yardımcı olan (yoksul ülkelere, onları sonsuza kadar gelişmemiş ve sömürgeleştirilmiş tutan IMF/Dünya Bankası koşullarına uymaları şartıyla kredi vererek) Kanada Uluslararası Kalkınma Şirketi’ni burada yarattı.

Strong’un bu dönemdeki büyük yeniliği, “doğal kabile ekosistemlerini çok fazla değiştiren” nükleer enerji gibi gelişmiş “kirli teknoloji” yerine, fakir ulusların yatırım yapması beklenen “uygun teknolojiler” fikrini dayatmasıydı.

Maurice Strong, Prens Philip (Strong 1977’de Dünya Yaban Hayatı Fonu WWF Başkan Yardımcısı iken Philip Dünya Yaban Hayatı Fonu’nun başkanıydı) ve Laurence Rockefeller (hem Amerika’nın muhafazakar hareketinin hem de UFO ifşa hareketinin arkasındaki kişi) ile birlikte birçok yönden şu anda yaklaşan ekonomik çöküşe “çözüm” olarak itilen Yeşil Yeni Anlaşma (Green New Deal) kurucularıydı.

Rhodes Trust’ın Yükselişi

Talbott’un neoliberal bakış açısı ilk olarak, ırkçı emperyalist Cecil Rhodes tarafından 1877 tarihli İnanç İtirafları’nda (1877 Testament of Faith) açıklandı ve 1902’de başlayan burs onun adı ve iradesi üzerine kuruldu.

Bu belgede Rhodes şunları söylüyordu:

“Neden, tek amacı Britanya İmparatorluğu’nu ilerletmek ve Amerika Birleşik Devletler’in kurtarılması için tüm barbar dünyayı İngiliz yönetimi altına almak ve Anglo-Sakson ırkını tek bir İmparatorluk haline getirmek olan gizli bir topluluk oluşturmayalım?”

Rhodes ve ölmekte olan Britanya İmparatorluğu’na hükmeden önde gelen emperyalistlerin 19. yüzyılın sonundaki korkusu, Lincoln’ün 1865’te İngiliz destekli köle konfederasyonuna karşı kazandığı zaferin ardından yeni bir ‘kazan-kazan’ işbirliğine dayalı küresel sistemin hızla ortaya çıkmasıydı.

Bu, Lincoln’ün danışmanı Henry Carey (aynı zamanda bu sistemi küresel olarak ihraç eden 1876 Centennial Fuarı’nın baş organizatörü olarak görev yaptı) tarafından ana hatlarıyla belirtilen, kredinin tarımsal-endüstriyel ilerleme ve dahili iyileştirmeler için bir araç olarak işlev görmesini sağlamaya yönelik bir talimatla tanımlanan bir sistemdi.

Henry Carey “Harmony of Interests” (Çıkarların Uyumu) eserinde:

“Dünyanın önünde iki sistem var; biri, ticaret ve ulaşımla uğraşan kişilerin zenginliğini ve sermayenin oranını artırmayı ve dolayısıyla herkesin emeğinin zorunlu olarak azalan getirisiyle ticaret yapılacak metaları üretme oranını düşürmeyi amaçlıyor; diğeri, üretim işinde çalışanların oranını artırmaya ve herkese artan getiri ile ticaret ve ulaşımla uğraşan oranı azaltmaya, işçiye iyi ücretler ve sermaye sahibine iyi karlar vermeye bakıyor… Biri evrensel savaşa; diğeri evrensel barışa meyilli. Biri İngiliz sistemidir; diğerini Amerikan sistemi olarak adlandırmaktan gurur duyabiliriz, çünkü o, eğilimi dünyanın her yerinde insanın durumunu yükseltirken aynı zamanda eşitlemek olan şimdiye kadar tasarlanmış tek sistemdir.”

Carey’nin sözünü ettiği kazan kazan sistemi 19. yüzyıl Rusya’sında Amerikalı mühendis ve sanayicilerin yardımıyla Trans-Sibirya Demiryolunu inşa etmek için uygulanırken, Başkan Sadi Carnot’un Fransa’sında, Otto von Bismarck’ın Almanya’sında ve hatta Meiji Restorasyonu sırasında Japonya’da da uygulandı.

Ne yazık ki, (suikast sonucu öldürülen) Lincoln’ün müttefikleri William Gilpin veya Henry Carey, Çin Devlet Başkanı Sun Yat-sen, Kanada’dan Wilfrid Laurier veya Rusya’dan Sergei Witte gibi figürlerin tasavvur ettiği yeni bir ilerleme çağı yerine, savaş ve suikastlerle dolu felaketli bir 20. yüzyıl başladı.

Britanya İmparatorluğu, Oxford’dan Yuvarlak Masa Hareketi/Rhodes Trust’ın ve London School of Economics’ten Fabian Society’nin yol gösterici ışığı altında yeniden örgütlendi.

Her iki düşünce kuruluşu da, kamu ve özel politikanın tüm katmanlarına nüfuz etmek için, İngiltere’ye gelen ve kendi ülkelerine geri gönderilen ve nihai olarak 1) egemen ulus devletleri ortadan kaldırmayı, 2) teknokrat diktatoryası altında bir dünya hükümeti kurmayı amaçlayan, 3) son 2500 yılda en büyük rönesans hareketlerine yol açan insanlık ve doğal hukuk anlayışını ortadan kaldırmak için beyinleri yıkanan dünyanın dört bir yanından yetenekli gençlere ulaştı.

Rhodes, bu beyin yıkama sürecini 1877 tarihli İnanç İtiraflarında en sert ifadelerle tanımladı:

“İngiliz İmparatorluğu’nun uzantısı için aynı türden bir kilise oluşturalım. Britanya İmparatorluğu’nun her yerinde tek amaç ve tek fikirle çalışan üyeleri olsun, üniversitelerimize ve okullarımıza yerleştirilsin ve İngiliz gençliği ve toplumu bunların eğitiminden geçirilsin. Bunlardan belki de binde biri bulunmalı, aklı ve duyguları her yönden denenmeli, dayanıklı olup olmadığı, belagat sahibi olup olmadığı, hayatın küçük ayrıntılarını önemsemediği sınanmalı ve ömrünün sonuna kadar ülkesine hizmet edeceğine dair yemin ederek davasına bağlı olmalıdır.”

Bugüne kadar 8000’den fazla öğrenci Rhodes Trust bursu alarak işlendi ve her yıl Amerika’dan alınan 32 öğrenci toplumun her yüksek koluna nüfuz etti.

Georgetown Üniversitesi’nden tarihçi Carrol Quigley, ölümünden sonra yayınlanan “Anglo-Amerikan Müesses Nizamı” adlı eserinde bu kabal hakkında şunları yazdı:

“Bu örgüt, varlığını oldukça başarılı bir şekilde gizlemeyi başardı ve iktidar görüntüsünden çok gerçekliğe sahip olmakla yetinen en etkili üyelerinin çoğu, İngiliz tarihinin önde gelen uzmanları tarafından bile bilinmiyor. Bu Grubun başlıca yöntemlerinden birinin propaganda olduğunu öğrendiğimizde bu daha da şaşırtıcı oluyor.

Grup, 1895’teki Jameson Baskını’nı planladı; 1899-1902 Boer Savaşı’na neden oldu; Rhodes Trust’ı kurdu ve kontrol etti; 1906-1910’da Güney Afrika Birliği’ni kurdu; 1910’da İngiliz İmparatorluğu dergisi The Round Table’ı (Yuvarlak Masa) kurdu ve bu oluşum, Grubun sözcüsü olmaya devam ediyor; bir nesilden fazla bir süredir Oxford’daki All Souls, Balliol ve New Colleges’ta en güçlü tek etki ajanı olmuştur; The Times’ı elli yılı aşkın bir süredir kontrol ediyor, 1919-1922 arasındaki üç yıl dışında, 1908-1918 döneminde “British Commonwealth of Nations” fikrini ve adını duyurdu, Lloyd George’un 1917-1919’daki savaş yönetimindeki ana etki buydu ve 1919 Barış Konferansı’na İngiliz delegasyonuna hakim oldu; Milletler Cemiyeti’nin ve manda sisteminin oluşumu ve yönetimi ile çok ilgisi vardı; 1919’da Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nü kurdu ve hala kontrol ediyor; 1917-1945 döneminde İrlanda, Filistin ve Hindistan’a yönelik İngiliz politikası üzerindeki başlıca etkilerden biriydi; 1920-1940 yılları arasında Almanya’nın yatıştırma politikası üzerinde çok önemli bir etkisi oldu; ve Boer Savaşı’ndan bu yana İngiliz İmparatorluk ve dış politikası tarihinin kaynaklarını ve yazımını çok önemli ölçüde kontrol etti ve hala kontrol ediyor.”

Bu örgüt, NATO’yu yarattı, Soğuk Savaşı yönetti.

1963’te Kanada Başbakanı’nın düşüşünü yönetti, 1971’de bir post-endüstriyel paradigmanın yaratılmasına öncülük etti ve birden fazla kez dünyayı termonükleer savaşa yaklaştırdı.

Strobe Talbott ve onun gibi küreselci ideologlar istedikleri kadar tepinip çığlık atabilirler, ancak Rusya’nın batı hükümetlerine sızmasının ardındaki yalanlar her geçen gün daha hızlı bir şekilde gün ışığına çıkıyor ve Beş Göz (Five Eye-ABD, İngiltere, Avustralya, Kanada ve Y. Zelanda ortak istihbarat oluşumu) istihbarat teşkilatlarının suiistimalleri giderek artıyor.

Bunları görmezden gelmek artık daha zor.

Yeni Dünya Düzeni için 1991 tarihli orijinal senaryonun bir parçası olmayan bir mücadele, yeni işletim sisteminin ne olacağına dair karşıt görüşlerle şekilleniyor: ya kıtlık yaratma ve nüfusun azalmasına dayalı kapalı bir sistem ya da büyüme sınırlarını aşmaya dayalı açık bir sistem.

BRICS+ ve ŞİÖ (Şanghay İşbirliği Örgütü) ülkeleri, derin devlet bahçelerini otlardan arındırmak ve Davos’un ölüm tarikatçılarına karşı uluslararası bir mücadele yürütmek için gerekli gücü giderek artırıyor.

Medeniyet devletlerinin bu koalisyonu ile yüzyıllardır ilk kez kalıtsal oligarşistlerin çabalarını potansiyel olarak geri çevirme şansı doğdu.

Tabii ki, vahşi hayvanlar yaralı ve çaresiz olduklarında daha tehlikeli olurlar.

Russiagate’in çökmesi ve Amerika’daki İngiliz ajanlarının giderek deşifre olmasıyla birlikte, bu canavarların her zamankinden daha tehlikeli olduğu/olacağı asla unutulmamalı.

KAYNAK: https://www.thelastamericanvagabond.com/british-hand-russiagate-exposed/

One thought on “RUSSİAGATE VE KÜRESELCİLERİN ARKASINDAKİ İNGİLİZ EMPERYAL ELİ (YENİDEN) AÇIĞA ÇIKTI

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: