ÇÜRÜK AYDINLAR VE LİSANIMIZ – 5

Burhan Halit KOŞAN

“Zar peşinde kumarbaz, meçhul zevkinde abes
Kelimenin üstünde
Cümlelerin altında
Benim büyük meselem.” (*)

Hikmet yıldızını uyandıran, irfan bağlarını çapalayan ve balçık heykellerini şekillendiren Kumandanım Salih MİRZABEYOĞLU böyle buyurdu. Her bir eserinin bir lüzuma tekâbül ettiği bu mukaddes ihtiyarın Türkçe lisanımıza kazandırdığı metafizik derinlik karşısında hem borçluyuz hem de çok talihliyiz. Allah rızası için, hakikatten, marifetten, gerçeklerden, metafizik derinlikten ve “aşk” denen olgunun kurumu olan tasavvuftan pay alabilmemiz için canını bahşetme feragatinde bulunan bu mukaddes ihtiyara karşı vallahi borçluyuz, billahi borçluyuz. Ulvi kelimelerini, inci dizelerini, yakut cümlelerini ve elmas paragraflarını bahşettiği içinde talihliyiz. Anadolu ikliminin mavi gülü, benim yakışıklı Efem, elementleri çözecek kudretim, sevgilileri kavuşturacak bakışım ve küfrün denklemini dağıtacak kırmızı kalemim yok. Acizim, çaresizim, yoksul bir Türk’üm, himmetinize muhtacım…

FİRKETE

Kaç yazar, İslâmî değerleri ve aziz Türk milletinin ananevi geleneklerini rahatsız edebilir endişesiyle kelimelerini ölçerek ve cümlelerini tartarak yazıyor? Ahlâkî etkisi olan veyahut olmayan kelimeleri araştırmalı ve soruşturmalı mıyız? Diyalektik dediğimiz olgu, yani tarz, yani üslûp, metafiziğin nezaketi ve tasavvufun zerafeti değil mi? Klâsik bir yazar ile modern bir yazarı birbirlerinden ayıran farklar nelerdir? Mülemma, yani her bir dizesinin farklı bir dilde yazıldığı bir şiiri yazabilen bir şairimiz var mı? Herhangi bir devlet yöneticisinin dilek kipi veya kusurlu bir dilek kipi ile konuşması doğru bir üslup mudur? Lisânımıza başka dillerden kelime almak mı kötüdür, gramer almak mı? Kimliğimiz, rütbemiz, statümüz ve iktisadî çıpamız ne olursa olsun ne zaman “Bir saatlik adalet, bütün insanların ve cinlerin ibadetinden daha hayırlıdır” şiarına göre hareket edeceğiz?

YAZARLAR VE YABANCI DİLLER

Yazarlarının izleyici, dedikoducu ve politikacı haydutların tetikçisi konumunu üstlendiği bir ülkede yaşıyoruz. Vahşet derecesindeki iptidai, yani ilkel ve sathi görüşleriyle insanlarımızı zehirleyen bu “çürük aydınlar”, muazzam kibirlerine rağmen kendilerini dünyanın merkezi zannetmektedirler. Küçücük, mini minnacık bir sivilcenin kanserin alameti olması gibi bu modern yazarlar da cılız ve tek heceli kelimeleri kullanma alametleri ile düşünemediklerini ve medeni insan olmadıklarını gösterdikleri halde kendilerini kurtarıcı zannetmektedirler.

Kelimeleri ölçüp biçmeden ve cümleleri kantara çıkarmadan, akıllarından geçen her sözü peş peşe, art arda yazmayı marifet zanneden bu andavalların hâl-i pür melâli ortada iken üniversitelerin durumu çok mu farklı? Bugün, üniversite fakültelerinde ABD veyahut Batı ülkelerinin yan ürünlerinden başka bir şeye rastlayamazsınız. Putperest rejimin teşviki ile Türkçe’ye suikast düzenleyen akademisyenlerin, lisânımızı kirleten ve insanlığı zehirleyen İngilizceyi, İngilizceden çok daha zahmetli olan Fransızcayı, din simsarları ile din bezirgânı kesimlerin yücelttiği Arapçaya kutsiyet atfetmeleri, bu yabancı dilleri bildiklerinden değil, bilmediklerindendir. Beşinci kolun fırıldakları, tikkoz, tikkoz ğonişiram, ne olacağ!

Fransızca, en büyük çaba ve gayrete rağmen çok kötü tepki veren bir dil. İngilizceden çok daha zahmetli, ezber gerektiren kuralsız fiilleri bile başlı başına büyük bir sıkıntı. Fransızca öğrenmek isteyen biri çok güzel pataklanacağını ve harika bir dövülmeyle karşılanacağını kabul etmelidir. “Hazır Fransızca” şablonlar ile öğrenebileceğini ve yeterli olabileceğini zanneden safdil kardeşim, Fransızların büyük düşünce adamlarının sofrasında uzun süre tadına bakmadığın müddetçe Fransızcanın tadını ve kıvamına alamayacağın gibi bu dili öğrenmiş de sayılmazsın. Doğru sorular, doğru gelişmenin anahtarıdır.

Arapça, dili ve diyalektik biçimleri sıkı bir şekilde kodlanmış bir dil olmasına rağmen çok dar bir çevrenin dışında oldukça az kullanıldığı gerçeğine hiç kimse itiraz edemez. Arap ulusu, daha doğrusu Araplarda millet olma şuuru olmadığı için Arap aşiretleri demek daha doğru olur. Evet, aşiret temelli Arap ülkeleri arasındaki kelime mânâlarındaki kopuş o kadar belirgindir ki, bir aşiretin bir kelimeden anladığı mânâ ile diğer aşiretin anladığı arasındaki mânâ tamamen farklıdır. Bir Arap ülkesinde ekmek mânâsına gelen “tabboune” kelimesi başka bir Arap ülkesinde “vajina” mânâsında anlaşılmaktadır. İnternet, uydu medyası gibi dijital etkenlerde rahmanî çeşitliliğe ve kültür zenginliğine değil, parçacıklı, göreceli ve süfli bir Arapçayı oluşturmaktadır. Süfli Arapçanın aralarındaki ayrışmanın derinleşmesine ve bölünmeye sebep olduğunu söylemek bile israftır.

Bugün itibari ile Arapça dilinin birkaç havzaya ayrıldığını söyleyebiliriz. Arapçanın, Ürdün, Lübnan, Suudi Arabistan ve Suriye havzasındaki varyasyonu vahşete, şiddete, teröre ve bölücülüğe teşne iken, BAE, Bahreyn tarafı bölücülüğe, Yemen ve Kahire varyasyonu ise parçacıklı, yani fitne fesat üretmeye odaklıdır. Sıkı bir şekilde kodlanan Arapçanın berrak kaynağına en yakın kullanıldığı havzanın, Irak ile Irak’tan koparılmış olan Kuveyt sahanlığı olduğu hususunda müşterek bir ittifak olduğunu söyleyebilirim. Filoloji ile, yani dil bilimi ile ilgilenen alimler, bedevî geleneğinin genetik aktarımı ve kültürün şifahî tatbikatından dolayı Irak ve Irak’ın sahanlığı olan Kuveyt havzasındaki Arapçanın asli kaynağa en yakın ve benzersiz bir karakteri olduğu hususunda müşterektirler.

RİYASET

Birbirlerine karşı “sahte karşıtlık” sergileyen Faşizm, Kominizim, Siyonizm, totalitarizm ve cumhuriyet cehennemi gibi Liberalizm de demokrasinin çocuklarından biridir. Küreselleşen liberalizm, emperyalist doğasından gelen yağma, talan, sömürü ve soykırım anlayışı ile yeryüzünün bütün milletlerini tarihinden ve mazideki mücadelelerinden kopartarak bütün insanlığa “tek dil İngilizce” dayatmasında bulunmaktadır.

Bilgisayar, küreselleşmeyi, “tek dünya hükümeti” düzenini ve Lâtin alfabesini destekliyor. Yeryüzünün dört yazı sistemine mahkûm edilme çabası, yani Lâtince, Arapça, Kiril ve Çin alfabesinin dünya üzerindeki hakimiyetleri milletlerarası jeopolitik ilişkileri zedeliyor ve tarihî tortulaşmaya tanıklık ediyor. İnsanın kanını donduran bu dil soykırımı, gezegenin her köşesinde işlendiği gibi Anadolu topraklarında da icra ediliyor. Dil değiştirenlerin çoğunun dil değiştirmelerine müteakip duygu ve algı parametrelerinin de değiştiğini söyleyebilirim.

Eğitim denilen olgu, en başta çocuklar olmak üzere, aziz milletimizin bütün fertlerine dört başı mamur bir şekilde kendi lisânını öğretmek, kalplerine erdem cevherlerini yerleştirmek ve marifetlerini ortaya çıkarmak değil midir? Müstemleke ülkelerinde bile olmayan dehşet verici bir vahşetle ilkokul birinci sınıfındaki ana kuzularına, yani Türk balalarına İngiliz katillerinin kirli dilini dayatmak, cellatların konuştuğu İngilizceyi öğreneceksiniz tehdidinde bulunmak ölümcül etkilere yol açmaktadır. Milletimin zihniyeti sömürgeleşiyor ve benim güzel Türkçem soykırıma uğruyor. Vatanıma dikilen ve milletimin aklına saplanan bu zehirli okun nasıl çıkarılacağını bilmiyorum. Zeki insanlar hayatı olduğu gibi değil, olması gerektiği gibi görürler. Zehirli İngilizce okunu nasıl çıkarabileceğimi bilemesem de zihnim yorgun ve kolum kısa olsa da Mavi Bayrağım, turuncu rüyalarım ve büyük bir idealim var.

İngiliz ve Amerika menfaatlerini korumak üzerine tahsis edilen müfredattan dolayı kınalı kuzularımızın, yani Türk çocuklarının bilgileri noksan, idealleri kusurlu olduğu için, ecnebi gramerlerine göre konuşmayı ve yazmayı marifet zannediyorlar. Halbuki dil değiştirenlerin çoğu, lisanlarını değiştirmelerine müteakip duygu ve his parametrelerinin yozlaştığının, saf karakterlerinin bulanıklaştığının, zihinlerinin kabalaştığının ve akıllarının iğdiş edildiğinin farkına bile varamıyorlar. Sonuçta İngilizce celladının eliyle öldürdüğü Türkçe ile yaşamak mecburiyetindeki çocuklarımızın zihniyetleri gerici unsurların bilim hurafesi ve teknoloji yalanları ile sömürgeleştiriliyor. Ergenliğinin ardından da Türkçe yazmanın imkânsızlığı, birlikte yaşamaya mecbur olduğu ölü bir Türkçe ile yazmanın imkânsızlığı veya başka bir dilde yazmanın imkânsızlığıyla karşılaşıyor. Çocukları zehirleyenler, yargılanacaksınız!

Riyaset makamını işgâl eden hergelelerin ve meclisi işgâl eden politikacı madrabazların tetiklediği popülizm, yani halk dalkavukluğu, yani süfli nefislerine doğru gelen her şey, etnik terörü, tedhişi, iğfal ve tecavüzü, kaosu, iktisadî yağmayı, cinayet ve organize çetelerin en şiddetli biçimine giden bütün yolları açıyor. Ahalimizin değerlerine karşı gerçekleştirdikleri ihanetlerini, maskaralık, şaklabanlık, şebeklik ve soytarılıklarıyla gizleyen bu muhterisler, Küresel Liberalizmin taşeronlarıdır. Gâvur uşakları, mağlup edemezsiniz Türk’ün oğlunu!

Aziz Türk milletinin istikbâline bile temlik koyan, tahdit koyan bu anlayış karşısında, kudretli mazimiz ve azametli lisanımızın yok edilmesi karşısında boyun mu eğmeliyiz yoksa baş mı kaldırmalıyız? Türk, her milletten daha fazla keskin zekâlı, daha anlayışlı, daha saf, çok daha bereketlidir. İnancımıza ve kimliğimize ve lisanımıza yönelik tehdit çok gerçek olduğu halde riyaset makamında bulunanların hoyrat davranışları, kof duyguları, hazcı hayat tarzları ve hele hele “dilek kipi” ile kurdukları cümlelerin tamamı hezeyanın ve alaycılığın sınırlarını zorluyor. Evet, küresel liberalizmin taşeronu olan politikacı madrabazlar ve çürük aydınlar, “dilek kipi ve dil şiddeti” cinayetinde müşterektirler. Gök gürültülü höykürmeleri ve mikrofon şaklabanlıkları, kudretlerinin alâmeti değil, sefil pozisyonlarının göstergesi ve kepaze olmalarının alâmeti farikasıdır.

NÜANS VE DİLİ GEÇMİŞ ZAMAN

Biz bu dünyaya kazık çakmadık, ebedî değiliz. Kabul edelim veyahut etmeyelim, her birimiz liberal pazar kültürünün yayılmasıyla birlikte tek renkli bir dünyanın kuşatması altındayız. Farkında olalım veya olmayalım her şey ya siyah ya beyaz olmakla birlikte her bir siyah veya beyazın da nüansları vardır. Hani demem o ki, nüansa, sadmeye, katmana ve renk tonuna dikkat etmediğimiz takdirde hile, hilekâr, aldatan, avutan, kandıran, yönlendiren ve şaşırtan mânâlarına gelen “renk” çıkmazında ya kaybolur ya aldatılırız.

Yakışıklı kardeşim ve nahif kız kardeşim, aynı delikten ikinci defa ısırılmamak için hilekâr olan rengin görüntüsüne değil, rengin hangi tonda olduğuna odaklanmalıyız. Aynı şekilde “yara, derin yara, bıçak yarası, iz bırakan” mânâlarına gelen “kelime”, yani harfler öbeğini idrak edebilmemiz için de nüansa dikkat etmeliyiz. Hani demem o ki, kelimelerden inşa edilen cümlelerdeki muradı kestirebilmek için cümleleri kaleme alanın kimliği, memleketi, şeceresi, şuur seviyesi, cinsiyeti, kültürü, inancı, ülküsü, gerçekleşmesini istedikleri ve benzeri nüanslarına odaklanarak değerlendirmeliyiz. Gölgem, peşimden ister gelsin ister gelmesin. Ben, Mavi Bayrağın gölgesini takip ediyorum. Ve sen, oturduğunda kaynayan, divanda hoplayan, duvarlara tırmanan ve bahçedeki ağaçlardan inmeyen masum kerata, “harf”, “sağınık, darmadağınık, karman çorman” mânâsına gelir. Mini minnacık bir mola…

Rüyâ mı, hayâl mi, düş mü, gerçek mi bilmiyorum. Türk yurtları olan Taşkent, Semerkant,

Buhara, Delhi, Tebriz, Kerkük, Selçuklu yurdu ve mavi mescidin bulunduğu Erivan ve Atsız Atamın tapusunu aldığı Kudüs değildi. Ne mekân ne lâ mekândı. Bir boşlukta mesafeleri kat ediyordum. Şüphe çölünü geçtim, metanet dağını aştım ve sabır köprüsünde yürüyüp tam hakikat vadisine girecektim ki, kahverengi kaşe pantolonu yamalı, başında mavi börkü olan bir seyyahla karşılaştım.

Dedim: Selâmün aleyküm!

Dedi: Aleyküm selâm!

Dedim: Nasılsın?

Dedi: Mahşerde belli olacak.

Dedim: Bu ne güzel sözdür.

Dedi: Söz kimyasının saf yürekli erleriyiz.

Dedim: Aşk nedir?

Dedi: Hem kitaptır hem kılıçtır. “Aşk her şeydir”…

Baktım, çehresi sarardı, gözleri nemlendi ve sessizliğin senfonisi başladı. El vedalaştık…

Türkçe lisanımızın kurucu figürü olan Ali Şir NEVAÎ: “Dil, çok onurlu bir konuşma aracıdır. Konuşmanın uygunsuz olduğu ortaya çıkarsa, bu bir dil felâketidir” buyurdu. Evet, dilimizin felâketi olan uygunsuz konuşma yapan müptezellerin, “çürük aydınlar ile politikacı şebekler” olduğu hususunda müşterek ve mutabıkız. Gül kokan ve tebessümü narçiçeği olan Türkçe lisanımızı, masum mimikleri ile en güzel şekilde ifade eden, sözleri cazibeli kullananların çocuklar olduğu hususunda da mutabık olduğumuza inanıyorum. Evet, harfleri düşmüş eksik sözleri ve kırık cümleleri ile lisanın protokol kurallarına uymadıkları halde, renklerin bütün tonlarını, kelimelerin mânâsını ve dilbilgisinin bütün gramerini alt üst ettikleri halde harikulâde yöntemler bulan ve uygulayabilenler, sadece ve sadece masum Türk balaları ile veliyullahtır… İnanmadığın sürece, anlayamazsın.

Takdir edersiniz ki, çok seçkin insanların haricindeki genel çoğunluğun, maziye, geçmişe, tarihe veya istikbâlde tahakkuk edebilecek olan vakalara karşı merakı, çok kıymetli bir yol göstericisidir. Bütün dünya dillerinde olduğu gibi Türkçe’de de zaman kiplerini kullanma ve koku, ses, duygu ve manevî hazları nakletme konusunda genel bir eksiklik yaşadığımızı kabul etmeli ve doğal karşılamalıyız. Evet, dağıldığımız, savrulduğumuz ve daha da ötesi savurganlığın daniskasını yaşadığımız zaman kipleri, her bir dilin en zahmetli kısmı olma şanına sahiptir. Zaman kiplerinin en belâlısı ve hır gür çıkaranı da dili geçmiş zaman kipi olduğunu söylemeliyim. İki gözüm bugün Cuma, bir ekmek ver gideyim.

Dili geçmiş zaman: Geçmişin anlarını üst üste ezdiği halde yine de silinmeyen veyahut silinemeyen özneleri, istikbâle ulaştıran çok amaçlı bir geçmiş zaman kipidir. Herhangi bir ferdin veya bir devletin hafızası olarak görebileceğimiz dili geçmiş zaman kipi, geçmişten aktarılmasına mecbur kalınan ihtiyaçları karşılayan bellek, hafıza veya arşiv de diyebiliriz. Kaderimiz olan Türkçe, kesinlikle ve kesinlikle anlık kullanımlarla sınırlı olamayacağı gibi ahmaklar tarafından konuşulan tek heceli ifadelere ve şapşalların kutsadığı aforizmalara da indirgenemez. İnşâ edeceğimiz istikbalimiz için, gerçekleşmesini tahayyül ettiğimiz yarınımız için kaleme alınan tarihî romanlarımız, masallarımız, menkıbelerimiz, macera, seyahat ve hatıratlarımızı yazabilmek için, dili geçmiş zaman kipine muhtaç değil miyiz?

KLASİK YAZARLAR VE MODERN YAZARLAR

Benim alın yazım Türkçe yazıldı ve göbeğim Türkçe kesildi. Ekmek ve sudan vazgeçmek ve mecbur kalındığında candan vazgeçmek, sözden vazgeçmekten daha kolaydır. Hani demem o ki, yokuş aşağı yuvarlanan bir millet ve parçalanacak bir devlet bütün alanlarda zayıflar, güçten düşer, cılızlaşır ve ölüm döşeğine uzanır. Bir milletin veya bir devletin kaderi, dilinin kaderi ile bağlantılıdır. Bir milletin veya bir devletin parçalanması ile dilinin bayağılaşması birbiriyle orantılıdır. Birilerinin gözlerine perde olan ağaçtan dolayı, ormanı görememesi benim suçum değil ki…

Klâsik bir yazarın kelimeleri mukaddesata mutabık, teşbihi müşfik, sıfatı cazibeli, bağlacı vefalı, öznesi edepli, yüklemi merhametli, grameri imânlıdır. Yaşadığı çağın gerçeklerine, kurallarına, kanunlarına, anlayışına göre değil, inandığı ve imân ettiği hakikatin prensipleri, idealleri ve ütopyasına göre hareket etmeyi tercih eder. Hani demem o ki, klâsik bir yazar, kuru kalabalığın gürültüsü ile patırtısına aldanmaz ve akıntısında kaybolmaz, inandığı değerlere aykırı olmadığı müddetçe derleyici, toparlayıcı, birleştirici olma vasıflarından asla ve kata ödün vermez. Şahsında temeyyüz eden dirayeti, cesareti, merhameti, şefkati, cömertliği, kibarlığı, adaleti ve nahifliği ve benzeri davranışlarıyla hemencecik fark edilir.

Gülücüklerin sahtekâr, tebessümlerin mekanikleştiği, gururun kalmadığı ve erdemin son çığlığı olan imânlı romantizmin sahneden çekilmesi ile mahcubiyet ve utangaçlık kayboldu; utanmazlık, aymazlık, soysuzluk, arsızlık moda oldu. Cumhuriyet cehennemi ile birlikte pervasızlıkta sınır tanımayan azılı Türk düşmanları, yani modern yazarlar, yani çürük aydınların, takma adı Voltaire olan François Marie Arouet denen ahlâksızı model aldıklarını söyleyebilirim. Edebiyatta ideolojik dedikoduyu başlatan ve müfteri olmanın tekniklerini öğreten bu ahlâksız, süfli ve bayağı düzeyindeki malûmatı ile bir kepaze olsa da Türkiye’deki bütün modern yazarların rol modelidir.

Süfli sözleri peş peşe dizmeyi marifet diye pazarlayan modern yazarların davranışları ve duyguları patavatsız olduğu gibi ilime ve bilime olan yaklaşımları da patavatsızdır. Nüansa kin kusan, teşbihin katili, sıfatın celladı, önerme cümlelerinin katili ve her gördükleri özneye tecavüz etmeye yeltenen bu kaypak puştların yargılanması gereken tek yer ağır ceza mahkemesidir. Faullerin faili ve sanığı olan çürük aydınlarla birlikte erketeye yatan, yardım ve yataklık yapan hainlerin, dilimize karşı işledikleri en tehlikeli cürümleri “gramer şirki”dir.

Devam edecek…

* Meselem şiiri / Salih MİRZABEYOĞLU

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d