ÂŞIK – ŞAİR – SAVAŞÇI -4- EMİRTİMUR HAN

ÂŞIK – ŞAİR – SAVAŞÇI -4- EMİRTİMUR HAN

ÜLKELER KILIÇLA ALINIR, ADALETLE KORUNUR.

Nakşî mektebinden ruhsatlı, Emir Külâl neferi, Şâh-ı Nakşıbendî askeri, Allah ajanı dervişlerin- gönüldaşların kurmay subayı, ilim ehlinin yoldaşı, hikmet ehlinin sırdaşı, Turan mülkünün emiri, Hint yurdunun sultanı Emirimiz Timur Han, böyle ferman eyledi ve bu yasayla hükmetti.

Allah’ın emri, Allah Resûlünün buyruğu ve Ehli Sünnet’in temel mihengi olan adalet hususuna itina gösteren Emirimiz Timur Han’ın bu fermanı, bu yasası şiar oldu bizlere. Ulvi değerlerimizi azimle hatırlatan ve savaşçı kimliğiyle yaşayan Mirimiz SALİH MİRZABEYOĞLU’nun yaşanmaya değer hayat için “Adalet Mutlak’a’’(1) buyruğu gibi.

Evet, bu ferman öncesi ve sonrası, kelimeyi tevhidi ruhumuza kazıdık ve nuru olan Mavi Bayrak sevdasını kalbimize nakşettik. Demire tetik payı bıraktık ve başladık bilemeye kasaturamızı. Gayri sözler dile, nakış halıya dökülsün ve bizler, Endülüs gülünden kumaş, Kerem gözlü pirden destur isteyelim; Mutlak Fikir-İslam adaleti, Türk’ün nizâmı Başyücelik için.

Mekânın donuk, renklerin mat, çizginin çapraz, çağın küf koktuğu demdi.  Güzel Türkistan, bulaşık suyu hükmünden öte bir mânâsı olmayan Nesturî, Budist, Mezdek, Mani, Bahaî, Franciscus rahipleri gibi bütün paganların ve cümle putperestin saldırısıyla yıprandığı ve çürüdüğü karanlık bir ahvali yaşıyordu. Sevdalara mahpusluğun, âşıklara sehpaların düştüğü, siyahtan daha siyah, zifiri karanlığın hüküm sürdüğü yıllardı. Allah Resûlü’nün Türk arkadaşı Talha (r.a) soyunun rızkına, şehadetin düştüğü vakitlerdi.

Evet, işte bu hengâmede, Allah Resûl’ünün bahçıvanı ve torunu olan Emir Külâl ile Şâh-ı Nakşıbendî ise Türkistan’da açacak peygamber çiçeklerini dermekle mükelleftiler. Aral ve Hazar’ın berrak suları, Türkistan toprağının bereketiyle çiçekler gonca açtı. Asya steplerinin sert rüzgârı, Tanrı dağlarından esen ılık meltemlerin yoğurduğu, kına renkli Semerkant topraklarında bir çocuk dünyaya geldi; adına Timur dediler.

Vakur duruşu, ağır başlı hâli ve ciddiyetle geçen çocukluğunun ardından şu oldu, bu oldu derken bir Nakşî tekkesinde vefat eden Taragay Bey’in oğlu Timur, ayın on dördü kadar güzel, servi gibi narin ve zarif olan Cengiz Hanın torunu Olcay Hatun ile evlendi.

Henüz Emir olmasa da Han olmasa da Timur-Demir ismiyle müsemma olması yanında sonsuzluk kervanına perçinli kalbinin taşıdığı, ruhunun büründüğü, teninin giyindiği doğru, güzel ve kıymete haiz birçok mevhibe ile hareket ettiğinin farkına varalım. Bizler, her zamanki prensibimizle yarın değil hemen şimdi prensibimizle bu mevhibelere değinelim.

Bu noktada eksiğimiz, noksanımız ve kusurumuz hoş görüle, af ola.

Emirimiz Timur Han; Sonsuzluk Kervanı’na perçinli şahsiyeti cesaret, ciddiyet, gevşemez bir irade, cömert, kararlı ve tutkulu, strateji ve taktik dehası, vefası, ileri görüşlülüğü, yüksek özgüveni, bilgelere saygılı, marifet ehline hürmetkâr, sabırlı, cihangir sezgisi ile Fetih yetisinin hissesine malikti. Bütün bunların hepsinden daha önemlisi ise rey sahibi olması ve her daim iman ocağının kıvılcımları ile tüten bir ruh hamulesi ile temeyyüz etmesi olduğuna inanıyorum. Efendi; dikkat eyle, Emirimiz Timur Han için oy sahibi demedim, rey sahibi dedim. Rey sahibi. Aklını başına al, edebini takın ve öyle hareket eyle.

İmdi müsaadeniz ile sohbetimizi, kırım baklavası niyetine bir kıssayla tatlandıralım. Elbette ki Neomavi gönüldaşımız tarafından seslendirilen “Gerizler Başı” dinletisi eşliğinde.

Emirimiz Timur Han, İran kenti Şiraz’a adam yollayıp meşhur şair Hafız Şirazî’yi çağırtır. Acem şairi, yoksulluğunu göstermek için oldukça sade elbiselerle huzura çıkar.

Emirimiz Timur Han, sert bir tavırla: Sen şöyle bir beyit yazmışsın öyle mi?

“Eğer Şirazlı sevgilim, bize iltifat edip gönlümüzü alsa

Ben onun yanağındaki Hint benine Semerkant ile Buhara’yı bağışlarım.”

Hafız Şirazî: Evet ulu Hakanım, doğrudur, bu beyti ben yazdım.

Emirimiz Timur Han: Yıllarca savaşarak, Semerkant ve Buhara’yı kılıcıyla alan benim. Nasıl olur da sen onu Şirazlı bir kıza armağan edersin?

Hafız Şirazî: Ulu hakanım, ben eli açık bir insanım. Şu gördüğün perişan hale de bu yüzden düştüm. İşte Semerkant ve Buhara’yı da bu cömertlikle bağışladım. Bu konuşmanın neticesi, malum olsa da biz yine de yazalım.

Bu zekice verilen hazır cevap, Emirimiz Timur Han’ın çok hoşuna gider ve Hafız Şirazî’ye bol bol hediye ile birlikte cömert bağışlarda bulunur.

ALTINORDU DEVLETİ

Altınordu Devleti ile Emirimiz Timur Han arasındaki ilişkilere göz atmak için tarihi vakayinamelere baktığımız takdirde günümüzde yaşayan, tımarhanelik delilerin ortaya attığı görüşlerin ne kadar yanlış, ne kadar saçma, ne kadar itibarsız olduğu hemen anlaşılır.

Altınordu dediğimiz zaman hüküm ve idarenin Moğollarda olduğu geri kalanların ise kuzey çocuklarının toplamı olduğunu görür ve anlayabiliriz.

Kuzey çocukları; Got Moğolları, Kazaklar, Kıpçaklar, Kırgızlar, Bulgarlar, Ruslarla beraber Slav ırkının tüm renkleri, Çingeneler, Ceneviz tüccarları, Tatarlar, Avrupa’nın başıboş serserileri, Mordalar, Alanlar, Ermeniler, Bedevi haydutlar, Vatikan’a bağlı Hristiyan misyonerler, tefeci Yahudiler ile cümle putperestler iken, işin kolayına kaçıp hepsine birden Altınordu demek, varoş kültürlü hödüklerin bakış açısıdır. Bu tespitten sonra derin ve geniş tarih caddesinin kaldırımlarında yürümeye devam edelim.

Altınordu devletinin lideri olan Ulus Han adına hareket eden Moğol şefi Tuğluk, bir kısım başarıları ve özellikle diplomatik başarısının ardından Timur’u Semerkant prensi, oğlu İlyas’ı Semerkant yöneticisi olarak ilan etti.

Kısa Bir süre sonra İslâm düşmanı İlyas yönetimindeki ablak yüzlü ve hoyrat Got Moğollarının Semerkant’ı yağmalaması, Türk kızlarını cariye olarak pazarlarda satması ve Allah Resûlü’nün torunlarını esir alarak zulüm etmeleri üzerine Timur, Tuğluk’a mektup yolladı; çapulculuğun ve yapılanların durdurulması için. Bir netice alamayan Timur, askerleri ile cariye edilen Türk kızlarını ve esir alınan seyitleri zor da olsa kurtardı.

İHTİLÂL

Evet, bu bir isyan, bu bir ihtilâldi. Cariye edilen Türk kızlarını ve Allah Resûlü’nün torunlarını esaretten kurtaran Timur’un davranışı üzerine Altınordu devletinin şefi olan Tuğluk, Timur’un öldürülmesini emretti. Timur’un verdiği hızlı kararla birlikte ivedilikle çekilmeye başladılar. Bu karar sonucu Hindikuş dağlarını bin bir mücadele ile düşe kalka aşarak Kabile ulaştılar. Timur, dağ kabilelerinin ve çöl bedevisi aşiretlerin kendilerine özgü saf değiştirme ve dönekliğini ilk defa Kabil yolunda bu insanların ihaneti ile öğrendi.

Timur, savaş ruhunun cisimleşmiş simgesi ve tehlikelere meydan okuyan cesur bir insandı. Savaş meydanında kendisine karşı kılıç sallayan düşmanlarına dahi merhamet edici asil kimliğinin, ihaneti ise asla ve kata affetmediğini bilmeliyiz. Şu oldu, bu oldu derken Timur, kısa zaman içinde verdikleri sözden dönerek, ihanet eden dağ kabileleri ile vahşi bedevi aşiretlerinin hepsini tepeledi ve beklenen kutlu gün geldi.

TİMUR, EMİR İLAN EDİLİYOR

Kurtlukta töre, çorba kaynatan ocak-dergâhla, kılıcın kavuşmasıdır.

Belh şehri, tarihî bir gün yaşıyor ve Türk tarihinin kurultaylı günlerine şahitlik ediyordu. Kurultay çadırında tane tane, ağır ağır ve ahenkli ahenkli konuşan Allah Resûlün’ün torunu, Nakşî mektebinin kutlu önderi Hoca Bahaeddin Şâh-ı Nakşıbendî Hazretleri’nin: “Turan ovalarının tek emiri olarak sadece Timur’u tanıyacağım” buyruğuyla kurultay çadırı,sağır edici sessizliğe büründü. Türkistan mülkünün mânâ mimarı ve kutlu başbuğumuz Hoca Bahaeddin Nakşıbendî’nin bükülmez iradesi, keskin ve net duruşu, kaba softa ve ham yobazların dillerini kesmeye yettiği gibi Timur aleyhine olan bütün çatal dillilerin susmasına yetti ve kurultayın sonucunu belirledi.

Hoca Bahaeddin Nakşıbendî Hazretleri’nin okuduğu dualar ile Türk Töresi tecelli eyledi ve adalet yerini buldu. Timur, 34 yaşında iken Emirimiz Timur Han ilan edildi. Allahu Ekber, Allahu Ekber Ve Lillahil Hamd.

Bundan sonra Pirimiz, Bahaeddin Şâh-ı Nakşıbendî Hazretleri’nin: “Turan ovalarının tek emiri olarak sadece Timur’u tanıyacağım” buyruğu ile Emirimiz Timur Han kılıcı önünde eğilmeyen baş, selam vermeyen kol, diz çökmeyen ayak kalmayacak. Hakeza, “Âlem konuşur, Nakşî susar; Nakşî konuşursa âlem susar” öğretisinin maliki olan pirimizin duasını alan Emirimiz önünde de gayri eğilmeyen başın durması, selam vermeyen kolun tutması ve diz çökmeyen ayağın yürümesi, elbette ki fiziğin kuralına, eşyanın tabiatına aykırıdır.

Gayri bizde, bundan sonra Allah Resûlü’nün ardından yürüyen Yavuz Sultan Selim Han gibi Emirimiz Timur Han gibi Sonsuzluk Kervanı’na perçinli olmasının tecellisi olan âşık, şair, savaşçı vasıfları ağır basan ve yaşayan emirimiz olan Kumandan Salih MİRZABEYOĞLU’nun ardından yürümezsem; kavrulsun yüreğim, ar olsun bana; ar olsun.

MOĞOL ÇETELERİ

Evet, Emir ilan edilen kumandanımız ve Emirimiz Timur Han,ordusuyla Gobi çölüne yürüyerek, kötülüğün yakıtı olan ateşi, ayağıyla söndürdü ve şer ocağının kendisini de tamamen ortadan kaldırdı; Moğolların şefi Tuğluk ve İslam düşmanı Moğol çetelerini tarumar eyledi.

Altınordu ülkesinin ve Moğolların bir numaralı lideri olan Ulus Han dışında kimsecikler kalmadı. Şu sebep, bu vesileyle Ulus Han ile çarpışmaya hazır olduğunu dillendiren Emirimiz Timur Han, Moğol lideri Ulus Han’ın ani ölmesi ile Moğolların yeni lideri Toktamış ile çarpışmaya mecbur kaldı.

Toktamış; vefası olmayan nankör, bet –çirkin ve ablak çehresiyle beraber tabansız korkak ve karaktersiz kaypağın teki olup, meydan savaşı yapacak cesaretten mahrumu olduğu da malumunuzdur.

Emirimiz Timur Han, takip için mecburen kuzeyin yollarına düştü.

Toktamış liderliğindeki Moğolların takibi sırasında Emirimiz Timur Han, askerin savsaklamasına ve gevşekliğine asla ve kata göz yummadı. Geciken biri olursa, ayakkabılarının içini kumla doldurularak boynuna asılmasını ve sonraki dinlenme yerine kadar yaya olarak yürütülmesini emretmişti. Aynı kişi ikinci defa savsaklama ve gevşekliği göstermesi halinde cezası, ölümdü. Emirimiz Timur Hanın ordusunu, içeri çekerek, yiyeceksiz bırakmak ve takipten vazgeçmesini hesap eden Toktamış, dört aylık takibin ardından kurtulma ümidi kalmayacak şekilde sıkıştırıldı. Ordusu tarumar edilse de asıl yenilgisini sekiz ay sonra Volga kıyısında alıp, binlerce asi ve İslâm düşmanı, kılıçtan geçirildi.

Velhasılı kelâm, ilkbahar yağmurları altında eriyen karlar gibi Moğollar yönetimindeki Altınordu Devleti de Emirimiz Timur Han karşısında eriyerek silindi ve tarihin tozlu raflarında arşiv oldu vesselam.

BAĞDAT

Harun Reşit zamanındaki kudretini yitiren, kuvvetini kaybeden Bağdat, şimdi geçmişin özlemiyle mutlu olan seçkin ve cazibeli bir dula benziyordu.

Bağdat sultanı Ahmet için her ne kadar müminlerin koruyucusu dense de hakikatte kendini dahi koruyamayacak durumdaydı. Dicle’nin sularında hareket olsa, ovalarda toz kalksa Emir Timur ordusu geliyor zannıyla ödü yüreğine karışıyordu. Şöyle oldu, böyle oldu, derken Bağdat asli sahibine kavuştu. Emirimiz Timur Han, saray mahzenlerini tıka basa şarap ile dolduran Bağdat Sultanı Ahmet’in şaraplarının nehre döktürdü. Şehre yeni vali atadı. Kına renkli, bereketli Semerkant’a dönüldü.  

Emirimiz Timur Han’ın Bağdat seferi sırasında İran sapkınlarının atası olan engerek yılanı Hasan Sabbah’ın akrep yuvasıyla birlikte İranlı Mecusilerin fitne ateşini de söndürdüğünü söylemeliyim.

Semerkant, yahşi şehir, saraylar içine bahçelerin yapılmayıp bahçeleri için saraylar yapılan güzel diyar. Kına rengi toprağı, yılda dört defa mahsul veren tarlaları, şırıl şırıl akan berrak suların aktığı güzel belde. Uçsuz bucaksız göklerin, engin denizlerin ve yüksek dağların mavisi, masmavi rengine bürünen dualı şehir Semerkant, Allah seni muhafaza eylesin.

Güzel ve görkemli bir şehir olan Semerkant’ın mavi renge bürünmesinin mimarı, elbette ki mavi renge vurgun olan Emirimiz Timur Han idi.

Yaşadığımız bu çağda da “Mavi renge vurgunum” diye öne çıkan, zulme başkaldıran ve zalimlere baş eğdiren bir tanıdığımız var;  Kumandan Salih MİRZABEYOĞLU. Bu gerçeği kaç kişi fark edebildi, bilmiyorum.

Çağımızın şahidi, gök ile toprak arasında yağmur sicimi olan Kumandan MİRZABEYOĞLU, “Mavi: Kelime-i Tevhid nuruna işarettir’’(2) demekle Sevdasının özü olan tevhidi ve sembolü olan rengin muhtevasını izah ettiği gibi Mavi Bayrağımızın mimarı olduğunu da lütfen unutmayalım.

Bu korelasyon örneğinden sonra Tevhid birliği ve nuru olan mavi renk ahenginde yürüyen, Emirimiz Timur Han’ı dillendirmeye devam edelim.

HİNDİSTAN

Semerkant şehrimiz, kazanılan İran zaferinin tören ve şenlikleri ile gecenin gündüze, gündüzün geceye karıştığı ender günleri yaşıyordu. Halk mutlu, beyler mesut, ticaret canlı ve şenlikler devam ediyordu. İşte bu şenliklerin devam ettiği bir seher vakti kulaktan kulağa fısıltı ile “postacılar dönmüş, postacılar dönmüş” haberini duymayan kalmadı. Şu oldu, bu oldu, derken Hindistan’dan gelen postacıları dinleyecek kurul toplandı.

Hindistan ile alâkalı iki görüş ortaya çıktı. Birinci görüştekiler; irili ufaklı nehirleri, bataklıkları, vahşi ormanları, tepeden tırnağa silahlı askerleri, insan öldüren filleri, hastalık üreten sıcak iklimi, kirli suları ve Türkçe lisanından başka bir dil konuşmaları sebebiyle Hindistan üzerine düzenlenecek bir fethe karşı çıktılar. İkinci görüş mensupları ise Hindistan’ın Asya kıtasının hazinesi olduğunu ve ele geçirilmesi halinde Kızılelma’ya daha kolay ulaşılacağı görüşünü taşıyanlardı. Leylak ve nar bahçeleri ile meşhur Semerkant’ı arkasında bırakan Emirimiz Timur Han, kısa bir müddet sonra Hint ordusunu tarumar edip Delhi’yi aldı. Gariban ve yoksul Hintli insanlarımızı sömüren Racalar, (Hindu, Budist, Pagan önderleri) ya dağlara kaçtı yahut kılıcın neşter olan tarafıyla tedavi edildiler!

Zafer kazanılan her beldenin mimar, ressam, bilgin, âlim ve velilerine saygı ve ihtiramla davranan Emirimiz Timur Han, Hint ellerinin marifet ehli insanlarına da aynı şekilde saygı ve ihtiramla muamele etti.

Bütün bunlar olurken Batı illerinden gelen haberler kötüydü. Kafkaslar kaynıyor, Mısır ve Bağdat sultanları Fırat ile Dicle arasında cirit atıyorlardı. Hayber geçidini aşan, İndus nehri üzerine köprüler kurduran Emirimiz Timur Han, Semerkant şehrimize varır varmaz, “Ben Allah’ın kulu Timur, diyorum ki…’’ cümlesiyle başlayan bir mektup yazdı, Yıldırım Bayezid ’e. Osmanlı Devleti, henüz imparatorluk değil, Yıldırım Bayezid önderliğinde yönetilen bir devlet idi.

YILDIRIM BAYEZİD VE HAÇLI SAVAŞI

Yıldırım Bayezid yönetimindeki Osmanlı Devleti, Batı’nın çetin cevizi olan Sırpları ezmiş, Macaristan ovalarında at oynatıyordu. Osmanlı Devleti’nin Bey’i olan Yıldırım Bayezid, Aziz Türk milletine karşı açılan Haçlı savaşında Macaristan Kralı Sigismond önderliğindeki bütün Batı ülkelerini mağlup etti. Bu savaşta Fransa, İngiltere, Almanya ile birlikte Töton ve Rus Şövalyeleri, Burgav’lar, Savoie Dukalığı, Bavyeralı Elektör’ler, Paleten’ler gibi onlarca derebeyi ile Batılı haydutların tamamı tarumar oldu. Yıldırım Bayezid ’in, 1396 yılının bir ikindi serinliğinde neticelenen Niğbolu savaşı sonucu bütün Batı’yı ve batılı mağlup ettiği bir hakikattir.

Yıldırım Bayezid’in, ismi ile müsemma bir şahsiyet olduğunu söyleyebilirim. Ilımlı olmaya uzak, bilgeleri dinlemeyen ve ismiyle mutabık olarak yıldırım gibi parlaması ve fevri davranışlar sergilemesi sebebiyle strateji ve taktik yönden zayıf olduğunu söylemek; hakikati görmek, gerçeği fark etmektir.

MEKTUP

Emirimiz Timur Han, “Ben Allah’ın kulu Timur, diyorum ki, Rum meliki Yıldırım Bayezid olarak Bağdat sultanı Ahmet ve Kara Yusuf’a yardım etmeyiniz!”

Bu gayet kibar ve nazikçe yazdığı mektuba karşılık Yıldırım Bayezid ağza alınmayacak hakaretler ile cevap verdi. Emirimiz Timur Han, ne kadar kibar ve iltifat edici satırlar yazdıysa, Yıldırım Bayezid ise tam tersine hakaret ile donattı mektuplarını.

Yıldırım Bayezid ’in mektuplarda yazdığı hakaret edici satırları ve sözleri değil yazmak, söylemeye bile hayâ ederim. Hele hele hakaret edici bir cümlesi vardır ki, çizgiyi aşmaktan öte, edebe mugayir ve ahlâka aykırılığı yanında Bey olan birine asla ve kata yakışmayan bir tavırdır. Dedim ya dostum, ben, söylemekten hayâ ediyorum yazdığı cümlesini.

Uzun bir bahse konu olan bu meseleyi dillendirmekten maksadımız, asla ve kata atalarımızı küçümsemek olmadığı gibi hamasi nutuklarla abartmak da değildir. Hakikat ne ise onu beyan etmektir.

HESAPLAŞMA

Türkistan Pirinden dualı olan Emirimiz Timur Han, Hindistan seferinde iken çizgiyi aşanlarla hesaplaşmak üzere sahaya iner inmez, Kafkasya’nın başkaldıran yaramazları, hizaya sokuldu. Türkmenlerin haini Kara Yusuf, Arabistan çöllerine firar etti. Mecusî İran, şiddetli bir azapla terbiye edildi. Mısır, hiç ayak diremeden haraç vermeye ve Emirimiz Timur Han adına hutbe okutmaya başladı. Bağdat Sultanı Ahmet ise gecelik entarisiyle kaçarak, nehrin bu tarafında olan Yıldırım Bayezid ’ın yanına sığınmakla kurtulacağını sandı. Kurtulamadığını tarihi vakayinamelere bakarak nasıl derdest edildiğini, nasıl zincire vurulduğunu okuyabilirsiniz; lâfı güzafa-boş lakırdıya gerek yok. Emirimiz Timur Han önünde eğilmeyen baş, selam vermeyen kol, diz çökmeyen ayak kalmadı.

AFACANLIK EDEN BİR BEY, YILDIRIM BAYEZİD

Emirimiz Timur Han, derviş hassasiyetine sahip duygularıyla Osmanlı ile kesinlikle savaş istemedi. Savaşma taraftarı olmadı. Şahsına ve ordusuna karşı yapılan bütün hakaretlere karşı, “yapma, etme, eyleme” cevabıyla karşılık verdi. Vakur şahsiyetinin getirdiği olgunlukla ılımlı hareket etti.

Türkistan tarafımızı izah eden bu kısa izahtan sonra yarın değil hemen şimdi prensibimizle, Anadolu tarafımızı temsil eden pencereye göz atalım.

Bursa’da meftun bulunan ve Yıldırım Bayezid ’in damadı olan Emir Sultan Hazretleri, Türkistan Emiri Timur Han’a karşı saygılı olunmasını ve sulh yolunu tavsiye etti. Kayınpederi olan Yıldırım Bayezid ’e savaştan kaçınılmasını, yapılacak bir savaşın hayırla neticelenmeyeceğini, ısrarla vurguladı. Emir Sultan hazretlerinin ısrarına rağmen mektuplarında hakarette sınır tanımayan Yıldırım Bayezid, Niğbolu zaferinin getirdiği neticeden dolayı zafer sarhoşluğundan kaynaklanan gururuyla, söz dinleyecek hale uzaktı. Bağdat Sultanı olan Ahmet’i korumaya devam ettiği fevri davranışları, devlet aklıyla değil hissiyatla hareket ettiğine kâfi olsa gerek. Şu oldu, bu oldu, derken Yıldırım Bayezid yenildi.

Savaş sonrası, Emirimiz Timur Han “İlhanlı neslinden geldiğini, küçüğün büyüğe itaatinin vacip olduğunu ve Osmanoğlu ailesinin edebi kıt ve haşarılık eden çocuğu Yıldırım Bayezid’in kulağını çektik” sözleriyle zafer sarhoşu olmaya uzak, Osmanlı devletini yıkmaktan ziyade Osmanoğlu ailesinin, Bey olmalarına yakışır tarzda hareket etmeleri gerektiğine dikkat çekmiştir. Bu çekilen dikkat sonucu, gerilen bir yay misali yıllar sonra İmparatorluk yolunun açıldığını unutmayalım. Bu vakadan çıkarmamız gereken ders, mütevazı olanların talihine görkemli zaferlerin, küçümseme, gurur ve kibre kapılanların ise mağlubiyetle tanıştığının şuuruna varalım.

Emirimiz Timur han, savaşı düşman topraklarına taşımak, devamlı taarruz halinde bulunmak ve adaletli yönetim prensiplerinden asla ödün vermedi. Emirimiz Timur Han, Ankara savaşını kazandıktan sonra Yıldırım Bayezid’i misafir etti. Allah için misafir ettiği kardeşine karşı, sevgi ve saygıda kusur eylemedi. Misafiri olan Yıldırım Bayezid ile aynı sofrada aynı yemeğe kaşık salladıkları bir gün Emirimiz Timur Han:Yıldırım Bey, şu dünyanın işine bakar mısın, senin gibi bir şaşı ile benim gibi aksak birine kaldı.” sözüne beraberce tebessüm ettiler.

TÜRKE KILIÇ ÇEKEN ELLER KIRILIR

Emirimiz Timur Han, Ankara savaşından önce Rumların ve Cenevizli kâfirlerin ikiyüzlü davranışlarına olan öfkesi dinmedi, hiddeti hiç azalmadı. O dönem itibariyle son Hıristiyan bölgesi olan ve Homeros tarafından destanlaştırılan ve yaşadığı dönemin güzeller güzeli olarak anlatılan Helen’in debdebeli bir ömür sürdüğü, Turova-Çanakkale’de yaşayan küffarı ezerek, İzmir’e geçti.

Emirimiz Timur Han, Yıldırım Bayezid tarafından 6 yıl kuşatıldığı halde alınamayan İzmir’deki Sanit-Georges şövalyelerine ait kaleyi14 gün gibi kısa bir zaman içinde zapturapt altına aldı. İzmir ve civarında Rodos şövalyelerini tarumar eden Semerkant atlıları, boğazın sahillerinde at oynattılar ancak Bizans ile hesaplaşmalarının arasına giren boğazın ihtişamını izlemeye mecbur kaldılar. Evet, evet, Aziz Türk milletine karşı kılıç çeken eller kesildi, bilekler kırıldı ve hadleri bildirildi.

SEMERKANT HÜZÜNLÜ

Çiçekler açan Semerkant sokakları gamlı, şerbet akan çeşmeleri kederle karşıladı; Emirimiz Timur Han’ı. Bu dönemde yaşayan İbn Batuta’ya göre dünyada 6 tane hükümdar vardı. Çin Fağfuru- Kralı haricinde Bağdat Sultanı Ahmet ve Hint Mihracesine acı mağlubiyet tattırılırken, Mısır Sultanı rıza ile harac vermeyi kabul ederken, Bizans tekfuru Manuel diz çökerek yalvarmıştı. Bu zaferlere rağmen Ankara savaşında ağır bir yara alan Emirimiz Timur Han’ın gözde torunu Mehmet iyileşemeyerek şehit oldu. Bu haberle Semerkant balaları hüzne, tıfılları yasa ve âlimleri gama büründü. Askerin psikolojini ne siz sorun, ne ben anlatayım desem de askerin gözbebeği, Emirimiz Timur Han’ın gözde torunu Mehmet, Ankara savaşı dışında başka bir yerde yara alıp şehit olsa idi kesinlikle ve kesinlikle o ülkenin toprağı üstünde taş, gövdesi üzerinde baş kalmazdı. Bu hüzün ikliminin rüzgârı, astronomi ilminin piri, Emirimiz Timur Han’ın torunu Uluğ Bey’i çok, çok derinden etkiledi. 

SAVAŞ BİZE DÜĞÜN DERNEK

Hüzne bürünen ve yası devam ettiren Semerkant, bir haberle çalkalandı. Emirimiz Timur Han, bir emir verdi: “İki ay şenlik yapılsın. Kimse kimseye bunun sebebini sormasın.” Şenlikler devam ederken elçiler geliyor, elçiler gidiyordu. Emirimiz, âdeti olmadığı için İspanya elçisine el öptürmedi. Sadece, “İspanya kralı oğlum nasıl? Sağlığı iyi midir?” diye elçiye sordu.

Şenliklerin son günü, ani bir kararla elçilerin hepsine izin verilip gönderildi. Emirimiz Timur Han, 1404 yılının kasım ayında beyleri ve bilgeleri huzurunda toplayarak: “Putlara tapan Hatayı- Çin’i baş aşağı etmek için hep beraber oraya yürüyeceğiz” dedi. Bu haber, şenliğin ardından gelen düğün dernek oldu. Beyler, aksakallı bilgeler ve cümle ahali sevinç haykırışları ile Emirimiz Timur Han’dan savaş tuğlarını açmasını rica ettiler. Ricaları kabul gördü ve toy başladı.

İnsan çehresini bıçak gibi kesen, zemheri soğuklarının estiği Kasım ayı akşamında şiir okuyan şairlere, kopuz çalan ozanların melodisi eşlik etti.

Bastonu takip eden tuğların ardında yürüyenlere…

Sancağın ardında savaşa düğün, dernek diyenlere…

Selam, şehadete nikâh kıyan, yiğitlere selam olsun!

EMİRİMİZ TİMUR HANA RAHMET BİZLERE İBRET (3)

Evet, 1404 yılının Kasım ayında alınan karar hemen uygulandı. 1405 yılının Mart günü toplanma yerinde açılan bayrağımız ve savaş tuğlarının eşliğinde tümenler geçit törenine hazırlandı. Mızıkacılar ile kopuz çalan ozanların sesi, ortalığı çınlatan davul gümbürtüleri, atların nal sesi birbirine karıştı. Ortalık mahşer gibi değil mahşer yeriydi.

Şu oldu, bu oldu, derken ordumuz, Emirimiz Timur Han önderliğinde Çin sınırında ki Otrar’a (Bugün, Kazakistan’ın kuzeyinde olan bir eyalet) vardılar. Otrar’da hava ağır ve pusluydu. İlk defa bu sabah havası bir başkaydı. Emirimiz Timur Han’ın her zaman bindiği kırat eğerlenmiş olmasına rağmen at üstünde değildi. Beyler, bilgeler, yüksek rütbeli subaylar kar üstünde Emirimizin bayrağı yanında donuk ve dalgındılar.

İçerde benzi sararmış, çehresi kül grisi olan Emirimiz Timur Han, fısıltı halinde: “Çin seferine devam ediniz. Ben ölünce deli gibi bağırıp çığırmayın, üstünüzü başınızı paralamayın!”

Evet, İsmi ile müsemma olan Emirimiz Timur Han, demir iradesiyle ölümü de irkilmeden karşıladı. Ölüm döşeğinde iken dahi, Allah Resûlü’nün vefat halindeki sünnetine ittiba eyledi son emrini verdi: “Çin seferine devam ediniz” dediğinde, otağ içinden kuran okuyan hafızlar ve seyitler tekbir getirmeye başladılar. Allahu Ekber, Allahu Ekber La İlahe İllallah.

Baki olan Allah’tır, Emirimiz Timur Han vefat etti.

YA MÜNTAKİM ALLAH BİZİ İNTİKAMINA MEMUR EYLE

Kına renkli Semerkant toprağında doğan ve İlhanlılar neslinden gelen çocuk büyüdükçe biz, maveraya yürüdük ve zulme başkaldırdık; bastonu takip eden tuğlarının ardından.  

İnşallah, Sonsuzluk Kervanı’na perçinli, aşık, şair ve savaşçı Emirimiz Timur Han’ın bacağına aldığı ok yarası sebebiyle aksak kalmasına sebep olan Siccistan’dan intikamını ve putlara tapan Çin seferini tamamlamak, Yaşayan Emirimiz Salih MİRZABEYOĞLU önderliğinde biz gönüldaşlara nasip olur.

1: Salih MİRZABEYOĞLU 29 Kasım 2014 Haliç konferansı.

2: Salih MİRZABEYOĞLU – Ölüm Odası 352 sayılı makalesi.

3- Kumandan Salih MİRZABEYOĞLU’ndan aplike edilmiştir.

Belh şehri, Afganistan başkentinin kuzeyinde olan bir kent.

Siccistan, yarısı İran, yarısı Afganistan sınırları içinde olan bölge.

Burhan Halit KOŞAN

Not: Bu çalışma, Yahya EKŞİ ve Mehmet Fatih BÜYÜKÇAPAR gönüldaşlar tarafından çam sakızı, çoban armağanı misali kabul buyrulsun.

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: