“ARAP DÜŞMANLIĞININ TEMELİNDE İSLÂM DÜŞMANLIĞI VARDIR!”
Hemen heyecanlanmayın. Başlıktaki tespit “dinci”, “ümmetçi” diye etiketlenen birisine ait değil. Zaten bir zamanlar bu iki yaftayı dilinden düşürmeyen ve onları aslî mânâsıyla temellendirmek yerine, kitabı tersinden okurcasına Türk’e ait millî ve tarihî hakları baltalamak için istismar edenlerin ekseriyeti bugünlerde Haçlı safında yer alıp Arap coğrafyasını işgal etmenin reel politiğini(!) yapmakla meşgul. “Ümmet” dedikleri de nazarlarında kendi partilerine oy verenlerden müteşekkil bir sürüden fazla kıymete haiz değil.
Hani “yağma Hasan’ın böreği birimize fazla ikimize az” diye birbirlerine girdikleri ve bu uğurda kötülükte sınır tanımadıkları cemaat ile ne eksik, ne fazla, tıpatıp aynı ahlâk(sızlık). Fetullah Gülen nasıl ki ümmetin kazanımlarını kendi kazanımlarından ibaret görüyor ve bunları korumak için her türlü entrikayı mûbah kabul ediyorsa, AKP çevrelerince de ümmet denilen şey artık Erdoğan’ın reisliğine şeksiz şüphesiz biat edenlerden başkası değildir. Her iki taraf, ümmeti kendi bağlılar halkasından ibaret telakki ettiğini defalarca göstermiştir. Ayrılan yol arkadaşlarına dinden çıkanlara bile göstermedikleri tepkiler, Allah Resûlüne küfreden karikatürcülerin ifâde hürriyetine(!) sahip çıkarken, efendilerine yönelik en masum tenkitler karşısında bile salya köpük kendilerini kaybedivermeleri hatırlanırsa resim ortaya çıkar.
Fetullah kendi kazanımları için Ankara ve İstanbul’un savaş uçakları tarafından bombalanmasını en ufak bir teessür göstermeden emredebiliyorsa, Erdoğan’da aynı şekilde kendi kazanımları için Musul’un, Bağdat’ın ve türlü İslâm şehirlerinin bombalanmasını defalarca istemiştir. Onların nezdinde bunun adı “reel politik”tir. Reel politik mi? Hani canım Salih Mirzabeyoğlu’nun “Amerika’nın helâ taşlarını yalamak” diye bahsettiği “gerçekçilik.”
Başlığa dönecek olursak, tespit, iyi bir Türk Milliyetçisine, merhum Prof.Dr. Erol Güngör hocaya aittir. Türk sosyolojisinin en önemli isimlerindendir. Memlekette sosyal psikolojinin bir ilim sahası olarak kök salıp gelişmesinde en büyük pay sahibidir. Sadece ilim sahasında değil, milliyetçilik meselesine dair tahlilleriyle ülkücü hareket üzerinde önemli bir yol gösterici, bir düşünce rehberidir. 1975 yılında yayınlanan ilk kitabı “Türk Kültürü ve Milliyetçilik“in son bölümü “Koptuğumuz Dünya” başlığını taşır. Kültür ve Milliyetçilik meselesini “koptuğumuz” daha doğrusu koparıldığımız dünya olan Ortadoğu ve İslâm coğrafyası ile iç içe işlemek o dönemde bir Türk Milliyetçisi için kendi mahallesinde bir risktir. Sanırım aynı sene hazırlanan Atsız Armağanı’na yazdığı Ziya Gökalp eleştirisi için zaten hedef tahtasındadır ve bu şartlarda şu tespiti yapabilmek her babayiğidin harcı değildir:
“…Büyük Harpten sonra İngiliz işgali altında kalan Arap memleketlerinde bütün tarih kitapları İngilizler tarafından yazdırılmış ve böylece Arap okullarında yeni nesillere şiddetli bir Türk düşmanlığı aşılanmaya çalışılmıştır. (…)
Unutmayalım ki, Batılı devletlerin Birinci Dünya Harbinden sonra Ortadoğu’ya ekmiş oldukları nifâk tohumları bize de çok tesir etmiştir. Arap deyince, yeni Türk nesillerinin aklına daima Türk ordularını arkadan vuran İngiliz maşası bedevî kabileleri gelir; Araplar da Türk deyince en çok İttihatçı Cemal Paşa’nın Suriye’de yaptıklarını hatırlarlar. Her iki tasavvur da yanlıştır, iki tarafı birbirine düşman etmek için İngilizler tarafından uydurulmuştur. Arapların bu yanlış tasavvurdan kurtulmalarını istiyorsak, biz de memleketimizdeki Batı kuklası münevverlerin sistemli bir şekilde yerleştirmeye çalıştığı Arap düşmanlığının bütün izlerini silmeliyiz. Unutmayalım ki, “ARAP DÜŞMANLIĞI PROPAGANDASININ TEMELİNDE İSLÂM DÜŞMANLIĞI VARDIR; İslâm dünyasının yan yana yaşayan iki büyük kitlesini birbirine düşman etmek, böylece her birini tek tek Batılılara esir etmek gayreti vardır.” (Prof. Dr. Erol Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, Ötüken Yay. 14. Basım, 1999, Sayfa: 235, 236)
Mahalle riski demişken, “solcu” ve “Kemalist” Attila İlhan’ın da hemen aynı senelerde ve aynı mevzuda aldığı risk daha az değildir:
“Cumhuriyetin ilk kuşaklarından itibaren, Türkiye’de bir Arap düşmanlığı almış yürümüştür. Temeli de aynı: Birinci Dünya Savaşı sırasında Lawrence’nin dağıttığı altınlar, bunlara satılıp Osmanlı’yı çöl savaşında arkasından hançerleyen Arap şeyhleri! Bunda hiç kuşkusuz gerçek bir yan bulunuyordu, bulunuyordu ama, İngiliz emperyalizminin bölgedeki petrol çıkarlarını güven altında tutmak için Türklerle Araplar arasında sürekli bir düşmanlığı körüklemenin ne kadar yararlı olacağı da açıktı. Bunu ne zaman anladım bilir misiniz, İkinci Dünya Savaşından sonra, ilk tanışmak olanağını bulduğum Mısırlı aydın solcular, bana Türkiye’nin Araplara ihanetinden söz ettikleri zaman! Aaa, adamlar bizim onlara yakıştırdığımız kusurların aynını, bizde buluyorlardı; onları yalnız bırakmışız, terk etmişiz, batılı olmuşuz, gâvur olmuşuz filân!
Demek tavşana kaç tazıya tut politikasıyla, emperyalizm amacını bir güzel gerçekleştiriyordu.” (Attila İlhan, Hangi Batı, Bilgi yayınları, 3.basım, Şubat 1982, S: 166)
Peki, birisi en basit yaftayla “solcu” diğeri ise “sağcı” olan bu iki önemli fikir adamına aynı meselede aynı tespitleri yaptıran “şey” nedir? Sakın sahici bir Türk’ün alâmet-i farikası olan, genlerinde saklı tarihi bir haslet, Batıdan gelme Haçlı saldırılarına karşı “mazlum milletlere” siper olma geleneği olmasın?
Merhum Erol hoca meseleyi durum tespitinden ibaret bırakmıyor ve derhal bir karar vermeye davet ediyordu:
“Avrupa Ortak Pazarının kuyruğu mu, yoksa Ortadoğu’nun başı mı olacağız? Bize düşman olan ve düşman kalacak bir medeniyetin çöpçülük hizmetini mi, yoksa kendi medeniyetimizin öncülüğünü mü yapacağız?” (Prof.Dr.Erol Güngör, a.g.e. S: 236)
Bugün artık başka bir şekle giren Avrupa Ortak Pazarı yerine ABD ve AB’yi koyup, bu soruya cevap vermeyi deneyin? Ne yapıyoruz ve aslında ne yapmalıyız? Tıpkı “solcu” Attila İlhan ve “sağcı” Erol Güngör gibi bütün gerçek Türkler bunun cevabını bilmesine biliyor da… Ya her kesimin madde ve mânâda nesebi belirsizlerine ne demeli?
Musul bombalanır ve yağmalanırken bir zamanlar dilerinden düşürmedikleri Mehmed Akif’’i olsun acaba hatırlayanı çıkar mı? Ne diyordu, Safahat’ın üçüncü kitabı olan Hakkın Sesleri’nde:
Üç beyinsiz kafanın derdine üç milyon halk
Bak, nasıl doğranıyor, kalk baba, kabrinden kalk!
(…)
Ne Araplık, ne de Türklük kalacak aç gözünü!
Dinle Peygamber-i zişânın ilâhî sözünü.
Türk Arapsız yaşamaz. Kim ki “yaşar” der, delidir.
(…)
Veriniz başbaşa; zira sonu hüsrân-ı mübin
Ne hükümet kalıyor ortada, billâhi ne din!
Gökhan YAMANGÜL – 18.10.2016
ADIMLAR Dergisi