KUMANDAN: MÜNAFIKLARA SAVAŞ AÇAN DEVRİMCİ MÜSLÜMAN

KUMANDAN: MÜNAFIKLARA SAVAŞ AÇAN DEVRİMCİ MÜSLÜMAN

Hapishanedeyim, televizyonda bir haber; “Salih Mirzabeyoğlu’nun beyin ölümü gerçekleşti.”

Demek daha ölmedi; kalbi hâlâ atıyor diyorum.

Ölüm Allah’ın emri ama can bedenden çıkmadıkça, Tanrı’dan umut kesilmez diyorum.

Allah’tan hiçbir zaman umut kesilmez ki!

Şimdi insanlar, Mirzabeyoğlu için yazacak.

Eminim onu yalnız bırakanlar, yalnızlaştıranlar en çok yazacak, onun gölgesinde tam da onun en nefret ettiği şeyi yapacaklar, onu yine sömürecekler.

Sanırım, bir Kemalist olarak, bir Sosyalist olarak, laik biri olarak; onu en tarafsız gözle anlatacak kişiyim.

Gerçi çok da tarafsız sayılmam, çünkü onu anlamış, anladıkça da yakınlık hissetmiş biriyim. Ki nedenlerimi birazdan anlatacağım.

Bizim nesil, tam da 28 Şubat döneminin Kemalist Sol kuşağıyız. Mirzabeyoğlu’nu o dönemden tanıyorum. Haftalık Taraf dergisini düzenli okurdum. En radikal, en uç, çoğu zaman da en kırıcı şekilde Atatürk’ü ve biz Atatürkçüleri eleştirirdi. Sanki varlık nedeni Kemalizm düşmanlığıydı.

Sonra, bir operasyon, tutukluluk…

Cezaevinde isyan, kesilmiş saçları, darp edilmiş yüzü…

Tek başına bir hücreye konuluşu…

Sonra yıllar geçiyor, Mirzabeyoğlu hapisten çıkıyor ve ilk konferansına gidiyorum. Artık uzun, kırlaşmış saçları ve sakalları ile.

Ama benim gözümün önünde hep o kesilmiş saçları, darp edilmiş yüzü ile!

Kitaplarının arkasında da hep o fotoğraf!

Neden, o güzel, etkileyici, uzun saçları ve sakalları ile değil de o fotoğrafla çıkıyor karşımıza diye sordum hep kendi kendime. Sanırım doğruyu bulmuşumdur.

O fotoğrafta tüm topluma bir mesaj veriyordu, özellikle de benim gibi karşı cephedekilere: o bir fotoğraf değil; aynaydı aslında: Bunu siz yaptınız diyordu. Ve ben irkiliyordum.

İtiraf ediyorum; bu fotoğraf tam da o hengameli dönemde, beni hiç rahatsız etmemişti, kim bilir belki de sevinmiş bile olabilirdim.

Ne de olsa düşmandı. Ve işte onu hapsetmiştik. Üstüne bir de saçını kesip gözünü morartmıştık! Zafer bizimdi yani!

Ama işte yıllar sona o fotoğraf, bizim zalimliğimizin fotoğrafı olarak karşımda.

İçimizdeki zalimle yüzleştiriyor bizi.

Bunu siz yaptınız ama ben bundan hiç utanmadım, yıkılmadım, etkilenmedim diyor.

Sonra sonra, o fotoğrafın aslında bana, bize, yani karşı cepheye değil; kendi mahallesine olduğunu anladım.

Bu fotoğrafla tüm İslamcılara sesleniyordu:

Siz yaptınız, beni yalnız bıraktınız diyordu!

Yazdıklarını okudukça, kendi cephesine olan hayal kırıklığını, çok daha iyi anladım.

Asıl isyanı: bizlere değil; İslami camiayaydı.

16 yıl zindanda tek başına bırakılırken, saçları kesilir işkenceye tabi tutulurken, tecrite alınırken; susan tatlı su Müslümanlarına!

Aslında susmaktan öte, aman canım şu adam içerde kalsın da bizi rahatsız etmesin, radikalliğe lüzum yok diyen o Reformcu Düzenbaz İslamcıyaydı isyanı.

İşkenceye, telegrama gülen, onu “meczup”laştıranlara!

Peki, benim anladığım Mirzabeyoğlu kimdi?

O, Müslümandı!

Ve münafıklara isyan ediyordu!

Kemalizme, laikliğe değildi öfkesi ve hıncı, öfkesi ve hıncı; İslamcı geçinip düzene uyan, tüm İslamcılara da kendileri gibi düzene uyumlu olmayı tavsiye edenlereydi.

Devrimci olamayan zavallılaraydı!

Şimdi biraz daha iddialı bir laf edeceğim:

O, peygamber geleneğini devam ettiren belki de tek İslamcıydı!

Nedir peygamber geleneği derseniz…

Kabilesine dayanmadan, bir cemaate / tarikata yaslanmadan, parasal güç odakları ile uzlaşmadan, kimseye – ailesine bile aldırmadan, bildiği, inandığı yolda yürüyen adam!

Bu yolda yürüyen adam, putlara savaş açtı!

Ama asıl putlar neydi derseniz: Düzenin putlarıydı onlar.

Kabilecilikti, cemaatçilikti, parayla iyi geçinmekti, iktidarı karşına almamaktı.

Ve tıpkı Hz. Muhammed gibi putlarla savaşta tek başına kalmaktı.

Ve biliyoruz ki, diğer peygamberler gibi, bizim peygamberimiz Hz. Muhammed de, tek başına olmayı seçmemiştir!

Bu, onun değil, onun etrafındakilerin seçimidir.

O, yalnız bırakılmış adamdır!

Bugün bakıyorum İslam alemine.

Müslüman çok!

İslamcı da çok!

Peki ya “Muhammedi”?

Kim, sadece Hz. Muhammed’in peşinden gidebiliyor ki?

Ya bir tarikata dayanacaksınız, ya İslamcı bir ülkeye, ya İslamcı mali güçlere, kökleşmiş mezhep örgütlenmelerine, yerel, aşiretsel, kabilesel egemenlere! Hatta sizi el atından destekleyecek emperyal güçlere!

İşte, benim gördüğüm, bunu isyan eden, “bana Allah yeter” diyen, adamdır Mizabeyoğlu.

Düşünsenize, zaten bir tarikatın meşru şeyhi olma hakkınız var ama diyorsunuz ki, ben, insanların bu şeyhlik makamına değil, bana, benim düşüncelerime, benim yoluma inanmasını istiyorum, o nedenle bu makamı kabul etmiyorum!

Egemen İslamcı güçlere karşı çıkıyorsunuz ve diyorsunuz ki, bu yola inananlar peşimden gelsin.

Bu çıkış, Kemalizme değil dönemin İslamcılığına karşı bir çıkıştı.

Diyordu ki; paranın egemenliğine de, silahın egemenliğine de karşı çıkıyorum; ben fikrimle varım.

Benim fikrim, paradan da silahtan da güçlüdür.

Ama işte güç odakları sevmez fikir adamlarını.

Bakın çok açık konuşuyorum:

Bir fikir adamı olarak öne çıkmak demek; alınabilecek en laik tavırdır!

O, Allah’ın arkasına sığınmadı; Allah için öne çıktı.

İşte o nedenle; İslamcılığın mağdur mazlum edebiyatına hiç prim vermedi.

Hapisten korkan, devletle asla arasını bozmayan, günlük hayatını sürdüren; İslamcılar için bu kabul edilemezdi ki!

Kimdi bu “meczup”?!

Devletle kavga etmek, Amerika’yla savaşmak da ne demekti!

Hele hele, hapishanede bile bir isyancıya dönüşmek!

Can sıkıcıydı.

Tüm tarihi uzlaşma olan sefil bir İslamcı gelenek için kötü bir örnekti.

Yani devrimciydi!

Voltaire’in güzel bir sözü var: “Hiç olma korkusundan yobaz oldular” der.

Ve maalesef o hiçler, bir de İslamcı geçinirler. Biz de onlara yobaz deriz; hiç olduklarını unutarak.

Peki Hiç’in alternatifi nedir?

Bir kabileye, tarikata sığınmadan var olunabilir mi?

Yoksa, ben varım demek midir “hiç” olmamak?

O, “ben”i ile ortaya çıktı; bu çıkış hem devrimciydi, hem laikti, ama aynı zamanda da Muhammedi bir çıkıştı!

Sürüye kapılanlardan olmadı.

Ama kurt da olmadı.

Çakal da olmadı.

Devrimciliğini, ahlaksız siyasetle kirletmedi.

Tecrit, onun için bir sığınak oldu.

Dostu, düşmanı da tanıdı; “ben”i ve Allah’ı da!

O nedenle o isyankar adam, hapishanede bir “ermiş”e evrildi.

Çıktığında, kavga demedi.

Savaş demedi.

İntikam demedi.

16 yıllık hapis hayatının, 12 yılı bir İslamcı bir iktidarda geçmişti. Ve iktidar olan İslamcının, nasıl bir canavara dönüştüğünü görmüştü.

İşte bu nedenle, düşmanın Kemalizm değil, düzen olduğunu; düzenin arkasına saklananların ideolojik kimliğinin bir önemi olmadığı anlamıştı.

Eminim, anti-Kemalizmle çıktığı yolda, Mustafa Kemal’i de, Mustafa Kemal yalnızlığını da çok iyi anlamıştı.

Kimi deseydiniz; kimi tercih edersin; reisi mi yoksa Mustafa Kemal’i mi?

Mustafa Kemal derdi tereddütsüz.

Evet, öfkeli adam gitmişti hapisten çıktığında.

Aslında, öfkeli miydi?

Bakın, burada da derin düşünelim derim.

O, aşk ile savaşı, insanın iki doğal halini birleştirmeye çalışmıştı. Elbette kimi zaman bu diyalektik denge, savaşçılığı öne çıkartmıştı. Ama. Savaşçılık hali, kirletilmemişti. Yani siyasallaştırılmamış, parasallaştırılmamıştı. Özünde hâlâ aşk vardı.

Bu hali İslamcı anlamadı!

Onlar; düzene, paraya, güce aşkla bağlanıp, miskinleşiyor, bunu da barışçılık olarak sunuyordu.

Oysa nasıl da savaşçıydılar!

Para için, güç için, mevki için birbirini kırıyorlardı! İslamcı İslamcının kurdu olmuştu. Ve bu kurtlar, aslında aşkı çoktan unutmuşlardı.

Mirzabeyoğlu’na açıktan karşı da çıkamazlardı. Utanırlardı. Utanmaktan ziyade belki de riyakârlıklarındandı bu tavırları da.

Ama işte, onu anlamak zordu!

Onu en çok savunanlar bile öyle diyordu!

Zor muydu?

Evet, Mirzabeyoğlu’nun felsefi metinleri zordur.

Ama kimin için?

Anlayana zordur, anlarsan yapmak zorunda kalırsın!

Yani anlamak, riskliydi!

Bilip, anlayıp; yapmamaktansa “anlamadım” deyip sıyrılmak kolaydı.

Açık konuşalım; anlamak kolay yapmak zordu!

Benim gibi bir sosyalist için; değerli olan şey, onun politik fikirlerinden önce; bakış açısıydı. Yöntemiydi.

Pırıl pırıl, korkusuz diyalektik!

Bakın, diyalektik en korkutucu şeydir.

Nedeni ise şudur: Bazen aşık olduğunuzla savaşmak, bazen savaştığınıza aşık olmak durumu ile karşı karşıya kalırsınız!

Kolaysa çık işin içinden?

İnsanlar o nedenle, diyalektiğin bu dehşet dengesinden, dincilerin skolastiğine, burjuvaların analitiğine sığınır!

Mirzabeyoğlu, onların mantığına hiç sığınmadı.

Ama bu haliyle, yani radikal diyalektiği ile, hak ettiği yere gelebildi mi?

Değeri bilindi mi derseniz…

Garaudy, Roy gibilerin, ya da Foucault gibi filozofların yanında yer alabilirdi bence.

Ama biz, onu filozofumuz yapacağımıza “meczuba” dönüştürmeyi tercih ettik.

Böylece kendi sefil dünyamızda rahat ettik.

Eğer onu bir an önce mezara sokmak isteyenler, o sefil, o korkak İslamcılar, istediklerinee kavuşurlarsa onun cenazesinde, toplaşacak ağlaşacak.

Oysa Allah gecinden versin o gün gelirse ve nasıl bilirsiniz derlerse bana…

Devrimciydi Muhammed Mustafa gibi!

Devrimciydi Mustafa Kemal gibi!

Derim.

Yanarım yanarım, hapiste olmama…

Onunla hiç tanışmamış, hiç konuşamamış olmama…

Bu fikirlerimi ona söyleyememiş olmama…

Ha, o bana bir şeyler söylemişti ama.

Hapisliğin ilk aylarıydı, rüyama girmişti. Genç haliyle. Saçları, sakalları siyah ve uzundu.

Dayan, geçer demişti…

Evet, keşke şimdi hapishanede değil de, hastanede, yanında olsaydım.

Ve ona: Dayan kumandan diyebilseydim.

Dayan, Allah seninle…

 

Not: Şu ân haksız sebeple mahkum olarak Silivri Cezaevinde tutuklu bulunmakta olan Ulusal Parti Genel Başkanı Sayın Gökçe Fırat tarafından dergimize ve bu vesileyle İbda bağlılarına gönderilmiş olan mektup.

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: