SEN – Hayyam Ârif

SEN – Hayyam Ârif

Sen; her yerin kovulmuşu, her kem bakışın hedefi, hiçbir yerde tutunamayan, hiçbir ağızdan meded umamayan, başını taştan taşa çarpa çarpa helâk olup giden!..

Sen; konuşamayan, konuştuğunu anlatamayan, sağır kulaklara canhırâş yırtınmalarını duyuramayan, derdine kapanan!..

Sen; acının dibine battıkça acılar çağıran bela paratoneri, oturmuşsun, bir girdabın halkasında kendini seyreden, döne döne yine kendine batan!..

“Değiştir kaderimizi, kalburdan geçir belaları, başlayarak zamandan” diye şarkı söylüyor sana bu çocuklar.. “Nerede olursa olsun yükselt cevherini arzularımızın, hükümlerimizin” diye yalvarıyorlar sana..

Gecenin ve gündüzün, baharın ve kışın, öfkenin ve merhametin, savaşın ve barışın, ve daha kaç türlü zıtlık varsa savurduğu: Sen!.. Gidecek misin mevsimler üzre ölen insanlardan uzağa?..

Muvazeneni kaybediyor, parmaklıklara tutunamıyorsun.. Bir yanda binlerce cana kanın sızlamadan, gözünü kırpmadan kıyabilecekken ötedeki karıncanın akıp giden suda kayboluşuna bin yıldır ağıt yakıp matem tutan sen!..

Sen; gördüğü rüyayı sabahında yüzlerde arayan, sen; çektiği çileden iz bulmak için göz göz insan tarayan!.. Hem cin çarpmış, hem gözünde ateş besleyen sen!..

Artık anlamaya başlıyorsun her şeyi.. Bütün sırlar yavaş yavaş ifşâ olunuyor, bütün görüntüler getiriliyor gözlerinin önüne, isimler fısıldanıyor.. Her şeyi biliyormuşsun gibi değil mi, sanki îlâm olunuyor her şey; o geniş saatler boyunca nâil oluyorsun dünyanın bütün esrârına; ama işte o kadar.. Bir rüyâdan uyanır, üzerindeki toprağı silkeler de dirilir, bir “arda kalan” gibi harabelerin içinde gezinerek, arşınlayarak mezarları..

Artık yavaşça fark ediyorsun.. Eline çarpanın bir işaret, her karşına çıkanın bir sembol (meselâ tabağa dizilmiş sigara börekleri kefenlenmiş ölüleri ihtâr etmeli sana), her şeyin, evet her şeyin bir ikâz olduğunu.. Anlıyorsun her şeyin ablak bir tebessüm gibi durduğunu; alıştın basit düşlere.. Sınır durumlarda, karanlık koridorlarda çınlayan histerik kahkahaya dönüşüyor varolan, “irritasyon”uyla ikâz ediyor hadiseler ve düşüyor fikrine vahşet gibi; “ikâz edilen olur da ikâz eden olmaz mı” diye..

İçtiğin sigaranın dumanı gibi süzüle süzüle her yere girebilir, hayalet gibi duvar bilmez engel tanımaz dolaşabilirsin.. Sonra dünyayı çarpacak göktaşısın; bilecek herkes kimsin ve nesin, nereden geldin, ne yapıyorsun ve nereye gideceksin!..

Şimdi nereye saldırmalı, neyi devirmeli, hangi sûretleri seçmeli yüzüstü etmek için!..

*

hangi yazıları silmeli duvardan

söyle, söyle ne zaman saplandı bu hançer göğsüne

en büyük kıskançlığın hüznü

yoo, niye demeyeceğim

zira aklı yoktur hiçbir doğmuşun

söyle n’olur, nerede başladı bu savaş

kahretsin! daha başından kaybettik

nesin sen, kimsin?

ne bütün bu aynalar

nasıl olur da biter her şey

böyle çabuk

böyle ani

böyle…

*

Sen; sevgisi dünyanın: Hesapsız kitapsız şuursuzca..

Sen; elden geçiren eşyayı, temas hissiyle arındıran, arıtan, oynatan..

Sen ki verdikçe zenginleşensin, gizli hazineler sahibi ve seslenen:

“İster misiniz görünmez olayım, yüzüğü bulmak için dalayım suya?.. İster misiniz?.. Altın yapacağım, ilaçlar yapacağım..”

Sen; yüce bir ahdin sükûtuyla heykelleşen, deniz gibi hasis, dalga dalga cinnet kusan sarhoş uykunun sahillerine, bir sürgün kadar.. Boğarak güneşi ufukta yara gibi ellerinden içirip sonsuzluğun ebedî kırılmalarını, methetmeden tuhaf çocukluğu..

Sen; serâpâ inkisârı köpükten kıratın binicisi, terbiyecisi eşyanın..

Sen; çocuğu göklerin özgürce hüzün cennetinde dolaşan, neşesi alaya, hüznü zamana kurban, yitirerek her şeyi..

Sen; hasreti her şeyin, hatırlaman yanmana, düşünmen çıldırmana eş..

Sen; tutkusu her şeyin, balyoz aşkında meydan yerine inmeye.. Bitmek tükenmek bilmez güvenin bastığın adıma, yer titrer sebatından..

Sen; celladı bütün uyuşuklukların, vurgunsun bir atın telâşlı dörtnala akışına, dağlarda yürüyen sancakların vekârına.. Celladısın bütün köhne hesapların, seyrindesin yaktığın gemilerin aleviyle aydınlanan alnının..

Delisin sen!.. Kader sırrında kaybolan zamanın çığlığına kulaklarını tıkayamadığından..

Kim anlayacaktı ki seni?..

Kendini bekliyorsun oturmuş sessiz.. Figüransın sen, yaşayan biri var!..

Sen; yazmasa çıldıracak olanla alaydayım.. Yazmasaydım, yazmasaydım.. Düşünemiyorum bile!..

Ne yapmalı?.. Nasıl yapmalı?.. Ne olursa, bir şey yapmak gereğini hisseden çatlatırcasına kalbini..

Yırtmalı artık ufkun zarını, kalemleri tohuma çatlatmalı, dağları yürütmeli şehre..

“Madem ki ruhumda bir kıvılcım vardı, istedim ki dünya tutuşsun” diyorsun ve madem ki tasasındasın.. Off! İşte perde!..

Sen; tanımıyorsun kimseyi, annen yok, baban yok, kardeşin yok, eşin yok, dostun yok, arkadaşın yok, sevgilin yok, yarın yok..

Madem ki unutkandır her doğmuş -ki ölesiye hatırlatır her şey sana her şeyi- yaptıkların bile yok; yalnız başın göğe kalkmış, yüzün ufka dikilmiş, alnını uzatmış hedef okuna “çekilmiş”sin, yalnız gayretindesin yapacaklarının..

Hayyam Ârif

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: