Fikrî Kavramlar Üstüne Denemeler: 9 BAŞYÜCELİK DEVLETİ ÜSTÜNE – XI Selim Gürselgil

Fikrî Kavramlar Üstüne Denemeler: 9 BAŞYÜCELİK DEVLETİ ÜSTÜNE – XI Selim Gürselgil

Eserin üçüncü ana bölümü (levha) “Batı Dünyası ve Demokrasi” başlığını taşıyor. Bu bölümde yer alan makaleler: Batı’nın Batı’ya Bakışı, Batı’nın Doğu’ya Bakışı, Batı’yı Anlayalım, Batı’nın Buhranı, Batı’nın Üstünlükleri, Günümüz Dünyasında Buhranın Kaynağı, Demokrasinin Tarifi ve Mahiyeti, Demokrasinin Prensipleri, Ön Eleştiri, Kamu Hürriyetlerinin Düzenlenmesi Ayrımı ve Korunması, Hürriyet Meselesi, İdeal ve Gaye, Noktalamalar…

Öncelikle Batı dünyasına ilişkin tablolardan parçalar verelim… Bunlar, ele alacağımız bölümler itibariyle, Üstad Necip Fazıl tarafından Büyük Doğu İdeolocyası’nda yayınlanmış tablolardır…

* Batı’nın Batı’ya Bakışı:

“Batı’nın Batı’ya bakışı, “mayonez”in içindeki zeytinyağı, limon ve yumurta unsurları gibi, kendi kendisini üç esasa ircâ etmekle başlar: Eski Yunan, Roma ve Hristiyanlık… Bu bakımdan Garp, kendi tahlil raporunu imzâ etmekte son derece katî ve riyazîdir… Batı, kendisini en ileri mütefekkirlerinden birinin ağzıyla şöyle hülasâ eder:

– Romalılaşmış, Hristiyanlaşmış ve Eski Yunan zihnî nizamına teslim olmuş her örnek Avrupalıdır…

* Batı’nın Doğu’ya Bakışı:

-“Şarklı daima mazide yaşar, hali tutmaya savaşmaz ve istikbale sarkmaktan korkar. Ne ilmi vardır, ne tenkidi… Dindar olabilir; fakat hiçbir mevzuu tarif, ihata ve isbat hummasına düşmez. Demek ki ne inanılacak şeyi bilir, ne de inanılmayacak şeyi… O sadece inanır, bilmez. Tabiata hâkimiyet adına bütün cehdi, şiir ve tılsım oyunlarını aşmaz. Aklın madde üzerindeki nüfuz hakkı yolundan, hiçbir âlet ve usûl buluşuna çıkmaz. Şarklı kafasında parmakla sayılabilir, gözle görülebilir, karışla ölçülebilir, akılla isbat edilebilir hiçbir unsur bulamazsınız. Böylece o, isbatedimeyen her şeye inanmak ve vücutsuz varlıkların gerçeksiz davetine takılmak yüzünden, gerçek vakıalar âlemini kaybettikçe kaybetmiştir…”

* Batı’yı Anlayalım:

“Batı, ne kadar hayatî olursa olsun veya olmasın, tek şeyden, o şeyin kemâli halinde tek unsurdan ibarettir:

Maddeyi, aklî ve ruhî her bakımdan ihata (kuşatma) ihtirası ve bu ihtirasın eseri müsbet (pozitif, ispatlanabilir) bilgiler manzumesi…

Heyhat ki, Batı’da da, mâlik olduğu muhteşem kalıp dehasına rağmen bir şey eksik kaldı: O kalıbın içindeki hayat usaresi, yani derinliğine ve sonsuz ruh kökü…”

* Batı’nın Buhranı:

Batı adamı, 19. yüzyılın ikinci yarısında ve 20. yüzyılın başlarında maddeye o türlü tahakküm istidadına geçti ki, bu tahakkümü ona denk bir ruh köküne bağlayamamak, üstelik eski ruh köklerinden de yavaş yavaş çözülmek yüzünden, maddenin tahakkümü altına girmeğe başladı; böylece onun ruhu, belirsiz bir yırtıktan döküle döküle tükenmeğe yüz tuttu… Ve Batı dünyası, aşağı kısmı dolarken yukarı kısmı boşalan kum saati gibi, madde ilimlerinin terakkisiyle makusen mütenasip (ters orantılı) olarak, yontucu âhengin kaynağı olan ruhî muvazenesinin (denge, ölçü) elden gitmekte olduğunu hafakanlarla sezmeye başladı.

* Batı’nın Üstünlükleri

“Doğu, başka başka zaman ve mekânlarda, başka başkatecellî çerçevelerinde, fakat umumî ve esasî seciye bakımından aynı ruh köküne bağlı dağınık bir manzara arzederken, Batı, bütün Garp milletlerince taksim ve kendi kadrolarında temsil edilmiş yekpare bir oluş belirtir… Bu oluşun, bütün sebepleri ve neticeleri ile, sabit ve muayyen birkaç kaynağı ve birkaç dönüm noktası var: Yunan aklı, Roma nizamı, Hristiyan ahlâkı!..

* Günümüz Dünyasında Buhranın Kaynağı

Batı’nın hâkim olduğu ve Batı fikir ve yaşayışının ulaştığı her yer Batı’dır’doğrusunu, ‘asıl’ın soyluluğu ve ‘taklid’inadîliğini de değerlendirerek kabul edersek, bütün bu çelişmeler ve bütünleyememeler ortasında, fertten devlete uzanan çizgide dünya buhranının sebebini de işaretlemiş oluruz; yani Batı… İnsanlık dolap beygiri gibi bir çıkmaz etrafında döner, canhıraş feryatlar gökkubbeyi doldurur ve sistemler karşılarındakinin hatâsını göstermekten başka bir tek doğruyu ortaya koyamazlarken, bu görüntü, temelde “Yunan aklı, Roma nizamı, Hristiyan ahlâkı” olarak formüle edilen Batı fikir ve yaşayışının, sosyolojik, psikolojik ve politik yapısının kaba çizgilerle çağdaş ifadesidir; yanlışın, kendi öz tekâmülü neticesinde görünüşü… Müslüman olmuş bir Amerikalı hanım bilgin, bunu fevkalâde bir biçimde ifade eder:

-“Batı medeniyetinin kötülüğü tesadüfî değildir; yahut asıl prensiplere göre yaşamakta kusur eden, sırf beşer zaafından da ileri gelmiş değildir… Eksik olan, bizzat asıl prensiplerdir; Batı medeniyeti, teoride de pratikte de kötüdür.

 

7 Mayıs 2013

 

BAŞYÜCELİK DEVLETİ ÜSTÜNE – XII

Üçüncü levhada uzun uzadıya “demokrasi” bahsi irdeleniyor. Başlıklardan kısa kısa seçmeler halinde aktaralım:

* Demokrasinin Tarifi ve Mahiyeti

“Daha önce de belirttiğimiz gibi, Birinci Dünya Savaşı sırasında, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Wilson’un yayınladığı beyannamenin, ‘milletlerin encâmlarını tayin etmeye hakları vardır’ şeklindeki maddesi, demokrasiyi bir iç rejim -ve hukuk- meselesi olmaktan daha da ileri götürerek, onu milletlerarası ilişkilerin temeli olarak bütün dünyaya ilan etmiştir.”

* Demokrasinin Prensipleri

“Demokratik rejimlerde… İktidar, devri mümkün olmayan bir hak olmasına rağmen, iktidarı kullananlar, zorunlu olarak gerçek sahibinin (vatandaşın) mümessilidir.”

* Ön Eleştiri

“Siyasî lûgatımızda pek az kelime insanların mantık ve zekâsına bu derece meydan okumuş ve her kalıba giren bu kadar kışkırtıcı veçhe göstermiştir. Çağdaş edebiyatta formüle edilen çeşitli doktrinlere rastgele bir bakış dahi, siyasî düşünürlerin adedince demokrasi tarifi bulunduğunu ve görüş çokluğunun yalnız demokrasinin ne olabileceği veya ne olması lâzım geldiği noktasına değil, aynı zamanda demokrasinin ne olmadığı hususuna da taalluk ettiğini göstermeğe yeter. Gerçekten, demokrasinin ne olmadığı üzerinde duran nazariyecilerin bazıları o kadar ileri gitmişlerdir ki, insan bazen demokrasi ile diktatörlük arasında zarurî bir tenakuz bulunmadığı yolunda garip bir çelişki içinde bocalamakta ve demokrasinin ‘diktatörlüğe karşı olmak’ şöyle dursun, bir nevî diktatörlük olduğu ve ‘demokratik diktatörlük’ olabileceği gibi ‘totaliter bir demokrasi’den de bahsedilebileceğine inanmak zorunda kalabilir.”

* Kamu Hürriyetlerinin Düzenlenmesi, Ayrımı ve Korunması

“Rejimin adı ister liberal demokrasi, ister halk demokrasisi olsun, bir oligarşiyi nasıl kapsamaz?.. Bütün mesele bu oligarşinin nasıl oluştuğu ve iktidarı nasıl kullandığı, hüküm sürerken tâbi olduğu kuralların ne olduğudur… Ve ahaliye neye mâlolmakta ve ona ne yarar sağlamaktadır?.. Bunların ötesindeki meseleler de;

  1. Önce, oligarşiye kimler mensuptur? Hâkim azınlığa kimler mensuptur ve buna girmek ne dereceye kadar kolaydır? Yönetici azınlık az çok herkese açık mıdır, kapalı mıdır?
  2. Her türlü rejimde, politik personel sırasına geçmede ne çeşit kimselerin şansı vardır?
  3. Yönetici azınlığın elde ettiği imtiyazlar nelerdir?
  4. Bu tür bir rejimin yönetilenlere verdiği garantiler nelerdir?
  5. İktidar gerçekte kimdedir ve genellikle kullanılan ‘iktidara sahip olma’ kavramı ne anlama gelir?”

* Hürriyet Meselesi

“Hürriyet bir gaye değil, vasıtadır ve gaye bir tarafa bırakılıp vasıta gayeleştirilemez. 

Demek ki, Allah’ın ‘dinde zorlama yoktur!’ fermanıyla doğruladığı ve hakkını bahşettiği hürriyet, hakikate ermek için, canlıların havaya muhtaç olması gibi, vicdanlara vasıta kıymetinden ibarettir ve hakikate erilince, hürriyetin en büyük tecellisi, hakka esaretten başka bir şey değildir.”

* İdeal ve Gaye

“İdeal, eşya ve hadiseler üzerinde kendi nakşını görmek isteyen bir fikrin belirttiği hasret, iştiyak, hayal ve plandır; ve eğer ideolocya bir beyin ise, ideal de bir kalpdir.

Küçük ve miskin fikre dayanan hiçbir arzu, heves, merak ve davranış, ideal olamaz. Bir şeyin ideal olabilmesi için, mutlaka cemiyet planında ulvî bir oluş ve erişe göz dikmesi lazımdır. 

Her ideal bir gayedir; fakat her gaye ideal değildir. Gayeler aşağılara düşebilir; idealler düşemez.”

* Noktalamalar

“Esaretlerin en korkuncu başıboş Batı hürriyetçiliğidir. Bu mezhep, başıboş rey hastalığında, çürümüş ve kokmuş bir cemiyet bünyesnin örneklik arazlarından birini gösterir. Hürriyet, kendisini vasıta olmaktan çıkarıp gaye haline getirince dejenere olur ve iş eşek hürriyetine dek dayanır. Hürriyetin gayesi, sadece hak ve hakikat olmalıdır.

… İkinci Dünya Savaşı sonunda San Fransisco diktesi ile gelen ve İnönü’nün ‘dış yardım’ aşkına mecburen katlandığı ‘cebrî’ (zora dayalı) hürriyet… Amerika Birleşik Devletleri ‘demokrasi yoksa yardım da yok!’ diyor; o tür ekonomik ve askerî yardımlarla bizim gibi ülkelerin nasıl burnundan halkalı köle haline getirildiği, bizzat Amerikan belgelerinin kitaplandırılışında mevcut… Zaten aksi mümkün mü?.. Adam kendi aleyhine(!) olan senin “cici”liğini isteyecek, hem de bu uğurda ‘sırf yardım olsun’ diye sana güç verecek!…

… Meselâ çiftçi kesiminden alacağı oyu hesabederek, malını değerinden fazlaya almak… Oy gelmeyeceği hesabıyla o tarafa bakmamak… Yatırımları memleket çıkarına uygun şekil ve yerlere yapmak yerine, oy kapacak noktaları hedeflemek… Seçilme kaygısıyla, istikrar tedbirini bir yana bırakıp, her üç veya 2.5 seneden sonra (4 yılda bir seçim hesabıyla) seçim ekonomisine gitmek… İşe, ona lâyık adamı tayin etme yerine, kendi parti çevresini yerleştirmek… Büyük sermaye çevrelerinin temin ettiği imkânlarla seçime girmek ve kazanınca devlet kesesinden diyet borcu ödemek…”

8 Mayıs 2013

 

BAŞYÜCELİK DEVLETİ ÜSTÜNE – XIII

Salih Mirzabeyoğlu’nun kaleme aldığı eserin dördüncü levhası, tıpkı kitabın ismi olduğu gibi “Başyücelik Devleti” (Yeni Dünya Düzeni) başlığını taşıyor. Bu levhada yer alan bazı kısımları, başlıklarıyla özetleyecek olursak;

* Doğu’nun Doğu’ya Bakışı

“Şark, izafî kıta bölümüyle, İslâm, Brehmen, Budist ve Mecusî vahitlerine ayrıldığında, bir bütün halinde Garb’ın din ve irfan vahidine sahip olmadığına, kendisini kıta manzarası bakımından topyekünircâ edebileceği teknik esaslardan mahrum bulunduğuna göre, aynı kıta topluluğu noktasından öz nefsi üzerinde hususî bir nazar sahibi değildir… Bütün başka ve ayrı kutuplarıyla Şark’ın, İslâm kadrosundaki zaaftan sonra Garb’a bakışındaki beraberlik, öz nefsini bilmek, anlamak ve ölçülendirmekten gelen aslî bir vahdetten değil, tek ve yekpâre bir düşman karşısında düşülen yılgınlık ve mahkûmluk duygusu birliğinden doğmakta…”

NOT: Yani Doğu’nun Doğu’ya bakışı: Boş küme… Sadece herbirininBatı’ya bakışı birbirine benziyor.

* Doğu’nun Batı’ya Bakışı

“Şark’ın Garb’a üç türlü bakışı vardır: İslâmlıktan evvelki bakış, İslâmlığın kuvveti içindeki bakış, İslâm kadrosunun zaafa düşmesinden sonraki bakış…(Not: İslâmlıktan önceki bakış, ilk defa Doğu – Batı kavgasının başladığı Fars – Yunan savaşları sırasındaki bakıştır; kaba iştah dışında hiçbir özellik belirtmez… İkinci aşamadaki bakış: İnsanın hayvana bakışı… Üçüncü aşamada ise, müslümanıyla, budisti, hindusu ve mecusisiyle aynı:)Batı’nın su götürmez madde hâkimiyeti; Doğu’nun da bu ezici hâkimiyet altında bütün zıt vahitleriyle tek ve kaba bir Şarklı bütünü içine sıkışıp apaçık bir mahkûmiyet belirtmesi…”

* Doğu’nun Üstünlükleri

“Her şey Doğu’dan geldi; her şey, yani ruhumuz… Doğu, insanın yağmur suyu kadar saf ve aydınlık olduğu çağlarda, yürekleri ve kafaları dört köşe madde hendesesi körletmezden evvel, ruhumuzun ilk ve büyük marifetlerine sahne…

* Millet Millet Doğu

“Doğu’nun mayasını, ayrı zaman ve mekânlarda, ayrı mânâlarda ve baş örnekler halinde Çin, Hint, Fars, Arap ve Türk kavimleri yoğurdu… (…) Çin, Doğu’yu, çağların en eskisinde, yalnız müstesnâ bir ruh inceliği ve madde nakışı kadrosunda temsil etti. Hint, bu ruhu, en karanlık ve dolambaçlı iç dehlizlere ulaştırdı. Fars, başlangıçta ve sonra derinlikleri genişletti; hususiyle başlangıçta (eski Persler çağında) şahsiyetini işe ve maddeye aksettirdi ve Batı’ya karşı Doğu imparatorluğunu kurdu. Arap, ezelle ebed arası bir zeminde, kendisinden evvelki ve sonraki Doğu’nun sistemleşmesine, mihraklaşmasına sahne oldu. Türk de, evvelâ, bozkırların dışyüzüne benzeyen kapanık ruhuyla, hiçbir kap içinde şekil bulamayan kızgın ve hırçın bir mâyi gibi, Doğu’nun akıcılığını ve hareket hakkını heykelleştirdi; sonra da aynı hareket hakkını, gerçek Doğu’nun gerçek ruhuna bağlamak nasibine erdi.”

……….

Evet… Başyücelik Devleti; bütün bir Doğu’nun kurtuluşu ve doğruluşu dâvâsıdır da: Büyük Doğu!

 

9 Mayıs 2013

 

İSLÂM DEVLETİ ÜSTÜNE

İslâm devletinden ne anlaşılması gerektiği “Başyücelik Devleti” başlığı altında tartışmalara yer bırakmayacak şekilde ortaya koyulmuştur. Bundan sonrası bu başlığın tafsilatıdır.

İslâm devleti denince birtakım ilkel adamların birtakım madenî sesler çıkararak “Allaaah”, “şeriaaat” diye bağırmasından başka bir şeye aklı ermeyen ruhça garibanlar, hal ve tavır itibariyle, tıpkı açık İslam düşmanları gibi gerçek İslam devletini engellemeye uğraşıyorlar.

Ama nafile! En derin mikyasıyla şerait bağlılığı, en ileri ölçüsüyle medeniyet doğurucu bir hamleden başka bir şey değildir.

Ne diyordu 75’te Gölge:

Artık feryad etmeyin kurtarın diye bizi

Geminiz şöyle dursun fethe çıktık denizi!

16 Mayıs 2013

 

BAŞYÜCELİK DEVLETİ – VI

 

1990’ların ortasında emperyalizmin “demokrasi dayatması“nı ve onun yukarıdan aşağıya manzarasını anlatıyor. Tıpkı bugün. Ne tesadüf, bir maden ocağı örneği de var. Diyor ki, sen evinde vatandaşına aslan kesilirsen, mahallede sana aslan kesildiklerinde de ağlamaya hakkın olmaz. Şöyle;

 

-“Netice şudur: Batı’nın demokrasiyi dayatması, herkesin eşit olarak haklardan istifade edeceği bir dünya bütünlüğü için değil, George Orwell‘ın ünlü eseri ‘Domuzlar Diktatoryası’nda geçtiği gibi, ‘hepimiz eşitiz ama, bazılarımız biraz daha eşit’ anlayışı çerçevesinde bir düzene boyun eğdirme zorbalığıdır. İşi biraz daha açmak istersek, bizdeki anayasa ve kanunların herkes için geçerli hükümleri önünde, sayısız ‘adamına göre muamele’ örneklerini hatırlatmak yeter. Düşününüz ki, Genelkurmay -eski- Başkanı Doğan Güreş‘in oğlu asker kaçağı, savunma bakanı Mehmet Gölhan‘ın oğlu asker kaçağı; ama ‘boğazına kıl kaçtı’ hesabı uyduruk bir raporla askerlik mükellefiyetinden kaytaran bu çocuklar, bunu dünya âlem bilirken, hukuku da kendilerine uyduran babaları sayesinde halk çocukları ile ‘kanun önünde eşit’ oluyorlar. Başbakan Tansu Çiller‘in oğlu, annesinin yalısının karşısında asker; yani biraz daha asker!.. Şu ân Cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel‘in, kardeşi, yeğeni, kayınbiraderi, velhasıl sülâlesi, 30 yıl binbir türlü para yolsuzluğuna bulaştı, Demirel‘in kendi adı yolsuzluk olaylarına karıştı, ama alayı tertemiz!.. Eski Cumhurbaşkanı Turgut Özal‘ın oğulları, kızı, karısı ve sayısız maiyeti sayısız dalaverelere karışarak menfaat temin ettiler; küçük oğlunun arabasını kullanan ve şantaj yoluyla para sızdırmak için giden ekipte bulunan bir polis, aldıkları ihbarı değerlendiren ve kimin önünü kestiklerini bilmeyen bir polis ekibini taradı, bir komiser öldü, üç polis yaralandı… Ama herhangi bir olayda alâkalı alâkasız herkesin anasını ağlatan polis, ortada üstelik bir polis cesedi varken, arabanın sahibi Küçük Özal‘a soru dahi sormadı: O zamanın İstanbul Emniyet Müdürü Mehmet Ağar, şimdi Emniyet g-Genel Müdürü olarak ‘şerefle’ kanunsuzluğa karşı mücadele etmektedir!..

Sanırız anlaşıldı: Balkondakiler, kendi koydukları kurallara kendileri uymasalar bile, altta kalanların hukukî vecibelere uygun davranmalarını ve `kanun ve nizâm hâkimiyetinin sağlanması`nı isterler, çünkü bu türlü bir `kanun ve nizâmhâkimiyeti`nde kendi çıkarları sözkonusudur. Bu tıpkı, bir maden ocağında patronun ve muhafızların, orada çalışan kölelerin ‘huzur ve güvenlerini’ bozucu davranışlarına müsamaha ile bakamayacakları bir durumdur. Demek oluyor ki, yurt içindeki kendi uygulamasını dışarıda kendine karşı yapılan bir uygulama olarak gören hain zümrenin, dış uygulamalar karşısında ‘çifte standart uyguluyorlar’ diye ağlamaya bir hakkı olmadığı gibi, kendileri de o anlayışın ülkemizdeki temsilcileridir!..”

 

Kaynak: Salih Mirzabeyoğlu, Başyücelik Devleti -Yeni Dünya Düzeni-, 2. basım, İbda Yayınları, İstanbul 2004, s. 101-102.

 

16 Mayıs 2014

Selim Gürselgil

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: