“TÜRKİYE YÜZYILI” ÜZERİNE… ALİ OSMAN ZOR RÖPORTAJI – TAM METİN

ADIMLAR Fikir – Kültür – Siyaset Platformu Genel Başkanı sayın Ali Osman ZOR ile, 13 Kasım 2022 tarihinde İstanbul – Taksim İstiklâl Caddesi’nde yaşanan patlama vesilesiyle gerçekleştirdiğimiz görüşmenin yazılı metnini kıymetli alakalarınıza sunuyoruz.

ADIMLAR TV

Adımlar TV: Geçtiğimiz Şubat ayında Rusya’nın Ukrayna’ya taarruzu vesilesi ile uluslararası dengeler bir anda altüst oldu. Putin’in bu çıkışından sonra sizin deyiminiz ile “belki 1000 yılda bir görünebilecek bir değişim / dönüşüm yaşanmakta”. Dün en son bu dönüşümün -bir safhasında diyelim-, Taksim’de İstiklal Caddesi’nde bir patlama meydana geldi, altı vatandaşımız katledildi ve onlarca da yaralı var. Bu saldırı hakkında birçok şey yazılıp söylendi, çizildi. Sizce bu gelişmeyi nasıl değerlendirmek lazım?

Ali Osman ZOR: Şimdi tabi eşya ve hadiseye yanaşırken söz konusu olan insan şuuru. Dolayısıyla buradan hareketle de “ideolojik ve politik tavrımızı hangi anlayışa göre belirliyoruz?” sorusunun cevabı önemli. Yani “tezleri saat başı değişen bir siyasi teşkilat”a göre mi belirliyoruz yoksa doğrudan mensup olduğumuz ideolojiye, yani BÜYÜK DOĞU – İBDA anlayışına göre mi belirliyoruz? Tabiî ki bizi takip edenler eksiğiyle fazlasıyla İBDA anlayışına göre politik çizgimizi belirlediğimizi biliyorlar.

Sorunuza gelince; daha önceki konuşmalarımızda da hatırladığım kadarıyla altını çizmiştik: Aslında bugün yaşanan sorunlar, geçen yüzyılın başından itibaren başlayıp, yüzyılın sonuna kadar devam eden, bu yüzyıla taşınan halledilmemiş problemler. Bugün yaşadığımız sorunlara derinliğine bir tahlil, derinliğine bir değerlendirme yapmak istediğimizde karşımıza bu çıkıyor. Yani aslında biz özellikle Birinci Dünya Savaşında –“Osmanlı’nın paylaşımı savaşı” da deniyor- başlanıp, halledilmek istenip, İkinci Dünya Savaşına sarkan, İkinci Dünya Savaşından da bugüne kadar devam eden, fakat bir türlü halledilemeyen sorunları yaşıyoruz biz. Bunu nasıl formüle ediyoruz, bunun başında ne geliyordu? Tabiî ki Osmanlı’dan boşalan yeri doldurabilecek bir “yeni nizam” problemi aslında bunun adı. Meseleyi böyle koyduğumuzda daha iyi anlaşılır. Bugün Rusya özelinde değerlendirdiğimizde, biz, geçen yüzyılda yapılan hataların yapılmamaya çalışıldığını görüyoruz, Rusya cephesinde. Batı karşısında, Batı saldırganlığına karşı bir direniş söz konusu olduğunda bunun yapılması elzem. Çünkü doğru bir muhasebe yapmadan bugünkü tavrınızı, bugünkü bulunduğunuz noktayı doğru bir çizgi içerisinde konumlandıramazsınız. Türkiye özelinden bakarsak; Türkiye geçen yüzyılda bu muhasebenin daha doğrusu bu hesaplaşmanın öznesi konumundaydı. Dolayısıyla da Türkiye’nin bu muhasebeyi geçmişteki yanlışlara dair muhasebeyi yapması, Rusya’dan daha önemli. Hâliyle de biz, ister dünkü bahsettiğiniz olay olsun, ister bundan sonraki olaylar olsun, bölgemizde, hatta dünyada; Avrupa ve Amerika’da hangi gelişme olursa olsun, Türkiye bundan etkilenecek. Bu etkiyi doğruya kanalize edebilmek için de esaslı bir muhasebe yapması gerekir. Muhasebe demişken de buradan birkaç cümle ile girebiliriz; AKP’nin “Türkiye Yüzyılı” diye bir vizyon ortaya koyma çabasını hepimiz biliyoruz. Şimdi “bu doğru mu, değil mi?” Veya “nasıl olmalı?”, “muhtevası nedir ?” gibi sorulara geçmeden önce; aslında bu bir ihtiyaç. Bu ihtiyaca binaen bu “Türkiye Yüzyılı” vizyonu ortaya çıktı. Bu mânâda buna “Türk Yüzyılı” demek, “Müslüman Yüzyılı” demek veya bizim literatürümüzle “İBDA Çağı” demek, “İBDA Yüzyılı” demek arasında aslında pratikte bir fark yok. Fark nedir? Fark, “Türkiye Yüzyılı” diyenlerin ortaya koyacakları muhtevada. Yani biz onu soracağız. Sadece siz şeklî olarak bir takım kavramlar üzerinden siyaset belirlemekle bu “yüzyıl”ı gerçekleştiremezsiniz veya bu yüzyıla damga vuramazsınız. Bu şeklin, bu formun bir muhtevası olması gerekir. Muhteva dediğimiz şey de idealdir. Dolayısıyla da bizim zaten bugüne kadar tarih muhasebemiz içerisinde tâ Kanuni’den bugüne gelen süreci incelediğimizde, yaşadığımız olumsuzlukların yegâne sebebi, bütün sebeplerin bağlı olduğu sebep; bu idealden uzaklaşmaydı. Dolayısıyla bugün “Türkiye Yüzyılı” gibi bir iri kavramla veya büyük kavramla bir şey ifâde edilmek isteniyorsa bu, muhtevası üzerinden konuşulmalı. Yani bunun muhtevasını konuşmadan zaten sadece şekli birtakım şeyler; işte, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi gibi şeklî birtakım değişikliklerle bu vizyon yerine getirilemez! Bir kere bunu bilinmesi lazım. Bu vizyonun yerine getirilmesinde muhteva söz konusu olduğuna göre de o zaman bu muhtevaya bakacağız. Bu muhtevaya bakarken de tabiî ki bir Tarih Muhasebesi içerisinde bakmamız lazım. Bu tarih muhasebesi içerisinde baktığımızda kaybettiğimiz şey, olması gereken muhtevadır. Nedir kaybettiğimiz şey? İslâm ruh ve anlayışıdır! Dolayısıyla bugün hadiseler de zaten oraya doğru dünyayı sürüklediğine göre -ki oraya doğru sürüklüyor!- siz bu muhtevaya göre –“İslâm ruh ve aklı” diyelim biz- bu İslâm ruh ve aklının temsil makâmı olabilecek bir ideolojiyi, bir anlayışı ortaya koymalısınız ve bunu tartışmaya açmalısınız. Bugün peki biz öyle bir şey görüyor muyuz? Göremiyoruz. Göremeyince de “Türkiye Yüzyılı” kavramı sadece bir coğrafyadan, bir toprak parçasından ibaret kalıyor. Halbuki bizim jeopolitik anlayışımızda, yani bizim “Asyacılık”ımız sadece mekâna / coğrafyaya dayalı bir anlayış değildir. Bu mekânda tecelli eden bir ruh vardır, bir ruh söz konusudur. Yani “zaman” diye de ifâde edebileceğimiz bir anlayış söz konusudur. Bu olmadığı zaman, senin sadece coğrafyaya bağlı bir vizyon ortaya koyman, bulunduğun coğrafyada yaşayan insanın karakterine ve ruhuna uygun olmayabilir. Zaten -yine böyle mevzuları birbirine bağlayarak gidersek eğer-, burada da sorulacak temel soru şudur aslında; ister “Anadolu ahalisi” deyin, İster “Türk” deyin, İster “Müslüman” deyin, hiç fark etmez: Burada, bizim insanımızın bir devleti var mı yok mu? Temel tartışma bu! Tabiî ki yani, sınırları belli olan bir devlet var ama, söz konusu olan kendi karakterini ifâde eden bir devlet anlayışı.

AdımlarTV: Tarihten gelen bir cereyan hâlinde…

Tabii ki, tabii ki, kesinlikle! Yani şimdi sen ölümsüzlük idealini hedef olarak ortaya koymuş bir milleti, belli sınırlar içerisinde hapsedip “bu da senin devletindir” dediğin zaman, zaten sorunlar çıkacak demektir. Dolayısıyla burada hem bizim jeopolitik anlayışımızı hem de bu anlayışın muhtevasını da ortaya koyacak bir anlayışla bu vizyon dile getirilmeli: “Türkiye Vizyonu” ifâde edilmeli. Bu mânâda baktığın zaman ister Metehan’dan bu tarafa alın, ister Alparslan’dan alın, ister “İ’la’yi Kelimetullah Davası” deyin, ister “Turan Davası” deyin, adına ne derseniz deyin, nereden bakarsanız bakın, vereceğiniz cevap: “Bizim şu ân bir devletimiz yok!”… Bizim devletimize geçiş aşamamız, evet söz konusu. Bugün var. Ama devlet olarak o ruha, o karaktere uygun bir devlet anlayışı söz konusu olduğunda, biz “bu, o devlettir” diyemiyoruz. Onu belirleyen nedir? Onu belirleyen de sadece coğrafya değil; coğrafyayı mânâlı kılan, coğrafyayı fetheden fatihlerin yaşattığı mânadır! Onun adı da İslâm’dır zaten… Dolayısıyla da bugün hadiseler ister Rusya üzerinden bakın, Avrupa üzerinden bakın, isterseniz de Türkiye üzerinden bakın, hadiseler bizi buraya doğru sürüklüyor, bunu zorluyor. Şimdi ya bunu doğru anlayarak, bu vizyonu doğru bir şekilde ortaya koyarsınız ya da bugüne kadar birçok mevzuda olduğu gibi yine anlayışsızlık örnekleri göstererek bu vizyonun sahtesi üzerinden gidersiniz. Ama şöyle bir şey var; artık sahtelerin de miâdının dolduğu, son kullanma tarihinin dolduğu bir döneme girdik. Şimdi şöyle düşünün; “İstikbal İslâmındır” hükmü içerisindesiniz / hükmü içerisindeyiz ve tarih oraya doğru akıyor -değil mi? Peşin fikir hâlinde biz bunu söylüyoruz- ama bunun dile getirdiği coğrafyadan “İstikbal İslâmındır” hükmünü hükümsüz kılacak saldırılara karşı esaslı bir direniş çıkmadı. Bugün o direniş İslâm’ın faydasına ve Müslümanların faydasına olarak ve “İstikbal İslâmındır” hükmünü yürüten bir şekilde, komşumuz olan başka bir coğrafyadan (Rusya’dan) çıktı. Şimdi bu da şu demektir; yine buradan olur, “vesileye yapışınız” ölçüsü içerisinde veya “Allah isterse bu dine kâfir eliyle de hizmet ettirir” ölçüsü içerisinde, senden çıkması gereken fikir ve ruha vesile belki de orasıdır diye düşündüğünde gelişen hadiseleri de bu hedefe doğru değerlendirdiğinde; yine bir muhtevaya ihtiyacın var. Nereden bakarsan bak, hani “hadiseler Türkiye’yi İslam dünyasının liderliğine zorluyor” esprisi vardı ya; bizdeki dava. Evet, bugün hadiseler herkesi aynı noktaya zorluyor. “Bu noktanın ne olduğunu, önemli olan kim ifâde edecek? Bütünlüklü, sistem çapında bunu kim söyleyecek?” Türkiye’den beklenen de budur zaten! Şimdi, Batı karşısında Rusya bir hamle yapmış ve geçen Şubat ayından beri bu hamlesinin sürdürülebilir olduğunu, bu hamlesinin devam ettirebileceğini, ekonomik, siyasi, askeri, toplumsal kaynakları içerisinde dünyaya gösteriyor. Ve Batı karşısında bir ittifak cephesi kurulmaya çalışılıyor. Bunu bütün dünya seyrediyor. Rusya’nın Türkiye’yi nasıl bir imaj içerisinde partner olarak, müttefik olarak gördüğünü, ona karşı nasıl eşit bir diplomasi içerisinde davrandığını bütün dünya görüyor. Şimdi böyle bir ittifak içerisinde, bu tarafın koyduğu böyle bir şey var. İşte Rusya’nın gücü meydanda. Peki senin ne koyman lazım?

Başından beri konuştuğumuz mevzudur bu: Bizden beklenen, Türkiye’den beklenen husus; ruhunu kaybeden Batı karşısında, muhtevasını kaybeden Batı karşısında direnen bu cepheye, sadece mekânda bir direnişten işi çıkarıp, “mekânda ruhun da tecelli” edeceği” bir anlayış, bir ideoloji bekleniyor. Herkesi işin içine alacak, herkesi kuşatacak. Siz buna ne diyeceksiniz; işte “yeni bir uluslararası sistem”, işte “yeni bir ekonomik sistem”, “yeni bir ahlâkî sistem”… Bugün dikkat edin, şimdi savaşla ne alakası var: Orada Macaristan, Rusya işte aile üzerinden tartışmalara giriyorlar değil mi? “Bizim aile, erkek ve kadından oluşur, diğeri sapıklıktır!” Şimdi, Ukrayna meclisi de LGBT’ye bilmem neye falân izin verici şekilde “İstanbul Sözleşmesi”ni meclisten geçiriyor. Şimdi şöyle bakmak lazım, o zaman bunlar oluyorsa ve bu LGBT mevzusu üzerinde özellikle Batı’nın ayırdığı, harcadığı kaynakları da düşünürsek eğer; savaşın bilerek veya bilmeyerek, ister bilsin, ister bilmesin savaşa katılanlar- savaşın aslında sebebine dair bir fikir de elde ediyoruz.

AdımlarTV: Yürüdüğü gerçek, asıl alan belki…

Tabi!.. Bu bir ahlak savaşıdır!.. Zaten “bizim coğrafya” dediğin zaman, yani “vatan”, “millet” bu kavramlar üzerinden gittiğimizde de İBDA teorisinde yerini nerede bulur; işte “Vatan dediğin fikrimin coğrafyası, fikir yoksa vatan ne; kuru toprak parçası!”… Bu işin teori kısmıdır. Dolayısıyla bizim için “devlet”, “vatan” kavramları fikrimizin temsil edildiği yerdir. Bu mânâda da diğer jeopolitik anlayışlardan farklı olarak, bizim fikrimiz Amerika’da da temsil edilse bizim jeopolitik anlayışımız içerisindedir. Yani “jeopolitik” coğrafyaya bağlı bir anlayış ya, bu coğrafyaya bağlı olmasının sebebi, diğer coğrafyalara götürecek bir ruhun olmamasından kaynaklanıyor. Tarihte -diyelim ki Rusya jeopolitiği-, tarihte hangi sınırlara gelmiş? Şu sınırlara. Şimdi bugün onun jeopolitik anlayışı tekrar o sınırlara ulaşmak. O sınırlara ulaştığın zaman, oradan ötesi yok zaten. Çünkü oradan öteye geçecek meşruiyetin yok. Ama İslâm temelli bir jeopolitik anlayış öyle değil! “Allah yeryüzünü Müslümanlara mescit kıldı.” Dolayısıyla mescit kıldığına göre, bizim namaz kıldığımız her yer bizim vatanımızdır, hâliyle de bizim için jeopolitik anlayış dünyanın bir ucundan, öbür ucuna kadar bütün coğrafyada İslâm’ın hâkimiyetidir. Hâliyle de bizim devlet anlayışımız -tekrar ona dönersek-, devlet anlayışımız bir “Misak-ı Millî” denilen belli kilometrelere sığdırılamaz. Hâ, bu mânâda; “işte misak-ı millî oldu, şöyle oldu, işte bilmem ne” demiyorum, kötülemiyorum. O bir “nefes alma dönemi”ydi.

AdımlarTV: “Yurtta sulh, cihanda sulh” gibi…

O bir nefes alma dönemiydi, geçiş dönemiydi. Bugün zaten hadiseler artık o anlayışta kalamayacağını sana dayatıyor. Bizim konuştuğumuz mevzu da o: Bu anlayışta kalamayacaksak eğer, bizi hamle yapmaya zorluyorsa hadiseler, biz bu hamleyi hangi hedef, hangi ideal uğruna yapacağız?!. İfâde edilsin, edilmesin, tartışmanın ana ekseni budur! Bütün dünyada budur! Bu açıdan bakıldığında şu söylenebilir; bir tarafta ruhunu kaybetmiş Batı saldırganlığı söz konusu, bir tarafta da ruhunu arayan Doğu direnişi söz konusu. Ve bizim iddiamız; bütün Doğu’yu temsilen bu ruh, tabii ki Türkiye’den çıkmalı. Çünkü, Türkiye’nin misyonu bu. Türkiye’nin varoluş sebebi bu! Yoksa Türkiye’nin gücü, işte nükleer güçleri, atom bombası filân değil. Nükleer ve bütün atom bombalardan daha etkili, mânâda daha etkili güç, stratejik güç Türkiye’nin budur. Bu mânâda da Türkiye’deki siyaset yapıcıların, entelektüellerin buna yoğunlaşması lazım… “Böyle bir çaba var mı?” Veya “ümitvâr olacağımız bir çıkış var mı?” Hâ bu soruya da yani çok da umut verici bir cevap da veremeyeceğim; hangi kesime bakarsanız bakın fikir adına bir kısırlık, bir keleşlik görüyoruz. Yani günlük siyasetin içerisinde herkes bir taraflara savrulmuş, bir taraflardan tutmaya çalışıyor.

Halbuki bizim için siyaset neydi? Bizim siyaset anlayışımızın diğer anlayışlardan farklılığı da budur: Biz “olgular” üzerinden siyaset yapmıyoruz, biz “olan”ı “olması gereken”e göre değerlendiren, “olan”la “olması gereken” arasındaki bir dengede siyaset yapıyoruz. “Olması gereken” neydi? “İstikbal İslâmındır!” Hüküm bu… Dolayısıyla biz olan bütün hadiseleri oraya doğru değerlendiriyoruz; bir nevi irademizi, hadiselerin oraya doğru sevk ve idaresi için kullanıyoruz. Yani biz katılımcıyız ya, siyasette “aktör” olmaya çalışıyoruz ya!  “İrade” mevzusundan bahsediyorum… Dolayısıyla da “olan”ın üzerinden sadece bir değerlendirme, başka stratejilerin kurbanı olduğunuz mânâsına gelir. Ve orada iki şey kalır; bir taraf ruhunu kaybetmiş dedik, bir taraf ruhunu arıyor dedik; her iki tarafta “olan” üzerinden hareket ettiğine göre, siz de “olan” üzerinden sadece tavır belirlemeye kalktığınızda, iki taraftan birinin yemi olursunuz, iki taraftan bir yere yem olursunuz. Hâliyle de bugün “Türkiye Yüzyılı” diye ifâde edilen şeyden söylenmesi gereken, ifâde edilmesi gereken şey yeni bir siyaset anlayışıdır… Yani bütün dünyada, bütün ideolojiler içerisinde siyasetin iflâs ettiği böyle bir dönemde, “Türkiye Yüzyılı” demek -biz onu “İBDA Yüzyılı” diye okuyalım-, İBDA Yüzyılı demek, yeni bir siyaset anlayışı demek… Siyasetin, olgunun bir ideale bağlanması, bir fikre bağlanması ve o hedefler doğrultusunda eşya ve hadisenin semerelendirilmesi, mânâlandırılması, eşya ve hadise karşısında tavır alınması.

AdımlarTV: Bu hükümet açısından, son 20 yıllık tecrübesinden sonra, hadiseye bu şekilde bakması kolay mı? Hükümetin böyle bir vizyona sahip olmasıyla, karar vermesiyle eş zamanlı olarak yapması gerekenler nelerdir?

Demin başta söyledim; ihtiyaç olarak bir şey dayattığı zaman sen de söylersin o da söyler, mesele muhtevadır. Çünkü ihtiyaç olarak dayatıyor bu. Şimdi bir kere, ilk önce bunu görmek lazım: Bu bir ihtiyaç zaten!.. Dolayısıyla sen bu ihtiyacı gidermekten kaçamıyorsun.

Yani şöyle düşün; oturuyoruz burada, karnımız acıyor… Oturuyoruz, devam ediyoruz oturmaya, karnımızın açlığı devam ediyor… Sonra birimizin midesi guruldamaya başlıyor, sonra diğerinin midesi gurulduyor… İşte sigara, çay falan içiyorsun, açlık daha da azıyor, değil mi?.. “Midem ezildi” diyorsun filan… Şimdi bu hepimizin ihtiyacı. Problem şurada başlıyor: Birisi kalkıyor solucan yemeye gidiyor, öbürü kalkıyor et yemeye gidiyor!.. Anlatabildim mi?!. Yediğin yemekte yani… “İhtiyaç” tamam, şimdi ne yiyeceksin?!. Bu ihtiyacı ne ile gidereceksin?!.

Şimdi böyle bakıldığında, biz daha önceki sohbetlerimizde, konuşmalarımızda da söylemiştik. Evet karşımızda sabıkalı bir siyasi kadro var, geçmişi itibariyle. Ne var geçmişinde bu kadronun? Bir “Irak” var, bir “Libya” var, “Suriye” var. Ve iç politikada şu ân saymaya gerek duymadığım “yolsuzluk”la, bilmem neyle ilgili bir sürü mevzular var. Şimdi, bu vizyonu ortaya koyan bir insanın sadece “artık hepimiz barışalım!”

AdımlarTV: Söylem siyaseti…

“Kucaklaşalım!” demesi kâfi değil, inandırıcı olmaz. Hatta şöyle olur; “sen yine önceki gibi davranıyorsun”a gelir iş. Yani o sabıkana, sabıka katlanır.

Burada bizim söylediğimiz; bu ihtiyacın tespiti üzerinden devam edilmeli! Ama bu ihtiyacı doğru olarak, ideolojik olarak bir dünya görüşü çerçevesinde hangi kadrolar karşılayacak? Şu ân meselâ, karşımızda öyle bir kadro yok. “Türkiye’de yok” demek değil; karşımızda öyle bir kadro yok! Zaten bugün siyasetin en büyük handikapı bu! Yani şöyle düşünün: Bir çizgi var; bu çizgi hakikatiyle sürdürülmeli ama, kadrolar değişerek sürdürülmeli. Çünkü bu kadrolar bu çizgiyi sonuna kadar götüremeyecekler; sabıkaları buna müsait değil… Yani burada öyle bir şey ki, yani ne diyelim meselâ; sen şimdiye kadar bütün yolsuzluk dosyalarını açman lazım, hepsini neticelendirmen lazım. Adil bir hukuk sistemi içerisinde, tarafsız bir hukuk sistemi içerisinde, bunları gerçekleştirmen lazım. Bunları gerçekleştirdiğinde aleyhine verilecek bütün kararlara uyman lazım. Sağda solda, yurtdışında, neyin var neyin yok hepsini toparlaman lazım, bilgisini vermen lazım. Anlatabildim mi? Bunun üzerine bir toplumsal barış; yine bir ideal çerçevesinde! Demin söyledim, zaten bunu ortaya koymadıktan sonra sadece söylem üzerinden bir siyasî duruş inandırıcı olmaz, olamazda! Dolayısıyla da “bütün bunlar yapılabilir mi?”, “olabilir mi?”… Zor! Ne lazım o zaman? Çok pratik bir şey lazım, bir geçiş lazım. Hani “yahu, yapacaktık ama şu ân önümüzdeki işe bakalım” filân gibi.

Şimdi dünkü patlamaya, dünkü olaya gelebilirsiniz burada… Şimdi “dünkü olayı kim yaptı?”, “nasıl oldu?” filân. Bugün biz Türkiye olarak dış politikayla, iç politikanın en fazla iç içe girdiği bir dönemi yaşıyoruz. Yani “iç politika, dış politikanın gerilimiyle mi bu hâle geliyor?”, “iç politikanın gerilimiyle bu şekilde bir dış politika mı izleniyor?”… Bu tartışılır bir konu. Ama şu var; yani Türkiye’de bir şey oluyorsa, ilk önce Türkiye’nin yaşadığı gerilim hatlarına, gerilim faylarına bakmak lazım. Nerede daha çok gerilim yaşıyor, kiminle yaşıyor? Buna sağlıklı bir bakış açısı, birtakım şeyler hakkında da doğruya yakın fikirler verebilir bize. Halka karşı yapılmış bir saldırı; hedef gözetmeden, doğrudan doğruya! Şimdi ben kendi adıma az çok bu işlerde de bulunmuş birisi olarak, Türkiye’de doğrudan halka saldırabilecek yerli bir örgüt olduğuna inanmıyorum. Sağdan, soldan, Marksist, İslâmcı filan ne olursa olsun. Anlatabildim mi? Şimdi bu doğrudan doğruya halka yapılmış bir saldırı. Türkiye’nin İstanbul şehrinde, İstanbul’un en işlek yerinde ve doğrudan halka, hedef gözetmeksizin. Ya orada sen de olabilirdin, ben de olabilirdim, çocuklar da olabilir, muhalif kesimden insanlar olabilir, hükümet yanlısı insanlar olabilir, Türk olabilir, Kürt olabilir, Müslüman olabilir, gayrimüslim olabilir… Anlatabildim mi? Turist de olabilir, yerli olabilir… Yani tamamen böyle bir ortam içerisinde yapılmış bir eylem bu. Bunu kim yapar ve niye yapar, böyle bir şey niye yapılır? Türkiye’nin ekonomik şartlarını göz önüne alın, zaten harcamakta sorun çeken bir toplum söz konusu ve bu toplumu da bu şekilde sindirip harcama yapamaz bir hâle getirerek evlere kendiliğinden -aynı pandemide yapılan bir şey gibi- hapsetme gayesi güdülebilir bu eylemde. “Korkudan kimse dışarı çıkamasın, kimse çalışamasın, şu olmasın, bu olmasın.” Zaten sınıra gelmiş ekonomik krizi bir ânda daha da dibe vurdurabilir bu. Bu hedef olabilir. Şimdi bunu kim yapabilir o zaman? Demin dediğim gibi Türkiye’nin gerilim yaşadığı yerlere bakmak lazım. Nerede yaşıyor? Ukrayna‘da yaşıyor! Nerede yaşıyor? Yunanistan‘da yaşıyor! Nerede yaşıyor? İran‘da yaşıyor! Üçüncüden yukarı doğru gidelim; İran zaten şu an iç politik şeyleri itibariyle, gerilim devam etmekle birlikte -bu benim kendi kanaatim- böyle bir şeyi yapabileceğini düşünmüyorum ben. Ukrayna üzerinden gidelim: Ukrayna‘nın zaten Batı adına Rusya’da, Rusya ile ilişkilerinde ortaya koyduğu tavır ve o tavır karşısında Türkiye’nin aldığı pozisyon herhâlde onları hiç memnun etmiyor. Çünkü Amerika’dan Avrupa’ya kadar o “Batı Dünyası” içerisinde Neonazi Ukrayna rejiminin gördüğü itibar Türkiye’de söz konusu değil. Hatta, bilakis Türkiye’nin Rusya ile ilişkileri her geçen gün derinleşiyor ve Türkiye bundan kazançlı çıkıyor. Bu da, o, daha adı konulmamış “Rus – Türk ittifakı”nın bir gereği. Eğer ki bu ittifaka uygun herkes hareket tarzını devam ettirirse, bu ittifak devamlı olacak. Yani uzun soluklu olacak. Şimdi bundan tabiî ki Ukrayna ve Ukrayna üzerinden Batı ülkeleri; Rusya’ya ambargo uygulayan, Rusya ile orada gönderdikleri silahlarla savaşan, “biz savaşmıyoruz” deseler de NATO bundan memnun değil. Türkiye’de bir NATO Ülkesi. O zaman şu çıkar; yani “ben halka doğrudan halkına saldırarak, senin NATO’dan veya Batı’dan uzaklaşmana bir tepki veriyorum” olayı olabilir bu. Anlatabildim mi? Genel olarak, bunun içerisinde aparat kim kullanılmış olabilir? Yani demin söylediğim şeyi yine diyorum; ben, Türkiye’de halka doğrudan saldırabilecek bir örgüt olduğuna inanmıyorum. Bu çok ekstrem bir olay ve burada bir örgüt yok ama bir örgütün içerisinde bir klik kullanılmış olabilir. Bunun için de en uygunu, evet, Kürtçülük Hareketi. Yani Kürtçülük bunun için uygun. Yani bir “Suriye’deki Kürtçülük”le, efendim Türkiye kaynaklı Kürtçülük arasındaki farktan tutun da, kendi içlerindeki tartışmalara kadar bir sürü “klik” var.

Şöyle söyleyelim; bugün artık dünyada hiçbir şey tek değil, nasıl ki biz, bizim içimizde böyle. Bir sürü İBDA anlayışı var. Meselâ bir sürü işte “muhalefetin Türkiyesi” var, “iktidarın Türkiye”si var. Meselâ Donald Trump’ın temsil ettiği Amerika var, Biden’ın temsil ettiği Amerika var; işte Almanya’nın olduğu bir Avrupa var, İtalya’nın olduğu bir Avrupa var. Hiçbir yer, hiçbir kurum, hiçbir örgüt, hiçbir devlet yekpare değil, tek değil. Bu açıdan baktığında bir klik üzerinden, bir kliğin aparat olarak, taşeron olarak kullanılarak yaptırılması söz konusu. Peki bu aparatı, bu kliği hangi aparat kullanmıştır? Yani ben şimdi şöyle bir kolaycılık yapıp “yahu bunu Amerika yapmıştır!” diyebilirim aslında. Ama dikkat ediyorsanız demiyorum onu. Fakat şunu da biliyorum; dediğim herşey oraya çıkacak! Şimdi, Ukrayna üzerinden bir şey yapıldıysa da bu oraya çıkar.

Bu kliği, bahsettiğim “kliği kullanan klik” diyelim, Avrupa içerisindeki klik kimdir? Bu da en yakın şeyine bakacağız; ayın sekizinde, bu ayın sekizinde (8 Kasım 2022 -AdımlarTv), Yunan Parlamentosu’nda karasularının 12 mile çıkarılması ile ilgili bir oylama yapılacaktı ve bu kabul edilecekti. Ama sekizinde bu yapılmadı ve Yunanistan “tamam, biz bugün yapmıyoruz” dedi. Peki niye “yapmıyoruz” dedi bunu?.. Bunun yapmıyoruz demesinin sebebi; Türkiye’nin alt bürokrat içerisinde yaptığı görüşmeler neticesinde, Yunanistan’a “sen bunu yaparsan, bu, Türkiye için tartışmasız bir savaş sebebidir! Bunu yaptığın ân, bunun karşılığını da göreceksin!”

Adımlar Tv: Açık bir şekilde söylendi.

Açık bir şekilde bunun söylendiğini düşünüyorum ben kendi adıma. Ki böyle olması lazım… Şimdi, bu şahsiyetli duruş -tırnak içinde söylemiyorum; bu bir şahsiyetli duruştur!- karşısında da panikleyen bir Yunanistan ve ne yapacağını bilmeyen bir Yunanistan var. Ki bunu, bu görüşmeler ayın sekizinden önce yapılması gerekir. Bu görüşmeler illâki orada Amerika, Rusya ve İngiltere’nin gözlemcilerinin nezaretinde yapılmıştır; onlar da biliyorlar mevzuyu. Ve bu görüşmelere gidilmeden önce -Ukrayna’ya dönelim- Rusya ile Türkiye arasındaki müttefiklik ilişkisini düşünürsek şu ân, Türkiye de bu “müttefiklik ilişkisi”nden aldığı güçle oturdu oraya. Yani Yunanistan, Dedeağaç’taki Amerikan üslerinin gücüyle geçen yüzyılın başındakine benzer bir şımarıklık içerisindeyken, bizim bu tarafta fiilî olarak bir savaş içerisinde kurulmuş bir ittifakın gücüyle -kendi gücünden ekstra bir güçle- bu diplomatik sürece katılıyor. Dolayısıyla da burada, bu tarafın nasıl ki böyle bir şahsiyetli duruş içerisinde sekizinde bunu kabul ettirmemesi, onu yaptırmamaları. Ki bununla ilgili ben şey yaptım aslında, siz de iyi takip edebilirsiniz; Yunan basınındaki çıkan yazılar, gelişmeler falan var orada. Bir generalin yazdığı yazı var meselâ. Diğer şeylerinin işte “Türkiye’den artık korkmamalı Yunanistan!”, “Türkiye’nin tehditlerine boyun eğmemeli, egemenliğini muhafaza etmeli!”. Burada var, kayıtlı bende. Ve sekizinde bunu yapamayan Yunanistan, kendisini şımartan güçlerin göz kırpmasıyla böyle bir işin içerisine de girmiş olabilir. En güçlü ihtimal de bu. Şimdi bunu, yapılan açıklamalara bakarak söylemiyorum. Ben zaten dün arkadaşlarla konuşurken -hepsi biliyorlar-, aynı şekilde değerlendirdim. Bugün gelen açıklamalara baktığımız zamanda da bu değerlendirmemizin doğru olduğunu görüyorum. Çünkü verilen mesajlar; İçişleri Bakanı’nın “Amerikan taziyesini kabul etmiyoruz”, “Yunanistan’a kaçacaklardı” filân demesi. Belli ki bugün İstihbarat Teşkilatı veya Hükümet saldırının kaynağını o tarafta arıyor, o tarafta görüyor. O tarafta gördüğüne göre, karşılıklı verilen mesajlar da yerine ulaşıyor demektir. Hâliyle de bundan sonraki süreçte farklı gelişmeler, yani “misliyle mukabele” prensibine uygun farklı gelişmeler de bekleyebiliriz. Yani Türkiye’nin artık bu aşamadan sonra, belli bir noktada durması mümkün değil!

Adımlar Tv: “Türkiye Yüzyılı” gibi iddialı bir kavramı ortaya attığınızda…

Oraya bağlarsak mevzuyu; “Türkiye Yüzyılı” kavramı da, öyle hani “biz bir Togg yaptık”, “onu yaptık” filânla doldurulamaz içi. “Türkiye Yüzyılı” kavramı; Türk ve İslâm düşmanı bütün unsurların önüne set çekilmesiyle bu vizyon birinci aşamasında harekete geçer, pratiğe geçer! Dolayısıyla da buradan kaçış yok.

Dönersek tekrar buraya; “bizim Türk’ün, Müslüman’ın devleti var mı, yok mu?” problemine, burada şuna gireceğiz: Bizim “esas düşmanımız” Ermenistan olamaz, Kürtçülük de olamaz, Yunanistan da olamaz! Bizim böyle bir geleneğimiz yok… Her zaman, tarih boyunca, eğer ki oyunu büyük oynamak istiyorsak. Ki, Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun tabiriyle; “tarihte bu millet, büyük oynamak isteyenlerle, büyük oynamıştır”! O “büyükler”le oynamıştır! Yani küçükleri “esas düşman” kabul ederek büyük hamleler yapmamıştır! Anlatabildim mi? Yaptığı bütün hamleler esas düşman olarak kabul ettiği en büyüğe karşı yapılan hamlelerdir. Dolayısıyla bugüne geldiğimizde Türkiye’yi buna zorlayan şartlar söz konusu artık!

Ve bu noktada deminki sorunuza verdiğim cevaba ilaveten söyleyeyim; “bu hükümet, bunu başarabilir mi?”… Bir kere bu hükümet neyi temsil ediyor? Şimdi biz yeni bir bin yıla geçtik, bu bin yılın ilk yüz yılını yaşıyoruz… Konuştuğumuz her şey, her şey: Rusya Savaşı, o savaş, uluslararası ilişkiler, falan filan… “Yeni Yüzyıl nasıl olacak, nasıl şekillenecek?” Biz bunu konuşuyoruz!.. Peki, bu hükümet yeni yüzyıla ait bir hükümet mi, eski yüzyılın hükümeti mi? Şimdi kendisine yeni yüzyıla doğru atarken ayaklarına dolaşmış eski yüzyıla dair sorunlar var… Anlatabildim mi? Dolayısıyla elini uzatıp o tarafa geçemezken, bu tarafta da vücudunun bir tarafı kalıyor -bunu bir imaj oluşsun diye söylüyorum-. Hâliyle de siz, burada, “karar verici olan” bizzat kendinizsiniz… Yani siz nereye?.. Araftan kurtulmak için, demin söyledim hemen pratik; yeni bir kadro! Yeni bir anlayışın, ruhun şekillendirdiği bir kadro! Bu kadro varsa, tamam. Yoksa? Bugünkü sistem buna müsait; dışarıdan bulacaksın. Kendi hatalarını da tadil ederek… En sonda da bir “geçiş dönemi” olacak… Zaten “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” bir geçiş dönemiydi. Şimdi böyle pratik olarak bunu nasıl geçireceğini filân anlatırım da, şu an şartlar buna müsait değil!.. Daha sonra konuşuruz, geçişin nasıl sağlanacağını!.. O kadar zor değil yani geçişin nasıl sağlanacağı! Yani orada “siyaseti taşıyıcı sınıf”ın kim olacağı ilk önce belirlenmeli. Belirlendikten sonra da “hangi muhtevayı temsil ediyor bunlar?”, “hangi ideali temsil ediyorlar?”… Çünkü siyasetin yürütücüsü ve taşıyıcısı olan sınıf; tepeden aşağı toplumu da, toplum karakterini de inşâ edecek olan sınıftır. “Alttan yukarı” gelirken bu sınıf, “yukarıdan aşağıya” doğru da bu tarafı inşâ etmesi gerekir. Anlatabildim mi? Yani bu da, bizim siyaset teorimizin en önemli kısmıdır. Yani, “Yüceler Kurultayı” yeni bir iktidar alanı içerisinde aşağıdan yukarı doğru çıkarken, yukarı çıktığı ânda da, aşağıya doğru ideolojiyi modalaştırır… Dolayısıyla da, burada bu hükümet bizim açımızdan, Putin hükümeti gibi değil. Yani o “Yeni Yüzyıl”a daha iyi hazırlanmış bir hükümet. Şimdi bizim hükümetimiz ise; bir nevi hadiselere yakalandı.

Adımlar Tv: Sürüklenerek…

Tabiî, yakalandı… Dolayısıyla da bizim hükümetimizin bundan sonraki şeyi biraz kendilerine kalmış, biraz hadiselerin akışına kalmış. Yani kaderini hadiselerin akışı belirleyecek ama, illâki artık sahtekarlığa, yalancılığa, böyle “iki arada bir derede kıvırmaya” filân yer yok artık! O dönem bitti, bunu çok rahat söyleyebiliriz… Böyle yapmayarak ileriye doğru adım atmanın yolu da, en başta konuştuğumuz gibi kaybettiğimiz ideale yeniden sahip olmak!

“Türkiye Yüzyılı” kalıbı – klişesi ancak böyle doldurulabilir! Yine bu mevzuyla ilgili o, demin gösterdim sana ben, “Başyücelik  Devleti”nde ilgili bir kısım var. O kısmı, konuşmanın sonuna koyabilirsiniz.

Sayın Ali Osman ZOR’un, röportajımızın sonunda paylaşmamızı istediği; İBDA Mimarı merhum Kumandan Salih MİRZABEYOĞLU’nun BAŞYÜCELİK DEVLETİ adlı eserinden ilgili bölüm:

“Ve Büyük Doğu Mimarı’nın “İdeal” başlığı altında çerçevelediği biz… Düne kadar bir idealimiz vardı. İdeallerin ideali… Ölümsüzlük idealiydi bu… Dünyayı ve öteleri fethetme ideali… Bu ideal, Osmanlı devleti plânında 14. asrın başından 16. asrın ortalarına kadar ikibuçuk asır, olanca revnak ve haşmetiyle devam etti. Bu çığır içinde ve bu ideal yüzü suyu hürmetine, üç kıtayı Tevhid kıskacıyla bitiştirdik ve İslâm damgasıyla mühürledik. O devrin, nakil ve iaşe vasıtaları gibi dar ve kıt teknik imkânlarına pes dedirtecek şekilde de, medeni dünyanın ancak 19. ve 20. asırlarda toplayıp yürütebildiği büyük ordulara vücut ve hareket verdik. Bu ordular, evvelki ve sonraki orduların saçkıran gibi en kıymetli eserleri yerlebir etmesine karşılık, geçtiği yollara, ardından nakış nakış bir halı serercesine kal’alar, hanlar, kervansaraylar, camiler, medreseler ferşederek yol aldı. Öz vatanını işgal altında tutan -bugünkü T.C. gibi- sürüler değil, o vatanın maddî ve manevî işgal ve istilâ hakkını temsil eden ulvî kuvvet manzumeleriydi bunlar… Bizi dünya fatihliğine erdiren ideal 17. ve 18. asırlar boyunca gölgelendikçe gölgelendi: Aşk ve şevkini kaybetti. Bu hâl ile beraber bozgun çığırımız açıldı, aşk ateşi kabuk bağladı ve meydan mukaddes ölçülerin kabuk tekerlemecilerine kaldı. Ve ordu, dışarıda düşmana mağlup, içerideyse milletine galip bir şekavet ocağına döndü… Tanzimat hâmlesi, Batı’nın madde dünyası üzerindeki nakışlarını, bu nakışları vücuda getiren ruhtan ve onun oluş seyrinden habersiz olarak dışından kopya etmeyi ideal zannedici sığların sığı bir hareketti; ve dünyalar arası hiçbir muhasebe ve murakabeye girişemediği için, ideal getirici olmak şöyle dursun, ideal götürücü, mevcut ve pörsük ideali büsbütün kaybettirici oldu… Bizde ideal ihtiyacının ilk sezildiği ve onsuz hiçbir şey yapılamayacağı anlayışına varılır gibi olduğu ân, ittihat ve Terakki hengâmesi… İttihat ve Terakki komitecilerinin Türkçülük mefkuresi, topyekûn varlığımızı borçlu olduğumuz İslâm idealiyle bir değiş-tokuş unsuru olarak, sırf onun yerini almak için getirilmiş; ve milliyetçiliğin özü ruhî muhtevada aranmak ve dine dayalı olmak gerekirken, başta fikirlerini devşirdikleri Dürkaym bulunmak üzere bütün Batı mütefekkirlerine zıt yoldan ve tersine yürütülmüştür… Böylece, hem ustasının fikirlerini tahrib etmesi bakımından ilmî, hem de zahirde saygılı göründüğü İslâmiyet’e hakikatte düşmanlığı bakımından dinî, iki büyük suç sahibi Ziya Gökalp milliyetçiliği, esasen bir ideoloji olmayıp bir psikolojiden ibaret bulunan ırkçılığın hiçbir zaman engin bir ideal ufku açamayacak dar ve inkisarcı akameti bir tarafa, çocuk oyuncağı bir fantazyayı aşamamış ve eski “Mehmed”ler, “Ali”ler, “Osman”lar yerine “Alp”li, “Tekin”li, “Mete”li birtakım çeyrek aydınlara İslâm nefretini aşılamaktan başka bir şeye yaramamıştır. Yani kavmiyetçilik (milliyet, ruh birliği keyfiyetine ait İslâmî bir mefhumdur ve posacıların cevhere bağlı bu kelimeyi kullanmaya hakkı yoktur) kendi başına bir ideal olamazken, İttihat ve Terakki Türkçülüğü, asıl kurtarılması gereken idealler idealinin batırıcısı olmuştur.

Derken Milli Kurtuluş hareketi ve Cumhuriyet… Milletimizin idealler idealinden kalıntı hâlindeki İslâmî ruhla şahlanışı sayesinde mekân (madde) plânında kurtarılıp, zaman (ruh) plânında o idealden büsbütün koparılışı… Hattâ bazı devrelerde -İkinci Dünya Savaşı ve sonrası- maddede kurtarılmış bir milletin ruhta tam bir katliâma uğratılması ve batırılması…

Cumhuriyet ne getirmiştir?..

İdare şekli: Bu bir ideal değil, “manüel-basit bilgilerin el kitabı” seviyesinde kuru bir çerçevedir ve her şey onun içindeki mânâya bağlıdır.

Muasır Medeniyet seviyesine erişme davası: Bu, gerçek ve eksiksiz bir dünya görüşünün hedefi olunca bir idealdir, yoksa dıştan kopya işi kaldıkça basit bir heves…

İnkılâplar: Hiçbiri ruha sindirilememiş ve süpürüp attığı şeylerin yerini tutamamıştır.

Demokrasi: Bizdeki şekliyle, maddî ve manevî bütün otoritelerin pabucunu dama atmış olarak, en kanlı istibdatlardan beter bir başıboşluk felâketi…

Netice şudur ki:

Bunca tarihî çile ve maceradan sonra idealsizlik, son devirde büsbütün üzerimize çökmüş; siyasî, idarî, içtimaî, iktisadî, ahlâkî, inzibatî, harsî ve ruhî bütün iflâslarımızın, kökleri derinlerde tek müessiri olmuş ve bugünkü manzarayı doğurmuştur… Efendiler! Bu manevî ana-baba gününde artık şu hakikati kafalara dank diye çarpmanın zamanı gelmiştir:

— “İnkılâplarınızın hiçbiri, bir dünya görüşü, ideoloji, dolayısıyla ideal mahiyetinde değildir. Öyleyse, balığın su ihtiyacı gibi hayatî eksiğinizi kabul edin de, ondan sonra bizim için millî idealin ne olabileceğini konuşalım!” (Başyücelik Devleti -Yeni Dünya Düzeni-… Salih MİRZABEYOĞLU… İBDA Yayınları… 1995… Shf: 93-96)

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: