AĞAÇ ETRAFINDA BİR “GEZİ”NTİ

AĞAÇ ETRAFINDA BİR “GEZİ”NTİ

Türk Solu Gazetesinin son sayısında, Gezideki Ağaç kitabının yazarı Serap Yeşiltuna’nın kaleminden çıkmış, “Gezi’nin 5. Yıldönümünde Ağaçlardan Öğrenecek Çok Şeyimiz Var” (1) başlıklı bir yazıya rastladım. Uslanmaz bir muhalif olduğu ve “diploma meselesinin” ısrarla üstüne gittiği için Silivri Cezaevinde tutsak edilen Ulusalcı Türk Solu’nun lideri Gökçe Fırat Bey’e yazdığı 31 Mayıs 2018 tarihli mektubu yayınlamış köşesinde. İyi de yapmış. Bir solukta okudum.

Mektup yerine göre yazının en etkili çeşitlerindendir. Enformasyon teknolojisinin değirmen gibi öğütüp adeta “gereksizleştirdiği” bu edebî tür, özellikle eline yeni kalem almış gençlerin ısrarla tecrübe etmesi gerek bir yazı alanı… Goethe binlerce mektup yazmış. Rilke’nin poetikası mektuplarında saklıdır. Balzac, İki Gelinin Hatıraları romanını mektuplar üstüne kurar. Salih Mirzabeyoğlu’nun ilk romanı da böyledir. Fransız edebiyatında Dostoyevski’ye dair ilk ciddi incelemeye imza atan Andre Gide, bu tetkikinde Rus yazarın kişilik okumasını yaparken, onun romanlarından çok mektuplarından yararlanmıştır. Hem de bir başka Dostoyevski hayranı Stefan Zweig’ın “büyük çoğunluğu sağdan soldan para dilenmek için yazılmış” şeklinde bir yaklaşımla dudak büktüğü ve gerçekten de herhangi bir fikri ve edebi değer atfetmenin çok zor olduğu mektuplardan…

Serap Yeşiltuna, mektubu, bir düşüncenin ifade zemini olarak ısrarla kullanan günümüz yazarlarından başlıcası… Oğluna yazmış olduğu mektuplardan müteşekkil kendi dünya görüşünü çerçevelediği bir kitabı da mevcut… Dava arkadaşı ve lideri Gökçe Beye yazdığı bu mektubunda da, Gezi hadisesinin yıldönümü vesilesi ile yine uzun uzadıya ağaçlardan bahsetmiş:

evet her şey sadece bir ağaç için değildi ama bir yandan da evet her şey sadece bir ağaç içindi!
Çünkü ağaç hayatın kendisi demek!
Bana bir kitap göndermişsin: “Ağaçların Gizli Yaşamı”, Peter Wohlleben. Okuyamamıştım ama tam zamanında bugünlerde okuma fırsatı buldum. Yazarı Alman bir ormancı ve ekoloji uzmanı. Öyle hoş fikirler var ki içinde, ağaçların nasıl da yaşayan “canlılar” olduğunu şimdi bir kez daha anlıyorum.
Ağaçların kendine has bir dili olduğunu söylüyor yazar, hatta koku diliyle ve çatırdanarak birbirleriyle konuştuklarını, iletişime geçtiklerini söylüyor. Susuz kalma tehlikesi belirdiğinde bağırarak birbirlerini uyardıklarını söylüyor.
Neden olmasın?
Biz insanlardan çok daha paylaşımcı ve kolektif yaşıyor ağaçlar.
Nâzım’ın “Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” sözleri aslında sadece edebiyatın değil ekolojinin de konusu, bunu yeni yeni anlıyorum.
Wohhleben diyor ki “Sıradan bir ağaç dallarını kendi boyundaki komşu ağacın dal uçlarıyla karşılaşana kadar uzatır. Daha fazla uzatmaz çünkü bu alandaki hava ve iyi ışık halihazırda kapatılmış durumdadır. Ancak uzattığı dallarını da ciddi biçimde güçlendirir, öyle ki aşağıdan bakıldığında yukarıda bir çekişme varmış gibi görünür. Ancak gerçek bir çift arkada en baştan itibaren birbirinin yönünde fazlaca kalın dallar uzatmamaya da özen gösterir. Bu ağaçlar birbirinin hakkını yemek istemez ve bu yüzden yalnızca taçlarının dış çeperlerinde, yani arkadaş olmayanların yönüne doğru sağlam dallar uzatır. Böylesine ortaklar genelde köklerine öyle bağlıdır ki bazen birlikte bile ölür.”
Al sana bir yoldaşlık ilişkisi!”
(2)

Daha bu satırları okumamla beraber aklıma Necip Fazıl’ın 1936 senesinde çıkardığı ilk dergi olan AĞAÇ ve onun ilk sayısının ilk yazısı geldi. Necip Fazıl’ın kaleminden çıkan ve ADIMIZ başlığını taşıyan bu makale, sadece Türk edebiyatının değil, dünyada da ağaca dair yazılmış en kuvvetli nesir parçalarından biri olmalı:

Adımızı Ağaç koyuyoruz. Düşünüyoruz ki, güzel ve sonsuz olan tabiatta, büyüklüğü, olgunluğu, erginliği, bir kelimeyle perfeksiyonu ondan daha iyi gösterecek bir örnek bulunamaz. Ağaç madde ve ruh gibi, her şeyin bir dış ve bir iç yüzünü, toprak üstünde ve toprak altındaki gür ve dolaşık varlığı ile çizgi ve biçime sokmuş bir semboldür.

Yapraklarının kıldan ince damarlarını daha kalın bir sapta birleştiren, sonra bütün bu sapları birer dala bağlıyan, bütün bu dalları derece derece daha iri dallara ilişitiren, daha sonra bütün bu daha iri dalları tek ve ana bir gövdede düğümliyen ağaç, en sonra toprağın içine dalıp karanlık ve esrarlı bir kök âleminde tekrar kollara ayrılan, halattan ipe, ipten sicime, sicimden ipliğe, her kolu gittikçe daha ince başka kollara bölünen, her başka kolu gözün seçemiyeceği ve hesabın tutamıyacağı inceliklere ulaşan, muhite doğru namütenahi dağınık ve çok, merkeze doğru namutenahi toplu ve tek bir şahsiyet muvazenesinin ne eşsiz örgüsüdür.

İnsanoğlu dünyaya ayak bastığı günden beri ağaç onun gözünde çözülmez bir bilmecedir. Kışın her tarafı dökülür. Garip istikametleri gösteren dallar ile çırılçıplak ve kupkuru bekler. O zaman o bir çekmece gibi kapalıdır. Çok geçmeden bu çekmecenin kapağı aralanır. İçinde sakladığı sır tütmeye başlar. İğne ucu kadar ince mesamelerinden yeşil yapraklar fışkırır. Tabiatın en girift nakışlarını çerçeveleyen çiçeklerle donanır. Fakat o, henüz eserini vermiş değildir. Bütün bunlar gelmek üzere bulunan bir eserin şenliği… Nitekim biraz sonra çiçekler dökülmüş, yapraklar eskimiş ve dallarında bir kandil gibi yemişler belirmiştir. Bu yemişler, her biri bir ağaçtan gelen ve her biri içinde bir ağaç taşıyan bu yemişler, açlık ve susuzluğa göklerin indirdiği çarelerdir. (…)

Biraz sonra o gene yapraklarını dökecek, gene kaba bir çekmece gibi kupkuru kalacak, korkunç istikametleri gösteren kemik parmaklar halindeki dallar ile kaskatı donacak ve bu gizli rüya içinde yeni verimi, rahimde bir çocuk gibi gelişecektir.

Böylece her mevsimde devrini tekrarlayan ağaç, dipsiz gökleri dolduran âlemlerin ahenkli ve inzibatlı devirleri altında, büyük varlık orkestrasının vahdet ve sonsuzluğu hikâye eden, derin ve sıcak birinci kemanını andırır.

Ağaç insana neler söylemedi?

En eski dillerde fenalık, iyilik ve bilgi ağaçları birer formül oldu. En eski çağlarda geniş alınlı ve kıvırcık sakallı düşünce adamları onun altında toplandılar. (…)

Ağaç bize, dünyaya geldiğimiz günden bugüne kadar içimizi dolduran anlama ve arama sıkıntısının dehşetli anatomisi halinde görünüyor. Gözlerimiz ona daldığı zaman, garip bir röntgen ışığı altında ruhumuzun bin bir kollu iskeletini görmüş gibi ürküyoruz. Sanki bu fevkalâde şahsiyetin hendesesindeki nizamla, içinde Allah’ın sırları yatan ruhumuzun hasret çektiği nizam arasında gizli bir yol meydana çıkıyor.” (3)

Ağaçtan söz etmişken, bir başka büyük Rus yazar Tolstoy’u da hatırlamamak olmaz. İçimde en çok kavga ettiğim ve hayranlık ile kızgınlık arasında bir türlü değerini sabitleyemediğim nadir isimlerdendir Tolstoy. Sanata bakışımın aldığı renge göre içimdeki yansıması sürekli değişti. Belli başlı eserlerinin büyüklüğü önündeki saygım ve o eserlerden aldığım haz, her daim en yukarılarda olmakla beraber, sanırım onun dindar tarafına, daha doğrusu olduğundan daha çok dindar görünme çabasına tahammül edemiyor; Olenin, Prens Andrew, Anna Karenina gibi ölümsüz roman kahramanlarını yaratan bir dâhinin, kara donlu bir Ortodoks keşiş gibi eleştiriler yazmasını, hele Shakespeare ve Dostoyevski hakkında söylediklerini bir türlü kabullenemiyordum.  Fakat onu bende her daim vazgeçilmez kılan öyle bir eseri vardır ki, binlerce sayfalık romanları bir yana, ÜÇ ÖLÜM adını taşıyan bu kısacık hikâyesini ne zaman hatırlayıp yeniden göz atsam, huysuz ihtiyar içimde bütün haşmetiyle ayağa kalkar. Aslında iki insanın ölümü anlatılır öyküde. Zengin bir kadın ile Gorki’nin “Diptekiler” eserine ilham olacak derecede yoksul bir adamın ölümü… Peki, niye İki değil de, Üç Ölüm demiş? Üçüncüsü bir ağacın ölümüdür ve Tolstoy’un yazarlık hayatında geride bıraktığı yüzlerce muhteşem tasvirin en parlak, en unutulmaz olanlarından belki de başlıcasıdır:

Ufku ince bulutlar sarmış, gökyüzü belli belirsiz ağarmıştı.  (…) Birdenbire doğaya yabancı, tuhaf bir ses, bir balta sesi yayıldı ortalığa. Ormanın bir köşesinde kaybolduktan sonra bir daha, bir daha duyuldu.  Ağaçlardan birinin gövdesinde biteviye devam ediyordu. Ağacın üst dalları şiddetle sarsılıp titriyordu. Gürbüz yaprakları bir şeyler fısıldaşıyordu.

Balta gittikçe boğuklaşan sesler çıkarıyor, nemli yongalar, şebnemli otların üstünde uçuşuyordu. Nihayet, balta darbelerine dayanamayan ağaçtan hafif bir çatırtı işitildi. Ağaç, bütün gövdesiyle titredi. Biraz eğildi. Ama sonra korkuyla sallanıp tekrar kökü üzerine doğruldu. Bir an her şey susmuştu; fakat ağaç yeniden eğildi. Gövdesi tekrar çatırdadı. Budaklarını kırıp dallarını sarkıtarak boylu boyunca serildi nemli toprağa. Balta ve ayak sesleri kesilmişti.” (4)

Görülüyor ki, büyük romancı bir ağacın ölümünü insan ölümüne denk görüyor. Fakat Rus edebiyatındaki bu “ağaç” duyarlılığı sadece Tolstoy’da yoktur. Sadelik içinde derinliğin timsali Anton Çehov, Vanya Dayı ve Vişne Bahçesi isimli tiyatro eserlerinde bu ağaç katliamı meselesini 100 küsur sene öncesinden dile getirmiştir. 1897’de yazılan Vanya Dayı’da Doktor Astrov adlı oyun kahramanı Rusya’daki orman katliamına isyan eder:

 “-Bu güzelliği sobada yakmak, yaratamadığımız şeyi yok etmek için mantıksız bir barbar olmak gerek. Kendisine verilen şeyi çoğaltmak için mantıkla, yaratıcı güçle donatılmıştır insan; ama bugüne kadar hep yaratacağına yok etti. Ormanlar gitgide tükeniyor, ırmaklar kuruyor, av hayvanlarının kökü kurudu, iklim bozuldu, yeryüzü günden güne yoksullaşıyor, çirkinleşiyor.” (5)

Eserin kadın kahramanı ise toplumdaki ahlâk çöküntüsünü orman katliamı örneği üstünden ve ona paralel olarak ele alır:

“-Herkes sövüp duruyor kocama, acıyarak bakıyorlar bana. Zavallı kadın, yaşlı bir kocası var! Bana gösterilen bu yakınlığın nedenini nasıl da anlıyorum! Az önce ne diyordu Astrov: Ormanları düşüncesizce mahvediyorsunuz ve çok geçmeden yeryüzünde hiçbir şey kalmayacak. Tıpkı bunun gibi, insanları da düşüncesizce mahvediyorsunuz ve sayenizde çok geçmeden yeryüzünde ne sadakat, ne iffet, ne de özveri yeteneği kalacak. Sizin olmayan bir kadına neden ilgisiz kalamıyorsunuz. Çünkü hepinizin içinde bir yıkma, yok etme şeytanı var. Ne ormanlara, ne kuşlara, ne kadınlara, ne birbirinize acıyorsunuz.” (6)

Ya 1904 yılında ölümünden hemen önce sahnelenen son oyunu Vişne Bahçesi… Bizim iri kıyım müteahhitlerin arasından fırlayıp gelmiş gibi duran ezik ve sonradan görme Lopahin isimli oyun kahramanının ilk iş olarak o güzelim Vişne Bahçesi’ni satın alıp ağaçları kesmeyi ve bölgeyi yazlıkçı turizmine açmak gayesiyle yerlerine pansiyon dikmeyi tasarlaması… Perde kapanırken bahçeden gelen ve ağaçlara inen baltanın sesi aslında yüreklerimizi doğramaktadır. Çehov budur işte. Kimsenin üstünde durmadığı, herkesin önemsiz ve basit gördüğü, meseleden bile saymadığı şeylerin aslında insanlığa ait ne mühim problemler olduğunu yüz yıl evvelinden görebilmiştir.

Ağaç etrafında yazdıkça, çağrışımlar çağrışımları kovalıyor. Abdürrahim Karakoç’un imzasına da değinmeden geçemeyeceğim. Adı ve soyadından işaret taşımayan, bir ağaç silüetini imza edinmişti merhum. Kendisine sebebini sorduğumda, gençliğinde bir tren yolculuğu esnasında geniş ve kurak bir bozkırın ortasında yalnız bir ağaç gördüğünü, onun bu halinden çok etkilendiğini ve “benim imzam bu ağaç olsun!” dediğini anlatmıştı. “Bana benziyordu o yalnız ağaç!” diye de eklemişti. Bunun üzerine ona Ahmet Kutsi Tecer’in Ağaç isimli oldukça uzun bir şiirini hatırlatmıştım. O şiirde de bozkır ortasında yalnız ve tek başına bir ağaç tasvir edilir. Belki de aynı ağaçtı gördükleri… Hoşuna gitmişti şiir.

Bütün bunların üstüne, 17 yaşında yazılmış “çocukça” bir şiire sözü getirmez isem kendi kendime ayıp etmiş olurum. Şairliğe heves ediyordum ve ilk hece tecrübelerimden birisinde bir “ağaç” resmi çizdim:

AĞAÇ

Arzuları yapraklar,
Hatıralar dalları…
Yağmursuz mu topraklar,
Bekler her gün yolları.

Ağaç vefaya timsal,
Yer gök arası masal…
Ağaç rahmete misal
Sevgiye açık kolları…

Sanırım 1993 yılına ait bir şiirdir bu…

Peki, bütün bu dağınık çağrışımların ortasında, Gezi ve Ağaç ne anlama geliyor? Ahmet Hamdi Tanpınar bir yazısında “Baudelaire’nin ‘Le Balcon’ şiirinde aşk yoktur, aşkın dekoru vardır; fakat imaj o kadar güzel tertip edilmiştir ki aşkı görebiliriz” diyordu. Gezi hadiselerinde devrim gayesi (fikir) yoktur, fakat bir AĞAÇ imajında tecelli etmiş devrimin dekoru vardır. Hani Serap Yeşiltuna mektubunda diyor ya:

evet her şey sadece bir ağaç için değildi ama bir yandan da evet her şey sadece bir ağaç içindi!
Çünkü ağaç hayatın kendisi demek!”

Tıpkı devrim gibi!..

Gökhan YAMANGÜL  –  ADIMLAR Dergisi

19 Haziran 2018

DİPNOTLAR:

1.) Türk Solu Gazetesi, 13 Haziran 2018, Sayı: 560 (http://www.turksolu.com.tr/gezinin-5-yildonumunde-agaclardan-ogrenecek-cok-seyimiz-var/)
2.) Serap Yeşiltuna, a.g.y.
3). Necip Fazıl KISAKÜREK, Ağaç Dergisi, 14 Mart 1936, Sayı: 1, sayfa: 1,2
4.) Lew Tolstoy, Üç Ölüm, Bahar Yayınevi, 2004
5.) Anton Çehov, Bütün Oyunları 1, Adam yayınları, 1.Basım, 1984, Çeviren: Ataol Behramoğlu, S: 103
6.) A.g.e. sayfa: 105

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: