SİYASET, BÜTÜN DÜNYADA BAŞLADIĞI NOKTAYA DÖNÜYOR: SOKAKLARA

ADIMLAR Fikir – Kültür – Siyaset Platformu Genel Başkanı sayın Ali Osman ZOR’un 22 Kasım 2021 tarihinde Adımlar Tv kanalından gönüldaşımız Aydın ALKAN’a verdiği röportajın yazılı metnini ve görüntülü kaydını alakalarınıza sunuyoruz.

Adımlar Dergisi

YENİ BİR FİKRİ, YENİ BİR RUHU KİTLELERE AŞILAMAK

Aydın ALKAN: Türkiye hukuki, siyasi ve sosyolojik açıdan büyük bir sıkışmışlık içinde. Hâliyle bu da ne yapacağını bilememenin insanlarda bir öfkesini meydana getiriyor. Bunu başa alarak içinde bulunduğumuz şartları bir değerlendirmenizi rica etsek.

Ali Osman ZOR: Şimdi sıkışıklık dediğimiz şeye bir “ceset görüntüsü” de diyebiliriz; hem fert hem toplum adına. Tabiî ki bu, bugün ortaya çıkmadı. Özellikle son 30 yılda uygulanan politikaların bir neticesi olarak bu hususu görmek lazım. Evet, toplumda belli bir stres, belli bir gerilim, belli bir öfke var. Fakat bu öfkeye uygun olmayan da bir ceset görünümü var. Yani insanlar öyle bir noktaya geldiler ki, ne yaparsa yapılsın o ceset görünümünden sanki kurtulamayacaklarmış gibi de bir zan oluşuyor. Zaten siyasetler, bu ceset görünümünden kitleleri, toplumları kurtardıkça kendi namı hesaplarına fayda devşirebilirler ve iktidar oyununda daha başarılı olabilirler. Bugün gördüğümüz kadarıyla -kesim ayrımı yapmaksızın söylüyorum-, hiçbir siyaset bu ceset görünümüne derde devâ olabilecek nitelikte üretkenlik içerisinde değil. O zaman da şöyle bir şey çıkıyor karşımıza; siyaset yapanlar, yaptıkları siyasetin muhtevası itibari ile gözlerini diktikleri konum, toplumu bu ceset görünümünden kurtarmak olmalı. Bizim açımızdan bakıldığında ise, “yeni bir ruh yeni bir anlayış” teklifi içerisinde olan insanlar olarak, bu durumdan ayrı düşünülemeyiz. Sadece bizim için söylemiyorum, İBDA’ya bağlılık iddia eden herkesin aslında bu durumu iyi tahlil edip, bu durum karşısında yani muharrik unsur, nasıl muharrik unsur olabilirler, onu hesap içerisinde olmalılar ve herkes de gözünü bu noktaya dikmeli. Yani yeni bir fikri, yeni bir ruhu kitlelere aşılamak demek, onları tahrik etmek demek de. Dolayısıyla da eğer ki bir aksiyona davet edeceksek, bir aksiyon içerisinde olmasını istiyorsak kitlelerin, ilk önce bu ceset görünümünden kurtarmamız gerekiyor. Bu da yani tabi ki profesyonel, profesyonel dava adamlarının yapacağı işler. Ama hislerin sığ olduğu, buna nispetle de düşüncelerin de hiçbir derinliği olmadığı siyasetlerin tabiî ki ortaya koyacakları bir irade de olamaz, bugün olmuyor da. O irade ortaya konulmayınca da zaten “balık baştan kokar” hesabı, kitle de alta doğru ona göre şekilleniyor. Ama bugün itibari ile şunu da söylememiz gerekir. Zaten kitlenin bu bezginliğinden, bu üstten aşağıya doğru bir etkileşimsizlik içerisinde veya tesir altında kalacak bir fikir sistemi, bir ideoloji olmadığından dolayı da beklenmedik mallar pazara gelebilir. Çünkü siyasetin ekseni kayıyor -yani siyaset bugün kaymıyor aslında epey den beri kaydı da siyasetin ekseni-, yani normal, bildik uygulanan sistemlerin dışına çıkarak, daha önceden de defalarca ifâde etmiştim ben kendi adıma bunu; o “sistem dışına” çıkarak tekrar başladığı noktaya, sokaklara dönüyor siyaset. Dolayısıyla da sokaklardan ne çıkacağı, nasıl bir anlayışın çıkacağı şu ân iktidarı elinde tutanlar tarafından da pek bilinmiyor, bilinmediğinden dolayı da son iki, üç sene içerisinde bütün dikkatlerini sokakların hareketlenmemesi üzerine yoğunlaştırmış durumdalar. Hâliyle de burada bence, günlük bize sunulan medya aygıtları, profesyonel yalancılar diliyle, eliyle bize sunulan sahte gündemlerden öte, gerçeğin ta kendisi olan bu gündem üzerinde yoğunlaşmak gerekir. Bizim yoğunlaştığımız alan da budur. Kendi siyasetimizi üretirken de dikkat ettiğimiz husus burasıdır.

İKTİDAR-MUHALEFET TİYATROSU

Sıkışan bu siyasetin iktidar ve muhalefet açısından ayrı ayrı görünüşleri mi var, yoksa tepkileri benzer mi görüyorsunuz? Sokaklardan uzak tutulmasından bahsettiniz, özellikle buna çok dikkat edildiğinden bahsettiniz?

Aslında bugün, meselâ Türkiye’de bir tiyatro oyunundan bahsedeceksek, bu tiyatro oyununu iktidarla muhalefet arasındaki ilişkide aramak lazım. Yani meselâ en baştan alalım: Devlet Bahçeli’nin bir sözü vardı, “fiilî durum Anayasa’ya uymuyorsa, Anayasa’yı fiilî duruma uydurmak gerekir!” diye… 15 temmuz’dan sonra.

(MHP Lideri Devlet Bahçeli’nin 11 Ekim 2016 tarihinde TBMM Grup Toplantısı’nda yaptığı konuşmadan kısa bölümler:

Cumhurbaşkanı, millet tarafından seçildiği gerekçesiyle fiilî başkanlık sistemini dayatmakta, Anayasayı açıkça ihlal etmekte, görevinin sınırlarından tüm eleştirilere rağmen taşmaktadır. Cumhurbaşkanının bu tutum ve davranışları fiilîi bir durum yaratmıştır. Anayasa değişmeden, yönetim sistemi üzerinde zorlamayla ve fiilen oynama yapılmıştır. Elbette bu çarpık durumun Anayasal meşruiyetinin olmadığı da ortadadır. Net olarak söylemek isterim ki, şu ânda Anayasa çiğnenmekte ve suç işlenmektedir! Fiilî durumla hukukî gerçek taban tabana zıtlık içermektedir! Hukuksuzluk, kanunsuz ve Anayasa’ya tamamen aykırı bir yönetim modeli tecelli etmiştir. Sayın Cumhurbaşkanı Anayasa’nın kendisine vermiş olduğu yetki ve sorumlulukları zımnen tanımamakta, deyim ve ifâde yerindeyse az bulmaktadır… Bunlardan birincisi ve bizim açımızdan en doğru en sağlıklı olanı, Sayın Cumhurbaşkanının fiilî başkanlık zorlanmasından vazgeçmesi, yasa ve anayasal sınırlara çekilmesidir. Şayet bu olmayacaksa ikinci olarak, fiilî durumun hukukî boyut kazanabilmesinin süratle yol ve yöntemlerinin aranmasıdır. Dünyanın hiçbir medenî ve demokratik ülkesinde, her gün suç işleyen bir yönetim ve iktidar yapısı görülemeyecek, bundan bahsedilemeyecektir!)

Evet, meşhur!

Meşhur sözüydü bu!.. Şimdi bu şu demektir; “o ân iktidarı elinde tutanlar, iktidarı işgal edenlerin meşruiyeti yok” demektir. Şimdi o günden bugüne aynı insanlar iktidarda olduğuna göre, burada bir meşruiyet sorunu var. Eğer Türkiye’de gerçek bir muhalefet olsa, meseleye buralardan başlar; zaten buradan girdiği zaman, bu “meşruiyet krizi”nden “meşruiyet sorunu”ndan girdiği zaman, diğer yolsuzluktur, BOP (Büyük Ortadoğu Projesi ve saldırısı) filân onlara sıra gelmez zaten, buradan girdiğin zaman. Şimdi buralara hiç esmeyen bir muhalefete zaten o ülkede gerçek muhalefet denmez. Aynı şekilde, -yine profesyonel yalancıların kod adı olan medya diyelim veya örgütlendikleri yer diyelim-, medyada sözde muhalif olan hukukçular, hem de “iyi muhalif  hukukçular” diyelim, bu konuyu hiç dile getirmiyorlar! Şimdi şöyle düşünün; bir Avrupa ülkesinde Devlet Bahçeli böyle bir söz söylese, kendisini hemen hâkimin huzurunda bulur; “sen ne demek istiyorsun?” diye sorarlar! “Yani gayrimeşru bir hükümet mi var ortada?” derler ve ona ne demek istediğini açıklamasını isterler. Zaten daha sonraki gelişmelerde ortaya çıkan yasadışı ilişkiler, cinayetten, yolsuzluktan tutun da, adam kayırmaya filan; o ilişkilere baktığımızda, o ilişkilerin zaten ortaya konulmasının veya pervasızca sergilenmesinin sebebi de bu meşruiyet sorunundan kaynaklanıyor. Daha önceki görüşmemizde rejimin adının “Mehmet Ağar rejimi” olduğunu söylemiştim. Çünkü o bir sembol isim, Mehmet Ağar’ ismi sembol isim. Mehmet Ağar ismi, hukuksuzluğun, ahlaksızlığın, çeteciliğin sembol ismidir. Şimdi bu meşruiyet sorunu üzerine devam eden bir iktidar oyununda, daha farklı ne çıkabilirdi ki?!. Bu noktada muhalefetin hiç konuşmaması, hiçbir şey söylememesi veya -ben bu doğrudur yanlıştır manasına söylemiyorum, kendi tarafımı belli etmek için söylemiyorum, sakın yanlış anlamayın, ben bir iktidar muhalefet ilişkisi açısından söylüyorum- burada hiçbir şey söylememesi, üstelik daha sonraki seçimlerde yapılan meselâ hile iddialarının hiç üzerine gitmemesi, o muhalefetin şüpheli bir muhalefet olduğunu da gösteriyor. Dolayısıyla bunları yapmamak demek, zaten mevcut iktidara payanda olmak demektir. Senin bu payandalığın, muhalefetin bu payanda görevini üstlenmesinden dolayı da iktidar her türlü şartta, iktidarı elde tutanlar her türlü şartta varlıklarını devam ettiriyorlar. Hâliyle de –iktidar-muhalefet oyunu diyelim, biz buna oyun diyelim- bu oyunu tek sistem, bir tek sistem içerisinde sergileniyor. Yani o açıdan bakıldığında, işte “iktidar ayrı”ymış “muhalefet ayrı”ymış diye bir şey yok burada aslında insanımız açısından.

Tam bu noktada Kılıçdaroğlu’nun son açıklamalarını gündeme taşımak lazım. Hatırlarsınız daha önceden bürokratları uyarmıştı hukuka uygun davranmaları yönünde, yoksa bunun karşılığını göreceklerine dair bir uyarısı olmuştu. Ondan sonra yakın zamanda da, geçtiğimiz hafta da “helalleşme” kavramını ortaya attı. Az önceki sözlerinizle bu muhalefet açısından gelişme midir?

Şimdi bence, “gelişme”den ziyâde; evet bürokratlar açısından yaptığı uyarı, söylediği şey doğruydu ama geç kalmış bir doğru, zamanında söylenmemiş ve gereği gibi söylenmeyen bir doğru. İşte az önce açıklamaya çalıştığım mevzu buydu. Şimdi burada bürokratlara yasadışı, kanuna aykırı işler yapmaması konusunda uyarıyorsan eğer, ortada zaten Anayasa’ya uymayan fiilî bir durumun olduğunu bizzat kendileri ifâde eden bir iktidar var! Şimdi onlara karşı da şunu söylemen lazım o zaman -o bürokratlara-: Arkadaşlar burada yasadışı bir yapılanma var, tez elden yetkisi ve görevi bu kapsamda olan insanlar bu yasadışı şeye müdahale etsinler! Müdahaleden kastım nedir; mahkemenin huzuruna çıkarsınlar.

Herkes Anayasa’ya göre görevini yapsın.

BÜTÜN DÜNYADA SİYASETİN EKSENİ, TEKRAR BAŞLADIĞI YERE; SOKAKLARA DÖNÜYOR

Görevini yapsın. Sadece şundan bile belli çevreler paniklediler! Şu kadarcık bir açıklamadan bile. Ki dediğim sebeplerden dolayı… Burada mesele şu -yine başa dönersek-, aslında bu sadece Türkiye için değil, bütün dünya için; Liberalizmin ve Kapitalizmin merkezleri başta olmak üzere, bütün dünya için söylüyorum: Siyaset normal işleyişi içerisinde, insanların, toplumların iyiliğine çalışmıyor. İyiliği için hiçbir şey üretemiyor. Ve siyasetin bağlı olduğu sistem, ideoloji, buna Liberal Kapitalist ideoloji diyelim, şu ana kadar daha çözüme dair tek cümle edilememiş hâliyle, belki tarihinin en büyük krizini yaşıyor! Bu krizden dolayı da siyasetin ekseni, tekrar başladığı yere, sokaklara dönüyor. Kılıçdaroğlu’nun bu açıklamasında da hem kendi parti kitlesi açısından bir iç gerilim çıkmış olabilir, hem de toplumun genelinde biriken öfkenin sokaklarda kendini göstermemesi için bir ön alma olabilir. Yani bir nevi onların, kitlelerin bu öfkesini yatıştırmak için bir ön alma hamlesi olabilir bu. Ki, bence işin bu kısmında bu ihtimal bence yüksek. Dolayısıyla da burada yine bir payandalık söz konusu. Zaten hemen arkasından gelen o “helalleşme” mevzusu da bununla alakalı. Yani meselâ “helalleşme”den kasıt nedir? Bir zincirin halkaları gibi olması gereken tarihimizde, kopuk halkaları birbirine eklemek midir? Yoksa son 30 yıl içerisinde işlenen bütün suçlara bir sünger çekip, geminin rotası değişmeyecek ama, değişecek kaptanlarla aynı sistemin devam ettirilmesi midir? Şimdi eğer sen, iç ve dış politikada işlenen suçların; bir kere BOP denilen bir şey var, bir olgu var. Yani bu BOP Saldırısı’yla; Irak, Libya, Suriye başta olmak üzere İslâm coğrafyasının yağmalanmadık, harab edilmedik yeri kalmamış ve coğrafyanın gerçek batı karşıtı liderleri katledilmiş durumda. Şimdi bu tabiî ki sadece BOP değil, 1991 – 2002 arasını da düşünürsek eğer, aslında “Türk aydını” açısından bunu söylememiz lazım; daha hesabı verilmemiş bir dönem var ortada. Yani 1991-2002 ‘nin hesabı verilmemişken, daha sonra Mart saldırısı, ikinci saldırı 2003 Saldırısı geldi. 2003’le, bugüne daha da devam eden, etkileri devam eden saldırının hesabı verilmedi. Yani ne siyaset bunun hesabını verdi, ne aydınlar bunun hesabını verdi. Hâliyle de “helalleşmek” derken kasıt neresi? Yani helalleşmek derken, bu suçların, işlenen bu kadar suçun bağışlanması mı burada söz konusu olan, yoksa başta söylediğim gibi tarihsel bütünlüğü sağlamak mı?

Bundan kastınız nedir, biraz daha açar mısınız?

Şudur; yani, Cmhuriyet’le birlikte kopan tarihimizi, Osmanlı, Selçuklu diye takip edersek eğer, o kopan tarihi tekrar belli bir nefs murakabesi ve muhasebesi içerisinde kopuk halkaları birleştirmek… Yani tarihte olmuş-bitmiş şeyler, hatasıyla-sevabıyla bunu kabul edip… Ki, bununla ilgili rahmetli Kumandanımız Salih MİRZABEYOĞLU konferansta söylemişti, şöyle bir cümle vardı şuradan okuyabiliriz; “Bu hâlihazıra geçmişte bütün olanlarda tecrübe verisi olarak katılacak. Yâni şu, şunlar faydalı oldu, faydalı olduğu için hâlihazıra katkıdır. Şunlar olmamıştır, bunlar da olmamışlar faslından tecrübe edildiği için damgalanmıştır. Gene, bu anlamda gene faydalıdır”… Yani herkesin, yani şu demektir -orada zaten söylüyor- herkesin kendisini bağlayacağı bir vahid-i kıyas, yani herkesin bağlı olduğu ölçüler -o ölçülere o ilkelere ideoloji fikir diyelim-, ona göre hâlihazırın muhasebesi ve murakabesi yapılacak… “Orada yanlış neydi?”… Şimdi, benim yanlış dediğime sen “yok doğruydu!” diyorsan, senin yanlış dediğine ben “doğruydu!” diyorsam, bir anlaşma, bir helalleşme zaten mümkün olamaz. Şimdi böyle bir şeyde; yanlışların da kabul edildiği, onların da sahiplenildiği… “Sahiplenme”nin hangi aşamada olduğu söyleniyor zaten; bir daha o yanlışı yapmamak adına sahiplenildiği… Bunun da tecrübe sınıfına yazıldığı esaslı bir nefs muhasebesi ve murakabesi hâlihazırda yapılamazsa, zaten geçmişin şimdi de inşası mümkün olamaz! Dolayısıyla da geleceğe, içtimaî barışını ve huzurunu, birliğini sağlamış bir toplum olarak gitmek de mümkün olamaz. Bugün yine Kılıçdaroğlu’nun “helalleşme”si üzerinden gidersek, bizim bu anladığımız mânâda, yani siyasi birliğin,bir ideal birlik çatısı altında…

Bütün kesimlerin mi?

Tabiî ki, ortak idealler çatısı altında sağlanamamasının önündeki engel, zaten iktidarı ve muhalefetiyle şu ânki mevcut sistem! Mevcut sistem, zaten toplum içerisindeki ayrışmayı çatışmayı üretiyor. Bundan tam toplum kurtulmaya başladığı ân, yine suni gündemlerle yıllardan beri bu devam ediyor. Hâlbuki bugün, meselâ pazara AKP’li bir vatandaşla, CHP’li bir vatandaş aynı ânda girdikleri zaman, pazardaki gıda fiyatları onlara farklı farklı yansımıyor ki! Aynı hayat pahalılığından, aynı sıkıntılardan ikisi de muzdarip bunların. Dolayısıyla bugün farklı olan durumlardan biri bu bence: Teklifler aynı olmasa bile, artık insanlar -hangi kesime mensup olursa olsun- aynı sorunları yaşamaya başladılar. Aynı sorunlar üzerinden toplumu ele alabilecek bir siyaset ile birliğe doğru adım atılabilir. Şimdi buna da izin verilmemeye çalışılıyor.

HERKESİ BAĞLAYAN BİR “VAHİD-İ KIYAS” ETRAFINDA BİRLİK VE BERABERLİK

Az önce bahsettiniz “birtakım çevreler rahatsız oldu”. Bunu da biraz açar mısınız?

İktidar çevresinden bir takım çevreler… İktidar çevresinin hepsini kastetmiyorum; çünkü şunu biliyorum ki, mevcut durumdan iktidarın çevresinde olup da rahatsız olanlar da çok fazla! Yani belli bir ruh ve anlayış teklif olmayan herkes bu tür şeylerden rahatsız olur. Yani siyasetin hedefi nedir? Siyaset, toplumda birliği ve beraberliği sağlamaktır, siyasetin hedefi budur. Yani arka arkaya ve yan yana yürümeyi sağlamak, “birlik-birlikte” dediğimiz değil mi, arka arkaya adımlamak mânâsına gelir. “Beraberlik” te, yan yana olmak mânâsına gelir. Yani toplumu hem yan yana kılacak, hem de ardı sıra kılacak, siyasetin gayesi budur. Şimdi bu da belli bir ideoloji, belli bir ruh ve anlayış çerçevesinde yapılır. Bu olmayınca ne oluyor? Bunun olmaması demek, aslında ne yapacağını bilmemek demek. Ne yapacağını bilmemenin olduğu yerde ise didişme, çatışma, suni gündem siyasetin kendisi olarak karşımıza çıkıyor. Yani sanki “siyaset” oymuş gibi. İktidarı elinde tutanlar bu toplumsal barışı, içtimaî birliği, düzeni, belli bir ideoloji ve fikir etrafında sağlayamayınca, iktidarlarını sürdürebilmenin aracısı olarak didişmeyi tercih ediyorlar. Yani bu didişme üzerinden de ortaya konulan gerilim siyasetleri, çatışma siyasetleri… Şimdi böyle olduğu zamanda da, yani birlik ve beraberlik adına veya “sorunu giderelim” -ben Kılıçdaroğlu’nun sözünden ne anladığımı söyledim, onu başı alalım-, “sorunu giderelim” mânâsına  yapılan çıkışlardan da rahatsızlık duyuluyor. Şimdi zaten ne açıdan bakarsanız bakın, toplumun ilgilendiği veya toplumu ilgilendiren hangi alanlardan bakarsanız bakın, ortada bize kendini dayatan ihtiyaç besbelli ki yeni bir ruh yeni bir anlayış. Toplumu ceset görüntüsünden kurtaracak, tekrar onu aksiyona davet edecek, tekrar hamle sahibi kılacak, yeni bir anlayış zarureti şu ân bütün dünyada varlığını hissettiriyor. Bu olmadığı müddet içerisinde siyaset, kendi kendine gayeleştirici bir noktada, sadece didişmeye ve çatışmaya dayalı. Bu da toplumların bölünmesi demektir, sun’i bölünmesi demektir, o da enerjisini kaybetmesi demektir, potansiyelini zayıflatması demektir, bu şekilde devam edecektir. Burada sunulması gereken teklif; herkesin kendi verimiyle kendi yaptıklarıyla kendini ifade edebileceği yeni bir ruh ve anlayış. Bundan dolayı orada rahmetli Kumandanherkesin bağlı olacağı, kendisini bağlayacağı, kendini bağlayacağı bir Vahid-i Kıyas derken bunu kast ediyordu. Yani “neye göre konuşuyorsun?”, “hangi ahlâk sistemine göre konuşuyorsun?”, “hangi hayat tarzını ön görüyorsun?”, bütün bunların izahı hâlinde… Zaten bu teklifler kendi aralarında bir muhasebeye girmek zorundalar, bu muhasebe neticesinde de -yani iki adamın kavga etmesi gibi- ayakta kim kalırsa, siyasi birlik onun etrafında sağlanacak. Nefs muhasebesi, murakabesi bu demektir. Dolayısıyla tartışmaktan, eleştiriden ve konuşmaktan çekinmemek lazım. Kimin ne derdi varsa söyleyecek.

PATRONAJ / HİMAYE SİSTEMİNİN SONUÇLARIYLA YÜZLEŞMEK

Şimdi eleştiri yaparken haklı olabilirsin. Mesela senin zıt mânâna bağlı birisi de yaptığı eleştiriler de haklı olabilir ama, eleştirinin sadece kendisi, doğru olduğunun delili-ispatı değildir, doğru olduğunu göstermez… Doğruluk, teklifte kendini gösterir. Şimdi şu noktada sorulacak soru çok basittir: Teklifin nedir? Tamam, şimdi her şey o kadar bozuldu, paramparça ki, zaten gözün kapalı konuşsan haklı bir eleştiri yapmış oluyorsun. Şimdi, buradan çıkış yolu nedir? Hem Türkiye hem Dünya nasıl çıkacak buradan? Gündemin en temel maddesi -değil mi- sistem sorunu: Şu an tartışılan konu o. Besbelli ki, şimdi meselâ “parlamenter sisteme tekrar dönülsün”, “güçlendirilmiş parlamenter sistem” filân… Parlamenter sistem sorun ürettiğinden dolayı şu ânki “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” getirilebildi. Zaten sorunluydu. Şimdi, Parlamenter sistemin muhasebesi yapılabilmiş değil ki! Meselâ benim eleştirim de şudur: Parlamenter sistemde işte şu şu partiler, şu şu liderler filân olduğu zaman, Türkiye’ye gözünü dikmiş olan uluslararası güçler, Türkiye’deki plânlarını işlerine kim gelirse onlarla işbirliği yaparak, oynayarak daha iyi yerine getiriyorlar. Dolayısıyla öyle bir sistem içerisine Türkiye’nin girmesi doğru değil! “Demokrasi İçin Zorlama” dediği Salih MİRZABEYOĞLU’nun husus da bununla alakalı zaten… Ama diğer taraftan da bu, şu demek değil tabii ki; yani denetlenmeyen, hiçbir denetime tabi olmayan bir iktidar yapısı da, bir iktidar şeklide, Türkiye’ye uygundur demek değil bu! Bunu benzetecek olursak -ismi ne olursa olsun, geçenlerde arkadaşlarla konuşurken de söylemiştim-, bugünkü uygulanan siyasî sistemi bir şeye benzeteceksek eğer, Klientalizm deniliyor Latincesi… Bu da Patronaj Sistemi demek, yani himaye sistemiPatron Sistemi daha doğrusu. Şimdi 1940’lı 50’li yıllardan sonra Afrika bağımsızlığını elde ettikten sonra “devlet sistemi” olarak aslında açığa çıkmış bir şey ama, ondan önce sömürge döneminde uygulanan bir sistem bu. Yani sömürge içerisinde güçlü olan, işte o sömürge devleti ile iktidarıyla ilişkisi olan patronlar, arazi sahipleri falan ayrıcalıklı bir konumda. Onlarla kendi ailesinden, kabilesinden olan insanlar da, yani böyle çok ezilmeden -ne diyelim- işte lağım işleri bilmem ne, böyle pis işlerle uğraşmadan, hayatını idame ettirebiliyor onun himayesine girdiği zaman. Ama, patronun da himaye ettiğinden talepleri oluyor. Meselâ onun, diyelim yasadışı işlerini, pis işlerini gördürebiliyor ona. Bağımsızlığını elde ettikten sonra Afrika Devletleri, ne uygulayacağını, nasıl bir devlet sistemi uygulayacaklarını da bilmediklerinden dolayı bu Patronaj Sistemini, Himaye Sistemini önlerinde hazır buldular. Ve iktidarlarının devamı için de çok kullanışlı bir metod olarak benimsediler.

Kabileler hâlinde…

Ve iktidarlar kabilelerden oluştu. Yani o 90’lı yıllarda veya daha önceki 80’li yıllarda -yaşı yetenler bilirler, okuyanlar da bilir- o kabile savaşları, Afrika’daki kabile savaşlarının çıkış sebebi budur: Bir kabile iktidara gelmiş, diğer kabileyi -belki de büyük kabileyi- iktidar dışında açlığa sefalete mahkûm etmiş. Şimdi, bugün baktığımızda benzer bir şey var. Buna iktidar çevirilerinin veya iktidarda halâ insanımızın iyiliğini düşünen Allah ve peygamber rızasını gözeten insanlar varsa eğer, bu hususa dikkat etmeleri lazım. Yani siz parti referansı göstermeden iş bulunamayan bir ortamda dışlanmış “büyük kabile”yi görmezden gelirseniz, belli bir yere kadar siyaset yaparsınız. Belli bir noktadan sonra o büyük kabilenin sorunlarıyla yüzleşmek zorundasınız… “Bu yüzleşme nerede olur?”… Sandıkta olur, başka yerde olur bilmiyorum, ama bu yüzleşme sağlanacak!.. Bu noktada düşünün şimdi, 15 milyon -gerçek rakam olarak sunulan, öyle üzerinde oynanan istatistik verileri değil, gerçek rakam olarak- 15 milyon işsizden bahsediliyor bu ülkede. Bu 15 milyon işsizin yüzde 80-85’i genç. Bu yüzde 85’in, yüzde 85’i üniversite mezunu, üniversitede okuyanlar ve bunlar kendilerini toplumdan dışlanmış hissediyorlar! Yani siyasi hayattan dışlanmış, iktisadi hayattan dışlanmış, sosyal hayattan dışlanmış, aileden dışlanmış… Anlatabildim mi?.. Şimdi bu dışlanmışlık duygusu içerisinde farklı farklı hisler gelişiyor, farklı hisler içerisinde bu insanlar. Bu 15 milyon insan dese ki şu ân -bak dikkat edin!-, “biz bedava çalışacağız!” dese, sen bunlara bedava iş bulamazsın! Öyle bir istihdam yok çünkü ülkede!.. Şimdi böyle istihdamın olmadığı bir ülkede, bu 15 milyon her sene katlanarak artıyor. Bu, zaten sorunun palyatif bir tedbirle halledilebilecek bir sorun değil de, doğrudan doğruya siyasi, ekonomik, hukuki sistemle alakalı, bütün sistemle alakalı bir sorun olduğunu gösteriyor!

ÇALARKEN LAİK, YAKALANINCA MÜSLÜMAN!

Hâliyle senin meselâ çıkıp, “kimse bana faizi şey yapmasın, Nas var!” demen bir şey ifâde etmiyor! Çünkü, bugün bizim iktisat teorisyenlerimizin ortaya attığı bir şey değil ki söyleyeceğim şey: Keynes’den beri “faiz sıfır olduğunda, enflasyon sıfırdır!” Bu zaten Amerika’dan başlayarak bütün dünyada iktisat teorileri içerisinde biliniyor. Burada mesele faizi “sıfır” yaptığın zaman karşısına ne koyacaksın?!. İşte bir sürü, şu ân 20 yıldan beri iktidarda olan sözde İslamcı bir parti var, ama içlerinden bir tâne iktisatçı da çıkıp, “Zekâtı temel alan şöyle bir iktisadi modelimiz var” diyemiyor! Sadece günü kurtarma adına, sıkışılan noktalarda Âyetlerin, Hadislerin, ölçülerin harcanması söz konusu. Şimdi geçen gün, birisiyle konuşurken -tabi herkesin aklına gelen şey-, yani faiz hakkında Nas var da hırsızlık hakkında Nas yok mu?! Yolsuzluk hakkında Nas yok mu? Adam kayırma hakkında Nas yok mu? Bir devlet başkanının, hâkimiyet sürdüğü topraklarda ticaret yapmasının haram olduğu hakkında Nas yok mu?!. Mevzu buralardan başlıyor. Şimdi öyle bir uygulama var ki -bunu da yani hem böyle laiklik üzerinden siyaset yapmaya çalışanlara da söylüyorum, onların da dikkatini çekmek açısından söylüyorum-, şimdi öyle bir yapıyla karşı karşıyasın ki, adam çalarken laik, yakalanınca Müslüman, suçüstü yakalanınca Müslüman. Yani dünya işleri açısından söylüyorum “çalarken laik” derken. Şimdi sen böyle bir anlayışı, böyle bir zihniyeti çıkıyorsun yok “İslâm şöyledir, İslâm’a göre”! Bunun İslâm’la filân alakası yok! Hırsız hırsızdır! İster Müslüman olsun, ister Yahudi olsun. Dini, ideolojisi, fikri ne olursa olsun! Mesele burada, içinde yaşadığımız sistemle alakalı bir sorun var. Yani bu adam -en başta söyledim-; “fiilî durum Anayasa’ya aykırı ise, Anayasa’yı fiilî duruma uyduralım!” Böyle başlayan, gelen bir süreç. Sen çıkıp bu adama, “sen böyle derken, başkalarına Anayasaya aykırılık üzerinden nasıl suçluyorsun o zaman?! Anayasaya aykırı olmakla insanları suçlayıp nasıl soruşturma, kovuşturma yürüyorsun?!.” Şimdi, suçüstü yakalanıyorsun, işte çetelerle ilişkiler malum, devleti suç örgütleri işgal etmiş, adam delilli ispatlı ortaya çıkıyor, savunma ne? “Ben Müslüman olduğum için bunu yapıyor!” Şimdi düşünün, Avrupa’da Hıristiyan Demokrat partiler var. O partinin -Almanya’da diyelim-, Hıristiyan Demokrat Partinin bir milletvekili yolsuzluk yaparken yakalanmış ve adam diyor ki; “ben Hıristiyan olduğum için bana bunu yapıyorlar!” Ne yaparlar bu adama Avrupa’da?!. Düşünebiliyor musunuz?.. Şimdi bu mânâda laikliğe baktığımız zaman, evet İslamcıların da bunu yeniden konuşması lazım. Yani sen burada istediğin suçu işleyeceksin, millete devlete ait ne varsa, kimini “özelleştirme” adında, işte kimini “prim” adında, “haraç” adında çalacaksın çırpacaksın, burada İslâm yok! “Nasıl olsa bu dünyada hesap yok”!.. Burada laiksin; “dünyaya ait”… Yakalandığın zaman ise; “hesabımı Allah’a veririm!” Ve ilk -haşâ!- birinci dereceden suç ortakları da hemen Allah ve Resulü oluyor. Böyle bir olay yok!.. İslam’da Adalet, bu dünya ile öbür dünya arasındaki bir denge içerisindedir. Yani senin burada yaptığın şeyin hesabını, burada vereceksin. “Ben nasıl olsa burada (yani denetlenme mevzusuda bununla alakalı) denetlenemeyen bir pozisyondayım!”… Eee, suç olunca ne oluyor?.. “Ben hesabımı Allah’a veririm!”… Allah nerede?.. “Öbür tarafta!”… Sen zaten “öbür taraf”a inanan bir insan olsan, Allah’ın bu dünya için ortaya koyduğu az önce bahsettiğim “Nas var!” diyorsun, -Ee?!- Nas var! Hükümler var! Allah ve Resûlü’nün getirdikleri var! Ve bunların tebliği söz konusu!.. Sen şimdi “Müslümanlık” iddiasında olarak, böyle bir görüntü içerisinde mi “İslâm’ı tebliğ” ediyorsun?!. Ondan sonra da işte “hayat tarzımız” filân. Şimdi zaten kötü olan bu. Değil mi? Tâ Sokrat’tan bu yana tartışma budur: Hazza göre mi yaşayacağız, fazilete göre mi? Şimdi, fazilete göre yaşamanın hakikatine mensup olduğunu iddia eden insanlar, hazza dair ne varsa hepsini -ailede dekoru başta olmak üzere- bütün etrafıyla insanların gözüne sokuyorlar. Şimdi burada fazilete dayalı bir hayat tarzının hakikatine mensup olduğunu iddia ediyorsun, yaşadığın hayat ise, hazza dair bütün unsurları içine alan bir hayat tarzı! Ya bu, hafif kelime ile ayıp, ayıp oluyor yani! Böyle olmaz bu…

Buradan çıkış… Şimdi devlet “güç” demektir değil mi, devlet dediğimiz şey güç demektir, güç de “imkân” demektir. Şimdi, bu imkânlar içerisinde ve bu iddialarla işin aslına dair olan hiçbir şey yapamazsan ve yapmıyorsan, bunun hesabını vereceksin!

Şimdi bu işlere bulaşmamış olan insanlar açısından söylemek gerekirse eğer, “bir çıkış yolu mümkün olabilir mi?” Evet; yeni bir ruh, yeni bir anlayışla farklı kesimleri de içine alıcı, diyalog kanallarını açık tutarak bir çıkış söz konusu olabilir. Tabii ki bizim açımızdan bu ruh ve anlayış, teklif ettiğimiz şey Büyük Doğu – İBDA’dır.

ANTİ-BOP DEVRİMİ

Az önce “Patronaj Sistemi” dediniz. Yani eğer bir çıkış bulunamazsa fatura gittikçe büyüyecek. Siz önceden de benzer bir tespit yapmıştınız… Neler olabilir?

Benim yıllardan beri söylediğim şey o: Siyaset başladığı noktaya dönüyor bütün dünyada. Bakın, üç günden beri Avrupa savaş alanında. Hollanda, Belçika, Fransa bu “pandemi” ile ilgili uygulanmak istenen yasaklara Avrupa karşı çıkıyor. Ona da bir şeyler söylemek lazım. Yani neden Avrupa’da bu denli sıkı uygulamaya çalışıyorlar bunu? Meselâ Afrika’da daha gevşek veya daha gelişmemiş şeyler. Şimdi Batı, onlara 30 yıl içerisinde, daha öncesi de var, yapacağını yaptı zaten, bu sorun orası ile alakalı değil. Bu sorun tamamen Liberalizmin ve Kapitalizmin merkezleri ile alakalı; çünkü kriz orada! Kriz orada olduğu için, oradaki insanı evlere hapsetmek gerekiyor. Şimdi “pandemi”den önceki gündemi herkes gözünün önüne getirsin. Bak dün 3’üncü yıldönümüymüş Sarı Yeleklilerin, tekrar çıktılar ve aynı ânda öfke “pandemi” etrafında yoğunlaşmaya başladı, “pandemi tedbirleri”nde. Mesele “pandemi” değil! Zaten bu sistemden mütevellit ortaya çıkan krize duyulan bir tepki var! Nedir bu kriz? Bu uluslararası güçlerin 30 yıldan beri dayattığı politikalardan ortaya çıkan neticelere duyulan tepkidir bu. Yani Amerika’da muhalif olarak Trump’ın çıkması da böyle, Avrupa’daki çıkışlar da böyle. Yani soğukkanlı düşünülürse, aslında bir Anti-BOP hamlesi, karşı çıkışı, aksiyonu yaşanıyor. Yani evet, benim açımdan kıtalararası bir devrim yaşanıyor ve bu devrimin adı da Anti-BOP devrimidir! Türkiye de bulunan beri değildir… Eğer ki dürüst, samimi, onurlu insanlar bir organizasyon hâlinde iktidar imkânlarından istifade edip, demin bahsettiğimiz o ruh ve anlayış, yeni bir ruh ve anlayış etrafında örgütlenebilirlerse, bir Kurtuluş Hamlesinin çıkmaması için bir sebep yok.

Bütün dünyanın ihtiyacı olan bir şeyden bahsediyorsunuz.

Tabiî ki bütün dünyanın ihtiyacı olan bir şeyden bahsediyorum! O mânâda 20 yıllık gecikme, aslında diğer milletlerin kurtuluşa atacağı adımları da engelledi. Yani bu açıdan bakıldığında “seçimlerde işte bir iktidar değişir mi?” filân, şu ân görünen açısından söylediğimi tekrarlıyorum; benim açımdan bir iktidar değişikliği mevcut sistemin, insanımızın lehine işleyeceği anlamına gelmez! Sistemin kendisi bitmiştir! Yani sistem derken ben, her unsuruyla söylüyorum. Yani müesseseleriyle bitmiştir, kurumlarıyla bitmiştir, insan açısından bitmiştir. 20 yıl içerisinde eğer ki güçlü bir eğitim sistemiyle, şahsiyetli insan yetiştirmeyi hedef alan, onunla ilgili bir fikrî muhtevaya sahip bir eğitim sistemi teşekkül ettirilebilseydi, o eğitim sisteminden bugün, bu işi devralacak insanlar zaten ortaya çıkacaklardı.

GENÇLİK… TEKNOLOJİ… İDEOLOJİ/FİKİR… İKİYÜZLÜLÜK VİRÜSÜ… NASIL BİR GENÇLİK!

Tam bu noktada Erdoğan’ın geçtiğimiz gün yaptığı bir açıklama hatırıma geldi. Biliyorsunuz seçim sath-ı mailine girdik. Gençlere hitap eder tarzda işte, “biz sağına soluna bakmadan ben varım diyen gençlik hareketiyiz.” İşte bunu da şeyi “Teknofest gençliği”dir gibi bir ifâdesi vardı. Üstadın, Necip Fazıl üstadımızın ifâdesini kullanarak diyeyim. Hatta “Asım’ın nesli” diye de Mehmet Akif’e de selâm çaktı. Erdoğan’ın, hükümetin ya da çevrelerinin gençlikle ilişkisi denildiği kadar var mı sizce?

Şimdi “yapma varlık” olarak her teknoloji, üzerine inşâ edildiği ideolojinin eseridir. Yani her teknoloji bir ideoloji üzerine inşâ edilir. Onun haricinde olan, senin elinde ki o teknik, o teknoloji dediğin taklitten öte değildir. Başka ideolojilerin üzerine inşâ edilmiş bir teknolojiyi sen alıyorsun burada kullanıyorsun, yani bir orijinalliği yok. Kaldı ki “teknoloji gençliği” diye bir şey de olamaz zaten. Anlatabildim mi? Yani bir gençlik isimlendirme, sıfatlandırılması yapılacaksa eğer, meselâ Büyük Doğu Gençliği, İBDA Gençliği filân diye… Evet, gençlik bir ruhu temsil eder ve o ruhla anılır. Şimdi bu açıdan bakıldığında, “sağına ve soluna bakmadan ben varım diyen genç”Salih Mirzabeyoğlu’ydu zaten! Ve O’nun ortaya koyduğu ruh ve anlayış içerisinde, ideal olan o ruh ve anlayış çerçevesinde de gençliğin örgütlenmesi, gençliğin hamle sahibi olabilmesi için bu ruh ve anlayışı benimsemesi; ideal olan buydu. Şimdi bu iş buralara kadar geldiğine göre, bu da biliniyor demektir. O zaman 20 yıllık iktidar boyunca neden bir eğitim sistemi içerisinde bu yapılmadı? Ve 50 kere eğitim sistemi değişti? Yani şu ân, işte ilkokuldan liseye kadar okutulan kitapların hepsini incelediğinde “sağına ve soluna bakmadan ben varım diyebilen bir gençlik” ifadesinin sahibinin muradına uygun bir eğitim sistemi olmadığını gayet açık görürsün zaten. Hâ, sağına ve soluna bakmadan bir şey yapan gençler de yetişti. Yani, “kim çalacak?” diye sorulduğunda, sağına ve soluna bakmadan “ben çalarım!” diyen bir gençlik var! Ama bu “gençlik” de gençliği temsil etmiyor, anlatabildim mi? Onlar açısından da üzücü bir şey bu. Hâlbuki demin söyledim; bizim anladığımız gençlik, “İstikbal İslâm”ındır hükmünün tesiri altında, onun hâkimiyeti altında olan bir gençliktir. Zaten AKP iktidarının işbaşına geliş sebebi de buydu. O tazyikten dolayı geldi. Şimdi o tazyikten dolayı, yani İslâmcı camiânın tamamının olmasa bile, kemmiyet adına büyük bir potansiyelini arkasına alarak geldi. Tabi aynı ânda liberalleri, işte efendim diğerleri, farklı grupların filân da desteğini aldı. Ama bu kemmiyet desteğini bir türlü keyfiyetle destekleyemediği gibi, bu kemmiyet desteği zamanla keyfiyetin aleyhine işledi! Ve bugün ortaya çıkan işte genç tipi, en başta söylediğimiz o “ruhu çekilmiş ceset görünümü” dediğimiz alana da giriyor. Zaten “genç” kimdir; genç, toplumun en dinamik unsurudur, değil mi? Bak şimdi “ev delikanlısı” diye bir tabir çıkarmışlar; evinden çıkmıyor! Çünkü evinden çıkacak pozisyonu yok, ne yapacağını bilmiyor. İşi yok, parası yok, efendim gücü yok, enerjisi yok…

Ya da bilgisayar oyunlarına mahkûm olmuş… Teknofest…

Yani senin “Teknofest”in gele gele onun mahkumiyetine gelir. Hâlbuki “durun!”, “ne oluyor?!” yani “ben buradayım!”, “bu hâller neyin nesi?!” yani, “siz kimsiniz?!”… Genç budur!.. Şimdi her dönemin kendini ifâde şekilleri vardır, değil mi, kavramları vardır. Meselâ “cesaret”, “fedakârlık”, işte “dostluk”, “kan kardeşlik” filân. Bunlar hep, bundan önceki gençliğinin içtimâî durumunu da izah eden şeydir. Yani “biz yan yanayız”, “beraberiz”, “birlikteyiz” filân, “birbirimiz için ölümü göze alırız”. Bu dönemki gençliğin kendini ifâde eden kavramlarını bırakmadılar, kavramları yok! Şimdi ben kendi adıma düşünüyorum düşünüyorum, kendi çocuklarıma kendi etrafıma da bakıyorum; yani mesalâ “dijital” kavramından başka bir kavram gelmiyor. Sonra o dijitalin muhtevasına bakıyorum, “ne hale sokuyor, bu dijitalin etkisi nedir?” diye. Bir cehalet, iki manyaklık görüyorum, anlatabildim mi? Yani cehalet te, manyaklık ta, ikisi de ölçüsüzlükten kaynaklanıyor. Hiçbir ölçü, hiçbir ilke, prensibin olmadığı; bunun olması gerektiğini dahi düşünemeyen bir tipoloji ile karşı karşıyayız! Bunun sebebi kimdir? Tabiî ki o insan değil! Bunun sebebi, 20 yıllık iktidarını boşa, eğitime dair sıfır, hiçbir şey yapmayıp… “Eğitim”den de kastımı söyledim yani; eğitim derken hangi muhteva içerisinde bir eğitim?.. Bizim için “fert” nedir? Toplumun uzayan gölgesidir, değil mi? “Ahlâk” derken ferdi kast ederiz ve fertlerden yani şahsiyetlerden oluşmuş bir toplum içerisinde “ahlâk” dediğimiz zaman… Veya “toplumun ahlâkı” derken o toplumu kast ederiz biz, bir sürüyü filân kastetmiyoruz. Peki bir şahsiyet nasıl inşa edilir?.. Hangi ruh ve anlayışla inşâ edilir. Bugün senin başladığın nokta belli, geldiğin nokta belli. Ve iş şuralara dayandı, bunu bunu söylemem lazım: “İkiyüzlülük”, virüs gibi topluma girdiği zaman -bu çok önemli!-, yayıldıkça, artık insanların birbirini kandırması gerekmez. Çünkü herkes her şeyi biliyor. O toplumda, ikiyüzlülüğün hâkim olduğu toplumda, aslında kandırılan herkes tek tek kendisidir. Herkes kendini kandırıyor! Bu noktadan baktığında, herkes aynaya baktığında, aynada görünene değil, görünenin arkasındaki görmediğinin suratına tükürdüğü zaman kurtulabilir, kurtulabiliriz! İşte nefs muhasebesi ve murakabesi dediğimiz husus budur.

Helalleşme de…

Bu olmazsa, evet bazılarının söylüyor ve ona da katılıyorum kısmen. Şimdi 20 yıl içerisinde bir nesil kaybedilmiş! “Gençlik” dediğimiz şey, ideali olan, ideali için kavgası olan, cesareti olan, aksiyonu, hamlesi, enerjisi olan kesimdir, değil mi. Şimdi, “bugünkü genç nereye gidiyor?” Bütün dünyada özellikle 2001’den beri İslâm’a giriş oranı artarken, bizim ülkemizde azalıyor. “İslâmcı parti” olduğunu iddia ediyorsun, son seçimlerde açığa çıktı ki gençlerden en az oyu sen almışsın, anlatabildim mi! Şimdi bu noktada zaten, birtakım şeyler üzerinden gençliğin “gençliği” öldürülmüş! Yani ölçüsüzleştirdiğin zaman… Bir şeyin ölçüsü yoksa inşâsı da yoktur! Ölçüsü olmayan şey büyüyemez! Bu gün bu “ölçüsüzlük” üzerinden devam edersek eğer, “din edep demektir, edep de hadlere riayettir”, değil mi. Şimdi had kalmamış ortada! Hadde riayet yok, yani kendisini isterse “Müslüman” olarak ifâde etsin bu kişi. Bir hadde uyması gerektiğini bilmiyor. İslâm siyasetinin en temel “Nas”ı -hani faiz için “Nas var!” dedi ya Tayyip Erdoğan!- bak en temel Nas: Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır!.. Şimdi görüyorsun işte! Bir sürü! Kimden gelirse gelsin haksızlık, buna karşı çıkacaksın! Bununla ilgili kim politika üretiyor meselâ?.. Haksızlık karşısında durmak adına üretilen politikalar var mı, yok!

Üreten olunuyor bilakis…

Şimdi yukarıdan aşağıya “balık baştan kokar” hesabı; “yukarı”da bir şey oluyor “aşağı” doğru geliyor. Dolayısıyla da burada sağına ve soluna bakmadan ben varım diyebilen gençlik, İBDA Gençliğidir! İBDA ruh ve anlayışında olan gençliktir!.. Hâ, şu açıdan bakarsak eğer, “istikbâle dair bir hakikati ifâde ediyor mu bilerek veya bilmeyerek”? Olabilir. Çünkü istikbâl, hiç tereddütsüz İBDA’nındır!

MEVCUT SİSTEMİN TAŞIYICI SINIFI VE “BAŞYÜCELİK DEVLETİ” İDEALİNİN İSTİSMARI

Bunu söylerken de şunu kastediyorum -buna çok dikkat edilmesi lazım!- Türkiye’deki siyaset, diyalektik gidişat içerisinde düşünüldüğünde -kendi açımızdan diyorum-, AKP’nin iktidara gelmesi sürecini de içine alacak şekilde, İslâm devriminin devam ettiği ve bu devamlılığı gösteren dinamiklerdir bunlar ve bu süreç devam ediyor. 20 yıllık bir gecikmenin neticesinde tabii ki tadilat gerekir, gerekecektir de. Yani nasıl bir hareket çıkarsa çıksın, nasıl bir tepki ortaya konulursa konulsun, demokratik olarak nasıl bir yol izlenirse izlensin, seçim yapılsın veya yapılmasın; gidişat, o diyalektik sürecin hedefi burasıdır. Dolayısıyla da buradan ben, özellikle Sedat Peker‘in açıklamaları sonrasında ortaya çıkan -AKP çevresindeki tartışmalar üzerine söylüyorum-, yani pek o açıklamalarda ismi geçen suçlara bulaşmamış insanlar, bizim gibi insanlarla yeni bir iktidar teşekkülü üzerinde konuşabilirler veya bir fikir alışverişinde bulunabilirler. Çünkü süre İslâm devriminin oluş sürecidir. Bunun dışında bir şey olmayacak artık! Yani bazılarının dediği gibi işte “oraya döneceğiz”, “buraya döneceğiz”, böyle bir şey olmayacak. Bu oraya doğru ilerleyen bir süreçtir. Dolayısıyla da bu eğer bilinirse, bazı şeyler, yapılması düşünülen hareketler bir mânâ kazanır. Yoksa iş bu niyetle olmazsa; sadece kendi iktidarını korumak, kazandıklarını, yasadışı kazandıklarını muhafaza etmek adına yapılan hareketler olarak değerlendirilir, bunun da karşılığı vardır. Şimdi, meselâ işte seçim olacak, bilmem ne olacak, hem muhalefetin hem şeyin. Yani burada herkes biliyor, normal bir seçim değil bu! Hâ, seçimde iktidarlar değişir mi? Değişir. Tamam. Ama, ister sokaktan birini çevir sor, istersen bu muhalefet lideri olan tiplere bir oda içerisinde sor. Meselâ, “sen gerçekten bu iktidarın seçimi kaybedince, “tamam ben gidiyorum” diyeceğine inanıyor musun?” Meselâ, ben inanıyorum diye çıkmayacak. E, inanmıyorsan ona göre bir hazırlığın var mı peki? Biz görüyoruz ki yok! Ama söylemlerinden de sanki birileriyle anlaşmış olduğunu da hissediyoruz, anlatabildim mi!

Şimdi burada -aktüel mevzu olarak söylüyorum-, bu iktidarın gitmesini isteyen uluslararası güçler nasıl bir şey yaparlar? Tabiî ki BOP siyasetiyle iktidara geleni yine BOP siyasetiyle götüreceklerdir, götürmek isteyeceklerdir. Bununla ilgili de onların önünde misâl de var, en son İstanbul seçimleri… Tekrar seçimlerin neticelerine itiraz edildiği ân insanları sokağa dökmek isteyebilirler. Ama o sokağa dökmenin karşısına belli şeyler de çıkacak; iktidar vermek istemeyenler. Şimdi sen muhalefet olarak buna karşı söyleyeceğin şey nedir veya hazırlığın nedir? Yok. Şimdi iktidarın, iktidar çevresinin, suça bulaşmamışlar açısından böyle bir niyet varsa bu değerlendirilir, hatta bunu muhalefetle de konuşabilirler. Yok suça bulaşmışlar, yargılamamak adına, hesap vermemek adına böyle bir şey tevessül ederlerse, iktidar çevresindeki İslâmcıların muhalefet içerisindeki İslâmcıları karşısında bulması sürpriz olmaz. Dolayısıyla da önümüzdeki dönem, işte seçim olsun olmasın filan. Demin dediğim gibi, benim için o kadar çok pratik şeyi yok seçimin olup olmamasının. Mesele sistem meselesi, mesele rejim meselesi. Evet meselâ işte “50 + 1 olmuyor”. Yâhu şekil değil ki burada önemli olan! “50 + 1” ile ifâde edilen “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”nin muhtevası nedir?!. Bu hükümetin yapamadığı şey bu! Yani kılığını, kıyafetini düzelttiğin zaman “ruhu olgunlaşacak” diye bir kaide yok. Yani bir siyasetin, doğruluğu yanlışlığı muhtevasında belli olur. Şimdi sen, Büyük Doğu Mimarı Necip Fazıl Kısakürek‘in ortaya koyduğu, İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu‘nun da güncelleştirdiği Başyücelik Devleti’nden alıp, kendine göre bir elbise dikmeye kalkıp, buna da bir “sistem” dersen bu olmaz! Kendine göre bir elbise dikemezsin oradan! Hâ, onu şekli olarak da uygularsan, yine bir şey yapamazsın. Mesele her sistem için geçerli olduğu gibi bunun için de geçerli olan şey şudur; bu rejimin taşıyıcı sınıfı nerede?!. Senin ortaya koyduğun rejimin taşıyıcı sınıfı kim?!. Kim taşıyor bunu, kimin üzerine bina ediliyor?!

“Beşli Çete” desem?

İş oraya geliyor! Yani ortaya konulan sistem, rejim diye ortaya konulan, ki tekamüle açık bir rejimdi, ama sen bunu koyarak bitirdin mevzuu! Kimin işine yarıyor, kim bunun şeyi; arsızlar, yolsuzlar, hırsızlar, Anayasayı hiçe sayanlar, kanun-hukuk hakimiyeti dinlemeyenler.

DEVRİMCİ BİR RESTORASYON VE BÜYÜYEN MESELELERİN HÂLLEDİLECEĞİ “BÜYÜK MECLİS

Salih Mirzabeyoğlu’nun nasıl bir teklifi vardı?

Şimdi orada, bizim şeyimizde “Aydınlar Aristokrasi” diye bu rejimin taşıyıcı sınıfı var. Demin o eğitim mevzuunda söylediklerimi bununla bağlantılı olarak düşünün. Bu Aydınlar Sınıfının, Aydınlar Sınıfını ideolojiye göre yetiştirilmedikten sonra, Aydınlar Sınıfı o ideolojinin taşıyıcı unsuru olarak ortaya çıkmadıktan sonra, sen bunu şekli olarak alıp koysan ne olur, koymasan ne olur?!. Uygulayacağın politikalar Liberal-Kapitalist politikaların ötesine geçmeyecek!.. İşin ruhunu benimsemiş, ruhuna iman etmiş, buna vakıf insanların taşıyıcılığında bir rejim kurabilirsin. Bu hangi sisteme bakarsan bak, öyle; yani “centilmen” değilsen İngiliz Parlamentosu’na giremezsin, değil mi? Onun duygu ve düşünce alışkanlıklarına sahip değilsen, İngiliz Parlamentosu’na giremezsin, zaten o rejimin taşıyıcı unsuru da olamazsın. Akıldan yana fakirsen Fransız sistemini yürütemezsin. İşçi değilsen işte bilmem ne Sovyet şeyinde görev alamazsın, falân filân. Yani dolayısıyla bir rejim, sistem değerlendirdiği zaman, o sistem veya o siyasal rejim, o rejimin taşıyıcı sınıfı üzerinden değerlendirilir. Bugün bizim Aydınlar Aristokrasi dediğimiz sınıf, bütün kesimlerden… Tabiî ki buradaki “Aydın” kastı işte akademik, işte gitmiş diploması olan filân, o değil burada ki kasıt. Hâ, onun Akademisi İBDA’dır. İBDA Akademisi’nde yüksek eğitimini tamamlamış ve olunması gerekene dair bir imaj sahibi, yapılması gerekene dair de fikir sahibi olan insanlar topluluğu: Bizim özlediğimiz, hayâl ettiğimiz ve kurmak için aksiyonu içerisinde olduğumuz Büyük Meclis budur! Ve bu Meclis bütün sorunları büyük bir cesaretle; ne kadar büyük, ne kadar aşılmaz gözükürse gözüksün bütün sorunları cesaretle kucaklayıp, o cesaret içerisinde de yine çözümler üreten ve hiçbir kesimi zulüm sınırları içerisine girecek şekilde dışlamayan… Çünkü o meclis bütünlüğü, birliği, beraberliği temsil eden bir meclistir!.. O Meclis içerisinde herkes tartışabilir, her şey tartışılabilir; ki büyük meseleler, büyük meclislerde hallolur zaten, anlatabildim mi?!. Zaten küçük İnsanların oluşturduğu topluluklarda, cemaatlerde, meclislerde hiç bir sorun halledilemez. Oradan nihayetinde işte bu Patronaj Sistemi çıkar. Dolayısıyla da bugünkü sistem tartışmasının kaynağı budur: Yeni bir ruh ve anlayış! O ruh ve anlayışa bağlı yeni şahsiyetler, yeni insanlar, o yeni insanların taşıyıcılığında yeni bir sistem ve o sistemin politik rejimi; Başyücelik Devleti‘nden bizim anladığımız budur… Yani şimdi “ben buraya bakayım, bana uygun bir şey yapayım, bir elbise dikeyim, oradan da yürüsün”… Hayır o Türk tipi de olmaz! “Türk tipi rejim” olmaz olur mu! Benim dediğim Yüceler Kurultayı Rejimi Türk tipi bir rejimdir, anlatabildim mi! Gerçek Türk tipi rejim de budur.

Şimdi bu bu açıdan meseleler değerlendirilip tekrar bir muhasebe ve murakabe içerisine girilirse eğer, dünyanın yaşadığı bu krizden, dünyaya da teklif sunabilecek şekilde Türkiye çıkabilir. Ama bu Kılıçdaroğlu‘nun söylediği “helalleşme”, onun söylediği o muhteva içerisinde olmaz. Çünkü, eğer ki bir devrimci restorasyon içerisinde bu meclis kurulacaksa, yani taşıyıcı duvarların üzerine tekrar bir çatı inşâ edeceksek, hasar vereni de tespit etmemiz lazım. Ki, yapanın yanına kâr kalmasın! Eğer ki “yapanın yanına kâr kalıcı” şekilde şu ân bir lağımın patlaması gibi ortaya saçılan suçlar görmezden gelinirse, bundan sonra bu ülkede kimsenin, hiçbir liderin, hiç bir inanış ve ideolojinin inanırlığı kalmaz, güvenilirliği kalmaz.

Hâliyle de İlahî Adalet tecelli edecektir! Hakkın mahkemesi, Hak adına, halkı memnun edecek; Hak ve halk düşmanlarını yargılayacak mahkeme kesinlikle kurulacak, kesinlikle!

YANLIŞLARI YAPMAMAK, DOĞRULARLA KATILMAK

Kılıçdaroğlu’nun “helalleşme” ile ilgili açıklamasında şöyle bir muhteva da olabilir mi, çünkü bazı farklı kesimlerden “Cumhuriyet değerlerine tekrar geri dönüyoruz” diye destek veriliyor bu mânâda. Bu muhteva ile destek veriliyor. Bu mümkün mü, olabilir mi?

Şimdi meselâ o nereden geliyor? O da bir teklifsizliğin neticesi. Şimdi tekamül eden bir süreç var, bu tekamül eden şeylerde belli memnuniyetsizlikler, belli sorunlar çıkmış, bu sorunların neticesinde de AKP iktidara gelmiş, iktidarı almış. Şimdi AKP’nin yanında da iki tâne “Cumhuriyet değerlerini, kurucu değerlerini savunan” ortak var! Biri MHP, biri Vatan Partisi. Üstelik bunlar da, 28 Şubat’ın da sac ayaklarıydı; bunu da tırnak içinde söylüyorum ki, bazıları “28 Şubat” filân derken yani, “peki şu ân neyle karşı karşıyasın?!”; onu da bir şuurlaştırsın.

Demin “geçmişi hâlihazırda inşâ etmek” mevzuunda İBDA Mimarı’na da atıfla, onun ortaya koyduğu ipucundan aslında meseleyi biraz izah etmeye çalıştım. Burada “kurucu değerler” derken yanlış olanlarda, yanlış görülenlerde ısrarcılık, bu sefer de “kurucu değerlere dönelim, dönmeyelim” gerilimi meydana getirir. Yani burada mesele ondan ziyade “insan tipi” ile alakalı: Yani bugün şöyle bir yobaz “müslüman” tipi var, onu kabul etmiyorsun, e burada ki yobaz Kemalist tipini de kabul etmiyorum. “Kurucu değerler” derken yobaz Kemalist tipi gelecek, bu yobaz tipe karşı; 500 yıldan beri, 500 yıl önce başlayan bu oyun devam edecek demektir.

Yani zamanın, tarihin nereye aktığı ile alakalı aslında. Zamanın hedefini ben şöyle öngörüyorum; “İstikbal İslâmındır!” diyorum. Şimdi sen buradan, şuraya doğru gidiyorsun. Bu zaten mümkün değil! Yani İstikbal İslâmındır hükmü gerçekleşecekse, burada uygulanan yanlışları tadil etmek lazım. Yani laiklikten tut, harf devrimine kadar veya benzer şeyler; oturup konuşulacak bunlar. İstiklâl Savaşı’nın gayesi bunlar değildi! Eğer ki mesele İstiklâl Savaşı, Kurtuluş Savaşı üzerine inşâ edilmiş bir devlet projesinden bahsediyorsak ve bu devletin “kurucu değerler”inden bahsediyorsak, o zaman İstiklâl Savaşı’nın hedefine bakacağız biz. İstiklal Savaşı’nın hedefi bunlar değildi, bu uygulananlar değildi. Kurmayı düşünülen devletin muhtevası bu değildi! Yani, “Batı’yı silah zoruyla ülkeden kovacağız, ondan sonra da “Batı değerleri”ne dair ne varsa, ahlâkı başta olmak üzere içeri alacağız”; böyle bir hedef yoktu İstiklal Savaşı’nda. Ya İstiklâl Savaşı’nı yeniden değerlendireceğiz bakacağız, ya da İstiklâl Savaşı hedefleri üzerine kurulan, İstiklâl Savaşı neticesi kurulan devletin yanlışlarını tadil etmek için uğraşacağız; ikisinden birisi. Yani zaten yanlışların, yanlış tecrübelerin bir daha yapılmamak üzerine kayıt altına alınması başarılırsa eğer, o müspet olan ne varsa, hiçbir itiraza tabi tutulmadan -demin Kumandan’dan da ifâde ettiğim üzere-, zaten bugüne katılmış olacak! Anlatabildim mi! Müsbet üzerinde “öyle oldu, böyle oldu” diye bir tartışma yok zaten! Ama şöyle bir şey de yok; yani bugün, başkaları bunu diyebilir, bizim için öyle bir şey söz konusu değil. Çünkü biz, kendi ideolojimizle, kendi dünya görüşümüzle bir teklif sahibiyiz. Yani, sıkışmışlıktan dolayı işte, “Marksizm olmadı, Ulusalcılığa geçelim. Ulusalcılık üzerinden de işte millicilerle bilmem ne yapalım. Oradan da buraya gelelim” filân. Yani bizim zaten böyle ne ideolojik, ne siyasî böyle bir bir ruh hâli içinde değiliz biz! Dolayısıyla da biz o “kurucu değerler”in müspetini şimdide içine alabilecek bir bünyeye sahibiz! Ama yanlışı da dışta bırakarak… Bunu da demin o herkesin kendini bağlayıcı hissettiği vahid-i kıyaslar içerisinde tartışabiliriz. İstenilen şekilde, istediğimiz gibi tartışırız.

İBDA SARAYI

“Gençlik” üzerinde birkaç kelime, cümle daha söylemek gerekirse: Bugün hiçbir partinin gençlik politikası olduğunu düşünmüyorum, yok da zaten. Onun için de gençlerin tepkileri hemen hemen hep aynı. İşte herkes bir iş kuracak, bir iş peşinde, oradan bir adam olacak, buradan bilmem ne olacak filân. Hâ, gençlerin bu durumu da yanıltıcı onu da söyleyeyim! Çünkü genç insan, gençliğin ifâde ettiği o özelliklere her ân bürünebilir! Bugün tek sorun karşılaştığı sorunlara nasıl çözüm üretebileceğini bilmiyor gençler. Çünkü bir misâl yok. Demin söyledim, politika imajlar üzerinden yapılır, bugün gençliğin bir imajı yok! Tek “imaj” var: Tek bir kişi var diyelim yirmi seneden beri, onun da artık ne kadar müspet ne kadar menfi imaj olduğunu siz söyleyin.

Yapılması gerekene dair bir fikir, olunması gerekene dair bir imaj elde edildiği ân, gençlik, toplumun en dinamik kesimi olarak görevini ifâ edecektir, eder de. İşte fırsatını bulduğu ân, zaman zaman çıkıyor. Bugün Avrupa’daki sıkıntı da budur, Amerika’daki sıkıntı da budur! Dolayısıyla da gençliğin şu ân besleneceği tek bir ruh kalmıştır, tek bir anlayış kalmıştır, o da İBDA’dır. Hâliyle de ben bütün düşünen, çilesi olan, bulunduğu durumdan kurtulmak isteyen bütün gençlere, Salih MİRZABEYOĞLU‘nun ortaya koyduğu bu muhteşem Sarayı, İBDA Sarayı‘nı adres olarak gösteririm.

22 Kasım 2021

Röportaj: Aydın Alkan

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d