ANTİEMPERYALİST MÜCADELENİN PRENSİPLERİ -2- “FİKİR ÇAĞI” DİYALEKTİĞİ

ANTİEMPERYALİST MÜCADELENİN PRENSİPLERİ -2- “FİKİR ÇAĞI” DİYALEKTİĞİ

(…)

3. Emperyalizmin Araçlarından Biri Olarak Kapitalizm

Şu halde, her ne kadar “imparatorluk” kavramıyla aynı kökten gelmiş olsa da, “emperyalizm”in imparatorluklarla değil “kolonyalist-sömürgeci” yaklaşımla ilişkisi vardır. Her imparatorluğa “emperyalist” denemeyeceği gibi, sömürgeciliğin gelişmiş ve incelmiş bir hali görülen her yerde de “emperyalizm” aranabilir. Kısacası, kolonyalizm, emperyalizmin ilkel ve kaba hâlidir; emperyalizm ise kolonyalizmin modern ve sofistike şekli…

Ancak burada kelimenin emperyalist anlamına olduğu gibi, leninist anlamına da itiraz etmek gerekir; çünkü kapitalizm, emperyalizmin bir şartı değil, sadece elverişli bir vasıtasıdır. Kapitalizme başvurmadan da emperyalist olunabilir. Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti, buna iki uygun örnektir. Bu devletler, işgal veya nüfuz ettikleri bölgelerin kaynaklarını, arada kapitalizm olmadan sömürürler; bunun yanında “kültür emperyalizmi” uygular ve sözkonusu kavrama ayrıca emsal teşkil ederler.

Bununla birlikte kaba işgal ve nüfuza dayanmayan “asıl emperyalizm”in en güçlü silahı kapitalizmdir. Kapitalizm sayesinde sömürgecilik sofistike hale gelmiştir. Amerikan emperyalizmi, buna en iyi örnektir. ABD, kapitalizme teşne olmamayı doğrudan doğruya “savaş sebebi” saymaktadır. Tabii bunu böyle söyemez: “Serbest ticareti engellemek suçu işleyen devletler” der. Bu suçu (!) işleyen devletler, ABD’nin düşmanı ve imha hedefi kabul edilir. Mesela Irak, Libya, bu yüzden ABD’nin düşmanı sayılmıştır.

Kapitalizmin ne olduğunu anlamak için, onu en derinden tahlil etmiş olan Karl Marx, tek başına kafa karıştırıcı olabilir; meseleyi, onun gelişimi içinde, eleştirileri ve onarımlarıyla birlikte ele almak gerekir. Sözgelimi Ali Şeriatî şöyle der:

-“Marks ve Engels, Avrupa’da biriken servetin, Avrupa proleteryasının bir emeği ve batı üretim tekniklerinin bir semeresi olduğunu sanıyorlardı. Bak sen, şu dört dörtlük kanaate?!. Oysa gerçek, bu beylerin sandığı gibi değil. Belki serveti meydana getiren yağmadır, üretim değil! Asya ve Afrika’nın sömürgeleştirilmesidir, Avrupa işçisinin çalıştırılması değil! Asya ve Latin Amerika’nın petrolü, Hint-Çin keneviri, Afrika ve Brezilya kauçuğu, Tanzanya elmas’ı, Mısır keten ve pamuğu ile beleş bakır, kurşun, demir ve kömür yataklarıdır. Yoksa Avrupa proleteryasının emeği değildir!

Şimdi bu, son derece dikkate değer bir eleştiridir. Karl Marx, kapitalizmi “sınıf mücadelesi” ile açıklıyordu; oysa kapitalizm, özellikle “emperyalist mücadele”nin bir ürünüdür. Tabiatı gereği emperyalizmle özdeştir. Batı kolonyalizminin bir ürünüdür. Batılılar, servetlerini kendi içlerindeki üretimle değil, Doğu’da ve üçüncü dünya ülkelerinde yaptıkları sömürülerle elde ettiler. Onun için antiemperyalist mücadele, saf bir antikapitalist mücadele olmayıp, onunla birlikte, Batı dışındaki milletlerin Batı tahakkümünden kurtuluş mücadelesidir.

Son bir yıldır devam etmekte olan “Arap Baharı” projesine nazaran da görülebilir bu. “Arap ülkelerine demokrasi götürmek” için düğmeye bastı Batılılar; fakat Suudi Arabistan’ı “demokrasi götürülecek ülke” olarak görmediler. Çünkü asıl amaç demokrasi götürmek değil, kapitalizm götürmekti. Bir ülkeye kapitalizm girdiği zaman, emperyalizm de girmiş olur. Suudi Arabistan’da zaten vardı kapitalizm. Onun diktatörlükle yönetilmesi Batılıları hiç enterese etmedi.

Şimdi Suriye’ye bakalım: Türkiye, Suriye rejiminin devrilmesi projesinde Batılılar’la ortak hareket ediyor. Peki bundan Türkiye’nin kazancı ne olacak? Esad rejimi yıkıldıktan sonra, Suriye’ye Türk şirketlerinin girmesi mi? İyi de, hangi Türk şirketleri? Savaş sanayii dersen, Batılılar’ın elinde… Otomotiv öyle; elektronik, bilgisayar vesaire öyle… Türk şirketleri nesiyle girebilecek oraya?.. İnşaat, şekerleme ve tekstil alanı dışında hangi sahada boy gösterebiliyorlar? Demek ki, aslan payını Batılı şirketler alacak mecburen. Zaten dünya görüşü ve hayat tarzını da Batılılaştıracaklar; “laiklik ve demokrasi götürecekler”. Senin o noktada da sunacağın bir teklif yok ki!

Bu, kapitalizmin ne demek olduğunu gösteren çarpıcı bir misaldir. Kapitalizm, büyük sermaye, üstün teknolojidir. Bunlar kimin elindeyse, sömürü de onun elindedir. Bunlara ilaveten, “tüketim alışkanlığı”dır. Kozmetiğinden giyimine, cep telefonundan yeme içme biçimine kadar her şeyiyle “Batılı hayat tarzı”nın benimsetilmesi dâvâsıdır. Her Batılı şirket bir sömürü aracıdır. Her Batılı şirket, emperyalizmin bir karakoludur. Bu şirketleri ülkesine sokmayan, sermaye ve teknolojisini “milli” standartları içinde kurmaya çalışan ülkelerse, Batı’nın “serbest ticarete engelci” diyerek düşman gördüğü ülkelerdir.

Şu halde geçmişte “imparatorluk” şartı arayan emperyalizm, günümüzde büyük sermaye ve üstün teknolojiyi temsil eden “kapitalist şirket” ayağıyla yürümektedir.

4. Emperyalizmin Araçlarından Biri Olarak Demokrasi

Batı dışındaki bir ülke eğer demokrasi ile yönetiliyorsa, o ülke emperyalizmin oyuncağı demektir. Çünkü demokrasi ile yönetilen ülkelerde hiçbir zaman güçlü bir hükümet, sağlam bir toplum ve “milli bir sermaye” sözkonusu olmaz. Bu ülkeler, Batı’dan gelecek yatırımlara ve bu yolla Batılı ülkelerin sömürülerine muhtaç durumdadırlar. “Dış yatırım” ve “sıcak para girişi” varsa işler tıkırındadır; yoksa, IMF’den yardım dilenirler.

Ancak bu, işin yalnız bir ayağıdır. Bir de işin “kültür emperyalizmi” boyutu vardır ve bunun da en önemli şartı, demokrasidir. Kültür emperyalizmi, bir tür asimilasyondur, kendine benzetme hareketdir; Batı dışındaki milletlerin kültürlerini yok etme ve onları Batılı milletlere benzetme hareketi… Demokrasi ile yönetilen hiçbir ülke, kültür emperalizmine karşı koyamaz. İnternetinden cep telefonuna, hamburgerinden kolasına, homoseksüelinden mini eteğine kadar Batı’nın verdiği her şeyi kabul etmek zorundadır. Sıkıysa “ben internet istemiyorum” veya “ben homoseksüllere karşıyım” desin. Sıkıysa alkolizme laf söylesin. İmkânı var mı bunun? Demokarsiye ve özgürlüklere düşman diye tefe koyarlar adamı!

Demokrasi, bir yozlaştırma aracıdır. Batı dışındaki ülkelerde demokrasi, toplumu sürekli bir kriz ve kavga halinde yönetilmesidir. Çünkü yerel değerlerle demokrasinin getirdiği Batı değerleri arasında çatışma sürmekte, bunun sonucu olarak suç oranları daima yüksek olmaktadır. Demokrasi, Batı dışındaki ülkelerde sürekli biçimde kaatil, ayyaş, soyguncu, hırsız, tecavüzcü, uyuşturucu bağımlısı, fahişe, homoseksüel, hatta travesti ve transseksüel denen yeni türler yetiştirmektedir. Bunlar demokrasinin üçüncü dünyaya hediyeleridir. Bunlarla mücadele, demokrasi içinde, sahte bir mücadeledir. Çünkü bunları üreten bizzat demokrasidir.

Düşünün: Demokratik bir düzen içinde değerli olan şey nedir, değersiz olan şey nedir? Öncelikle kemmiyet değerli, keyfiyet değersizdir. Bir kuru kalabalığın attığı slogan değerli, bir mütefekkirin ürettiği düşünce değersizdir. Bir dansöz, bir şarkıcı, bir manken, bir film yıldızı, bir futbolcu ve bunun gibi eğlence sektörünü ayakta tutan kimseler değerli, gerçek fikir ve sanat işçiliği değersizdir. Çalmak, çırpmak, kaçakçılık yapmak, vurgunculuk yapmak değerli, alınteri ile çalışmak değersizdir. Bir işçinin bir yılda kazanacağını, kıçını açan biçimli bir kaltak bir gecede kazanabilir. İki şey en değersizdir: Fikir ve emek… Namus, ahlak, inanç çok değersizdir; şarlatanlık, şamatacılık, namussuzluk çok değerlidir.

Bugün toplumda çeşitli insan tipleri görürsünüz. Katiller, soyguncular, çocuk istismarcıları, mafyacılar, gıda sahtekârları, boşanmak isteyen karısını boğazlayan ruh hastaları ilh. Bunlar ve daha niceleri, hiçbiri “tam suçlu” değil, hepsi “yarı suçlu”dur; çünkü onları üreten bir demokratik ortam vardır. Onlar, bu düzenin ürettiği, şekillendirdiği, sevkettiği adamlardır. Bu düzen devam etiği sürece, yerel değerler ile demokratik değerler arasındaki çatışma sürecek ve bu tip adamlar olacaktır. Siz pornografiyi, uyuşturucuyu, kaçakçılığı, sahtekârlığı “yasadışı” mı sanıyorsunuz? Bunlar demokrasinin gereğidir. Siyasi kavgalar, terör, anarşi, sonu gelmez tartışmalar, geçimsizlikler, güvensizlikler, aldatmalar, dolandırmalar, bozuk para gibi harcamalar, hep demokrasinin gereğidir.

Şimdi hiç kimse kalkıp da “muhafazkâr demokratlık” çok iyi, çok güzel işler yaptı demesin: Kaç tane genç kız, bir yuva kurmaktan umudunu kesti de kendini ona buna verdi? Kaç tane adam, borçlarını ödeyememekten çıldırdı da alkole sarıldı? Veya kaç tanesi, hiçbir zoru yokken, sırf örnek gösterilen “zenginler ve ünlüler” gibi yaşamak adına kötü yola düştü? Yukarıda tasvir ettiğimiz tablolarda en küçük değişiklik –olumlu yönde- oldu mu? Bunlardan sorumlu değil midir “Muhafazakâr demokratlık”? Sadece cuntaların tasfiyesinden mi sorumludur? Toplumun soysuzlaşması kimsenin suçu değil midir?

Ama diyeceksiniz ki, Batı’da demokrasi var ve bunlar olmuyor. Batı’da demokrasi varsa, bir teamülün, bir tekâmülün sonucu olarak var. Yüzlerce yıl süren çatışmaların bir sonucu olarak var. Batı’da demokrasi, Batı kültür ve medeniyetinin tabii bir uzantısı olarak var. Bu anlamda da Batılı toplumlar, bu uzantı ve tekâmül içinde, belli bir rehah seviyesinde tutunduğu ve kendi yozlaşmasını tamamladığı için bu tür örnekler yok; veya daha az var. Oysa Batı dışındaki toplumlarda demokrasi, bizzat kültür emperyalizminin bir aracı, soysuzlaştırmanın ve toplum içi çatışmanın bir sağlayıcısı, temin edicisi konumundadır.

5. Emperyalizmin Alternatifi “Fikir Çağı” Diyalektiğidir

Kültür emperyalizmi, farkında olunduğu üzere, az çok netameli bir kavramdır. Batı’dan gelen her şey kültür emperyalizmi midir, yoksa bazı şeyler mi? Doğu ülkelerinin büyük sıkıntılarından biri de budur; diğer üçüncü dünya ülkelerinin de “çözümsüz” bıraktığı mevzu…

Bugün İran ve Suudi Arabistan’da, birbirine düşman karakterde, karikatürize şeriat idareleri var. Bunlar Batı’dan ne kadar, ne alsınlar, bir türlü bir çözüme kavuşturamıyorlar. Bazı şeylere ister istemez direnemiyorlar. Ama her şeyi olduğu gibi almak da toplumlarında büyük bir kaosa yol açıyor. Suudiler, otomobillerin en pahalılarını aldılarsa da kadınları direksiyona geçirip geçirmemeye karar veremiyorlar. İran profesyonel futbola yeşil ışık yaktı, ama huliganları ne yapacağını kestiremiyor. Daha önce çok daha acaibi Afganistan’da vardı: Batı’dan silah dışında herangi bir şey almayı küfür sayıyorlardı!

Hemen söyleyelim ki, bu sadece İslâm ülkelerinin bir müşkülü değildir. Komünizmle yönetilen Kuzey Kore, cep telefonuna, internete, hamburger ve pizzaya, kadınların pantolon giyebilmesine vesaire karşı epey bir mücadele verdi. Ondan önce Çin, Batı’nın değerlerine ne kadar teslim olup ne kadar olmayacağını bir türlü bilemedi de, en son bir kuru siyasi direnişi kaldı. Keza, Küba başta olmak üzere diğer Latin Amerika ülkelerinde, Afrika ülkelerinde, kültür emperyalizmine direnç noktasında büyük problemler yaşanıyor. Bazı şeyler, medeniyetin motorunun Batı olmasından dolayı ister istemez geliyor da, ne kadarı gelmeli, hangisi gelmemeli hususu kapkaranlık kalıyor.

Bir çok ülkenin, önce direnip sonra teslim bayrağını çektiğini görüyoruz. Çünkü direnç, Batı kültür emperyalizmine karşı kendi değerlerinini üretemeyen bir noktada. Batı’nın demokrasisine karşı tek alternatif diktatörlük müdür? Emperyalizme karşı durmak için her hangi bir yasa dışı çetenin-cuntanın kanatları altına girmek mi gerekir? Batı’nın kadınları çekici ve seksi yapma formülleri karşısında kadınların toplum hayatına girmemesi midir çözüm? Yahut, ona olduğu gibi teslim olup, işi kuru bir siyasi direnç noktasında bırakmak mıdır?

Şu bir vakıa ki, kültür emperyalizmine karşı işi kuru inatta bırakan, kendi estetğini üretemeyen, kendi değerlerini ortaya koyamayan bir antiemperyalist dünya var. Batı adamı başıboş eşek gibi çayıra bırakırken, güya ona alternaif olarak OHAL kapsamında insanı dipçik zoruyla, her adımını polis takibiyle ve çeşitli ceza ve tehditlerle bir hizada tutmaya çalışmak, Batı emperyalizmine hükmen yenik duruma düşmektir. Akıl ve vicdan sahasındaki mücadeleyi kaybettikten sonra, güzellik alanında rakip olamadıktan sonra, istediğin kadar ayak dire; sonun çöküş… Akıl olarak yeniksin, vicdan olarak yeniksin, estetik olarak yeniksin, ama antiemperyalist mücadele vereceksin; bulursan bana da ver…

İşte İBDA Diyalektiği tam bu noktada devreye giriyor ve insanlığa gerçek bir antiemperyalist mücadelenin mümkün olduğunu müjdeliyor, kurtuluş bestesinin notalarını öğretiyor:

-“Motor gürültüleri, savaşlar, esrar ve eroin dalgaları, sapıklık ve fuhuş, iyi ve kötü değer yargılarının ismiyle bile unutulmaya başlandığı bir zamanda, fikrin ‘beş para etmez’ bir değer hükmüne indirildiği dünya çapı mekânda, yeni bir `fikir çağı` doğuyor.”

İmkânlar aleminde, bütün deliller, böyle bir çağın doğuşunu değil, asla doğmamaya doğru evrildiğini gösteriyor; yukarıda tasvirine çalıştığımız gibi… Nietzsche “tanrı’nın (inancın) ölümü”nü, Sartre “ruhun ölümü”nü ilan etmişti. İnsan hasta. İnsan ölüm döşeğinde. Çünkü fikir ölüm döşeğinde; düşünebilme melekesi ölüm döşeğinde… Her şey, hayvani reflekslere, kaba uyarımlara, otomatik davranışlara dönüşüyor. Alkolizmin, pornografinin, uyuşturucunun ve her türden manevi yoksunluğun alıp yürüdüğü bir çağda fikir, bir lüks, hatta bir mucize; doğması en son beklenecek şey…

Eskiden felsefe dinin en büyük rakibi sayılırdı. Şimdi felsefe diye bir şey yok artık. Sanat, mekanik başarılara indirgenmiş durumda. İnsani şeyler yok artık. Dinin antitezi de, işte bu yokluk ve fikirsizlik. Fikir, kendi antitezini üretip onunla savaşmıyor artık. Fikir, Don Kişot gibi yeldeğirmenleriyle, karanlıklarla, güruhun yuhalarıyla, kahkahalarıyla savaşmak zorunda olan bir yokluk içinde; bir yokluğun zindanında, kör kuyusunda… Oradan çıkıp tekrar varlık savaşı verebilir mi?

Vermeli. Fikir Çağı doğmalı. Düşünce, insanlar arasında yeniden şah rütbesini almalı. “Karanlığın en koyu demi, güneşin doğmasına en yakın vaktidir.” Karanlık, en koyu demine vardığına göre, güneş doğacak. 21. yüzyıl, güneşin yüzyılı olacak. Fikir Çağı-İBDA Çağı gelecek!

İşte onun, “İbda’nın tanıtıcı vasıfları”:

– Tarihi lif lif ayıklamış ve sahte kahramanları gerçeklerinden ayırmış olmak,

– Batı dünyasını bütün oluş sırları ve olamayış hikmetleriyle gözden geçirmiş olmak,

– Bâtıl olan güzelleştirmeyi beceren batı’ya karşılık, hakkı çirkinleştirmeyi beceren kaba softa ham yobaz tipini, kökünden kazıyıcı idraka ulaşmış olmak,

– En çarpıcı ve cezbedici estetik ölçüleriyle pırıldamak zevk ve gayesine ermiş olmak,

– “İslâm’da merhamet eksiktir” diye düşünüp en kalpazan ve suni merhamet numaraları karşısında övünen batı’ya mukabil, som altun merhametin nidüğünü anlamış ve İslâm’da kılıcın bile usta cerrah elinde bir merhamet neşteri olduğunu kavramış olmak,

– Batı’nın baş çilesi, insanoğlunu homongolos’a çevirici makine bilmecesini en derinden çözmüş olmak… (Bkz. İbda Diyalektiği, sh. 224-225)

Bütün bunlar da gösteriyor ki, gerçek bir antiemperyalist mücadele, ancak Fikir Çağı – İBDA Çağı’na dönük bir aksiyon olabilir ve ancak Büyük Doğu – İBDA bayrağı altında gayesine varabilir.

Selim GÜRSELGİL
ADIMLAR Dergisi

 

antiemperyalist_mucadele_prensipler_ibda_2

Bir Cevap Yazın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Adımlar Dergisi sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et