“ESER” VE “DAR KAPI” VESİLESİYLE BATIDA AKLIN VE AŞKIN İNTİHARI
Andre Gide’in “Dar Kapı” ve Emile Zola’nın “Eser”, adlı romanları vesilesiyle peşinen söylemek isteriz ki, son iki yüzyılda batı dünyası ve sanatçılarının verdiği nerdeyse her bir eser, Batı’nın iflasının habercisi niteliğindedir. İşin trajikomik yanı ise, batı sanatçısı bir tahassüs hâlinde kendi medeniyetinin iflasını ilan ededursun, bizim batılılaşma cereyanımız da tam bu süreçte başlamıştır. Bunun böyle olduğu, hakikat arayıcısı her aydın için elbette yeni bir tespit değildir. Rahmetli Peyami Safa’nın bu konuda nefis bir tespiti vardır: “Batı medeniyetinin bizi nasıl kurtaracağını düşünmeden önce, onun kendi kendisini nasıl kurtaracağını düşünmeliyiz. Doktoru can çekişen bir hastaya benziyoruz.” (Peyami Safa’dan Seçmeler, Yağmur Yayınları, 2. Baskı, 1976, s:40)
Bizim dikkat çekeceğimiz husus aklı putlaştıran batının , “selim akıl” karşısında verdiği mücadele… Selim akıl, bağlı akıl; “Akıl, ruha bağlı bir keyfiyet halinde mahlûktur… Hayatın kesintisiz akışına mukabil, hakikati bu akıştan tecrit ederek ve durgunlaştırarak inceler ki, bu haliyle eşya düzeninin katılaşmasıdır… Ruh ve nefs kutupları kıvamında teşekkül eden kalp ışığının beyinde raksı, düşünceyi doğuran ve düşüncenin doğurduğudur… Anlamakla anlayış arasındaki fark, anlayışın ruh olduğunu anlamaya yeter…” (Salih Mirzabeyoğlu, İslama Muhatap Anlayış, İbda Yayınları, 3. Basım, 2015, s. 27)
Cennetten yeryüzüne atılan insan, atıldığı bu dünyada, hep cennete, asli vatanına hasret kaldı, bunun ıstırabını yaşadı, yaşıyor. Batı düşünce tarihi bize gösteriyor ki, bu ızdırabın baş aktörü kendisi oldu. Çift kutuplu bu dünyada, Batı menfi kutup; doğu ise Peygamberler yatağı olması hasebiyle İslam önderliğinde müspet kutbun temsilcisidir. Hak ile batılın mücadele alanı olan dünyada, yaklaşık beş asırdır, Doğu- Batı mücadelesi özelinde aslında verilen savaş hak ve batıl mücadelesidir. Her ne kadar, İslâm’a muhatap olanlar tarafından hesaba çekilemeyen Batı, 15. asırdan bu yana hakîm gibi görünse de, yüz yıl öncesinden iflas bayrağını çekmiştir. Yüz yıl fert planında çok uzun gibi görünse de, insanlık tarihi açısından devede kulak bile değildir. Dolayısıyla medeniyetlerin iflas ilanı bir günde verilmez. Bu sebeple yüzyıl önce iflas ilanı verilen bir medeniyetin hâlâ ayakta duruyor görünmesi kimseyi aldatmasın. Batı, çıkabileceği zirve noktasından dibe doğru hızla düşmektedir. Bu düşüş, kendi iradesi ve isteği dışında gerçekleştiği için önüne geleni de silip süpürür bir hal almıştır.
Andre Gide, yazarlık hayatı 19. yüzyıl sonunda başlasa da, bir 20. yüzyıl romancısıdır. Özellikle iki büyük harp arasında, Fransız edebiyatının zirvesine yerleşmiş, hazcı kültürün “zaferinde” çok büyük pay sahibi olmuştur. Dar Kapı, onun en ünlü romanlarından… Batının hem bu dünyaya hem de öteki dünyaya bakış açısını çok yalın, objektif ve açık bir şekilde veren oldukça çarpıcı bir eser. Münferit olarak kadın erkek ilişkisinde, bir türlü kavuşamayan, kavuşmak isteyip de, “istemeyen” iki sevgilinin hikâyesidir. Adeta aşktan kaçar, en elverişli şartlar altında dahi aşka boyun eğmez. Bunu da erdem adına, aşk adına yapar. Batı dünyaya ait ne varsa zehir etmiştir kendine. Bunu da din haline getirmiştir.
“Biz “zamanüstü” ruh hakikatimizle, zamanın içindeki Halk Âleminde yaşıyoruz ve yokluğa direnen yanımız, bilerek veya bilmeyerek zamanüstüne tırmanış çabası; “ben” bilgisini gösteren ruhi çaba…” (Salih Mirzabeyoğlu, a.g.e. s: 27)
“ Kur’an’da, BUNDA KALP SAHİBİ OLAN KİMSE İÇİN MUHAKKAK ÖĞÜT VARDIR, buyrulması, kalbin türlü suretleri ve sıfatları kabul ederek bir halden bir hale geçmesi dolayısiyledir. Allah, “akıl sahibi için” demedi, çünkü akıl bağdır; işi tahdit ile tek esasa bağlar. Hâlbuki hakikat kendi nefsinde böyle bir tahdit ve inhisarı kabul etmez; şu halde Kur’an, akıl çerçevesinde sınırlı bir öğüt kitabı değildir, kalp sahipleri için indirilmiştir.” (Salih Mirzabeyoğlu, a.g.e. s: 38)
Kalbin gıdası da “Aşk”. Böyle olunca her halükârda “Aşk” sevgilide yok olma halidir. İkiliğin ortadan kalkmasıdır. Şu farkla ki; şayet batıda ki gibi “dar bir kapı” ise, ötelere geçemeyen, fani dünyada kendi kendini tüketici halden öte bir şey değil, ama gene de bu haliyle bile hayranlık uyandırıcı… Takdiri hak edici… İşte aşkın gücü diyebiliriz, insanı böylesine hayran bırakıcı, sahtesi demek istemiyorum, mecraını bulamamış, nisbetini kuramamış demek daha doğru, böylesi için bile “Aşk”a muhtaç ruhlarımız. Doğu da, böyle kendinden tükenici “Aşk” lara rastlamak pek mümkün değil. Aşk doğuda ötelere geçen, sonrası olması bakımından daha kıymetlidir. Aşk, sevdiğiyle bir bütün olup Hakka yürümektir.
Dardır kapısı Batının. Geçerken hep acı çeker. Sırça sarayın etrafında dolanır da dolanır, bir türlü içeriye girmek nasip olmaz. Hz. İsa’nın çektiği acılar onun ölene kadar çekeceği acıların başlangıcıdır ve hiç itiraz etmez. Haksız da değildir aslında, her şeyin zıttı ile kaim olduğu dünyada, adeta onun payına düşen menfilik olmuştur. Bazen menfilikle müspet o kadar yakınlaşır ki ayırt edilemez. Tam bu noktada menfilik, müspet zannedilir. Batı tüm tecrübelerini kendi çizdiği ıstırap dolu yolda, ıstırap çekerek elde etmiştir. Onun için başka türlüsünü aklı almaz. Hayran kalır, ancak kabul edemez. Baudelaire’in şu mısraları, Batının hasretini ve ıstırabını ne güzel anlatır. Aslına bir türlü yaklaşmayıp, ruhunun derinliklerinde inkâr edemediği hakikat ve ıstırabının kaynağı;
“Ne kadar uzaktasın ey mis kokulu cennet,
Ey, sadece sevincin, aşkın ürperdiği yer,
Ey her ruhun içinde bulunduğu saf şehvet,
Ey bir ömür boyunca gönül verilen şeyler!
Ne kadar uzaktasın ey mis kokulu cennet!”
Emile Zola ise Gide’den bir önceki nesildir. Gerçek bir 19. yüzyıl romancısıdır. Natüralist edebiyatın zirvesidir. Romanı adeta bilimsel bir deneye dönüştürmüş, gerçekçiliği mide bulandıracak boyuta çıkarmıştır. Eser isimli romanı ülkemizde az tanınan ama okuduklarımız içinde bizi en çok etkileyenidir. Gerçek şu ki, İBDA Mimarı Gölgeler isimli eserine bu nefis romandan bir bölümü dâhil etmeseydi, muhtemelen biz de bu şaheserden habersiz kalacaktık. Eser, insan ıstırabı; bu manada sanatçının, eser verirken hep yeni bir şey yaratma çabasıdır ki, insanı gerçek sanatçı kılar.
“-Şaşıracaksınız, ama gün oluyor, bir burun resmi yapabilecek miyim diye düşünüyorum… Evet, tablolarımdan her birini yaparken, hala bir acemi gibi büyük bir heyecan duyuyorum, yüreğim çarpıyor, üzüntüden ağzım kuruyor, hasılı berbat bir korku. Ya! Delikanlılar, siz korkunun ne olduğunu biliyoruz zannediyorsunuz, halbuki onun nasıl bir şey olduğunu tahmin bile edemezsiniz, çünkü sizler, bir eseri beceremezseniz, daha iyi yapmaya kendinizi zorlarsınız, olur biter, size hiç kimse kabahat bulmaz; halbuki bizler, bütün kabiliyetini göstermiş olan, ilerlemek değilse bile derecemizle bir olmak zorunda bulunan biz ihtiyarlar, zaafa düşersek, mutlaka krize tekerleniriz… Haydi bakalım meşhur adam, büyük sanatkâr, daha yükselmek, hep daha yükseğe, daima daha yükseğe çıkarmak için beynini kemir, kanını kızıştır, eğer, şahikaya vardıktan sonra yerinde sayarsan, kendini bahtiyar bil, kabil olduğu kadar uzun zaman yerinde sayıp ayaklarını aşındır; eğer aşağılandığını hissedersen, artık içinde yaşadığın devrin dehası olmayan san’atının ölümü içine, ölmez eserlerinin unutuluşu içine yuvarlan, daha fazla yaratmaktan aciz gayretinin şaşkınlığı ortasında büsbütün harap ol!” (Emile Zola, Eser, 2. Cilt, Yüksel Yayınevi, 1945, Çev; Hamdi Varoğlu, 1. Baskı, S.17)
Çağından mesul sanatçı vasfı tamda böyle bir şeydir. Onun ufuk çizgisi hep varıldı sanıldıkça daha da uzaklaşır. Gaye, varılmaz olanı varılmazlığı içinde kavramaktır. Daha doğru bir ifade ile, kavranamayacağını peşin peşin kabul etmektir. “Ya sonrası” için diyordu ya; “ya sonrası” sonsuzluk, hep var olmuş, olan ve olacak olandır. O tükenmeyendir, ama gaye onda tükenmektir ki, var olmak demektir. 18. ve 19. asır Batı buhranının iyiden iyiye hissedilir hale geldiği yıllar. Batı, kurtuluş gibi sarılıp, putlaştırdığı aklının neredeyse tükendiği, onca keşfine rağmen, daha da bilinmeze saplandığı yıllar… Çıkış yolu yoktur. Sanatçı hassasiyeti ile sezilenler;
“Eski ekollerin bozgunu arasında nihayet bir hususiyet ve samimilik eseri getirecek olan cesur bir sanatkâr için, zamanı ne kadar müsait görüyordu! Bir evvelki formüller, zaten sarsılmış bulunuyordu. Delacroix, talebe yetiştirmeden ölmüştü, Coubet’nin arkasında, bir kaç beceriksiz taklitçi kalmıştı; onların şaheserleri, ancak eskilikten kararmış, sadece bir devrin sanatına şahitlik eden müzelik parçalar olarak kalacaktı; kendi eserlerinden çıkacak olan o yeni formülü, bol güneşin bu yeni hamlesini, açık hava ekolünün taze nüfuzu altında, yeni yapılan tablolarda yükselen o duru şafağı tahmin etmek kolay görünüyordu. İnkâr edilemezdi, reddedilmiş tablolar sergisinde o kadar alay edilen sarışın eserler bir haylin, ressamı için için meşgul ediyor; yavaş yavaş bütün paletleri aydınlatıyordu. Henüz hiç kimse itiraf etmiyordu ama, işaret verilmişti, bir inkılâp başlıyor, her sergide, git gide daha fazla sezilir hale geliyordu. Acizlerin o şuursuz kopyeleri, beceriklilerin o korkak ve sinsi teşebbüsleri ortasında, bir üstad kendini gösterse de, kuvvetinin verdiği cüretle, formülü, o asır sonunun hakikatini ifade etmesi için, gerekli olduğu şekilde, hatır gönül tanımadan, olduğu gibi ve sapasağlam oturuverse, ne yaman bir iş olacaktı!” (Emile Zola, a.g.e. s.42)
Eskiler bir işe yaramıyor, oluşan yeni hayat tarzının, yeni problemlerine alternatif olamıyor, yeniler, his olarak, sanatçı hassasiyeti ile bir şeyler seziyor ama deva olmuyor… Ölüm, kurtuluş gibi bütün benliklerini esir alıyor… Ne hazin bir manzara, Buadlaire, Zola, Rimbuad akabinde Andre Gide; hepsi aynı hastalıktan muzdarip kendi toplumlarının, sinir uçlarını tutan, hayatlarını hem kendileri, hem de içinde bulundukları toplum için manalı kılmanın ıstırabı ile eserler vermiş, sanatçı ruhu, maalesef mecraını bulamayan büyük sanatkârlar.
“Bilinmez ki! Meçhul yaşayıp ölmek acaba daha iyi değil miydi? Artık çocukların bile alaya aldıkları, din dersindeki o cennet gibi, san’atkâr şöhreti de mevcut olmayan bir şeyse, nasıl aldanmışız! Biz ki, Allah’a inanmıyoruz da kendi ölmezliğimize inanıyoruz… Ah! Ne yazık!” (Emile Zola, a.g.e. s.107)
Bunu bu şekilde söyleyip nasipsiz olmak… Ah! Ne yazık demekten insan kendini alamıyor kitabın kahramanı gibi…
“…Sen gelecek neslin, belki de bizim tahayyül ettiğimiz adaleti tahayyül etmediğini hiç düşündün mü? Hakarete uğramanın, inkâr edilmenin tesellisini buluyoruz, gelecek asırların hakkaniyetine güveniyoruz, herkesin sahip olduğu meziyete göre muamele göreceği başka bir hayata inandığı için, bu dünyadaki acılara tahammül eden imanlı insanlara benziyoruz….. Eğer günün birinde sevileceğimi tahayyül edip, teselli bulamasam, işime devam etmek cesaretini bulabilir, yuhalar karşısında dimdik durabilir miydim?” (Emile Zola, s.172-173)
“..Haklı çıkmak için ölmek lazım” (Emile Zola, s.177)
Haklı çıkmak için ölmek lazım, evet ama asıl yaşamak lazım! Ne garip değil mi, doğu ölmeden önce ölmeyi, dolayısıyla sonrası için sonsuzluğu ufuk çizgisi olarak koyarken, batı kendi kendine tükenen, sonrası olmayan, ama bedenen ölerek sonsuzluğu seçer. Batı kendisi ile birlikte her şeyi yok etme manasına öldürür. 19. Yüzylın sonlarına doğru Alman filozof, Frıedrıch Nıetzche’nin kaleminden tanrının da öldüğünün ilanını yapar. Hem de; “Tanrıyı biz öldürdük” der.
Batı aklı tükete, tükete 21. Asırda Üstad’ın “MÜJDE” isimli şiirinde; “Bir akıl gelecek ki, akıllar delirecek” noktasında. Rönesans ve reformlarla, batı “tanrıya” açtığı savaşla aklı putlaştırmış ve kendisine meydan okuyan her şeyi kontrol altına alma, kendinden başkasına hayat hakkı tanımama, hem de bütün bunları insanlık adına, insani değerleri istismar ede, ede, kendine benzetme cehdi, sonunda kendisini tüketmiştir. Gelinen en son noktada, bizatihi 18 senedir şahitlik ettiğimiz Telegramı başka türlü nasıl izah edilebiliriz. Batının geçen yüzyıldaki en mühim filozofu Hengri Bergson, aklın varacağı son yerin kendi kendisini tahrip olduğunu, felsefe labratuarında mühürlemiştir. İşte, bütün mahareti son tecritte kendi kendisini tahrip etmek olan batı aklı, kendisiyle beraber selim aklı da imha için “kıyamet teknolojisi” telegrama sarılmıştır. Bu teknoloji, Bergson’un bahsettiği, “aklın varacağı yer kendi kendini tahriptir” tespitinin teknolojideki yansımasıdır. Adeta “öz medeniyetimizin tabii neticesinde kendi aydınımızın tahrip olan aklının intikamını, biz teknik vasıtasıyla sizin beş yüz yıldır beklenen mütefekkirinizden alacağız!” hıncıdır. Ya o “selim aklı” ele geçirecek veya o akıl karşısında diz çökerek kurtuluşa erecekler. Başka çıkış yok! Selim akıl zerre taviz vermeden dimdik ayakta, ya onu putlaştıranlar… İşte tamda bu noktada görünenin aksine, var olma savaşı veren, putlaştırılan ve tükenen aklıdır! Nitekim 20. yüzyıl deyince, Albert Camus’ye değinmeden olmaz. Başlı başına ayrı bir çalışma mevzuu olsa da, Albert Camus deyince de ilk akla gelenlerden birisi “intihar” dır. Yaşadığı çağın buhranını tespitte son derece isabet etmiştir. Şöyle ki;
“Gerçekten önemli olan bir felsefe sorunu vardır, intihar. Hayatın yaşanmaya değip değmediği konusunda bir yargıya varmak, felsefenin temel konusuna yanıt vermektir.” (Albert Camus, Sisifos Söyleni, Can Yayınları, 34. Basım, 2016, Çev; Tahsin Yücel, s. 21)
Son olarak; Doğunun geniş ve her şeyi kuşatan kapısı önünde batı, geçemedi geçemeyecek ötelere dar kapısından. Geçmek ve ötelerse gaye buyursun seve seve açılır kapılar. Ve doğar, o zaman güneşin battığı yerden güneş, tüm ihtişamıyla!
ESMA TURAN – Şubat 2018
ADIMLAR Dergisi