BÜYÜK MARAŞ DEPREMLERİ VE ENKAZDAN ÇIKANLAR

ADIMLAR Fikir, Kültür, Siyaset Platformu Genel Başkanı sayın Ali Osman ZOR ile, yaşanan Maraş merkezli büyük âfet vesilesiyle 28 Şubat 2023 tarihinde gerçekleştirdiğimiz röportajın görüntülü kaydı ve yazılı metnini alakalarınıza sunuyoruz.

AdımlarTV

AdımlarTV: Maraş merkezli 10 ilde deprem oldu… Aynı gün, iki şiddetli deprem… Hattâ bazı uzmanlar ikinci depremle beraber 5.000 yılda bir gerçekleşecek deprem olduğunu hayretle beyan ettiler. Beklediğiniz bir hadise miydi?.. Böyle başlayalım isterseniz…

Ali Osman ZOR: İlk önce depremde hayatını kaybeden, şehid olan tüm Müslümanlara Allah rahmet eylesin. Milletimizin de başı sağ olsun… Tabi, depremi bizim bekleyip beklememizin bir önemi yok; işin uzmanları zaten o bölgede bir deprem olacağını -aynı İstanbul gibi- ve Türkiye’nin aslında bir deprem bölgesi olduğunu yıllardan beri söylüyorlar. Şimdi burada hatırlanması gereken husus bence şu: Sosyal hadiseleri siyasî bir karaktere dönüştüren, ona yanaşan insan şuurudur. Yani “her siyasî hadise sosyal bir hadise iken, her sosyal hadise siyasî bir hadise değildir”. Ona yanaşan insan şuuru o sosyal hadiseyi siyasî kılar. Deprem etrafında işte “siyaset yapmayalım”, işte “şurada siyaset yapmayalım”, “buraya siyaseti sokmayalım” diye siyaset yapanların anlaması gereken bir husus bence bu.

Türkiye’de, belki dünyanın hiçbir yerinde olmadığı kadar -aslında sırf deprem değil- her sosyal hadise, meselâ bir sel oluyor, bir yangın oluyor; bunun etrafında hemen siyasî söylemler başlıyor. Bunun tabiî ki bir sebebi var. Durup dururken insanlar ortaya çıkan afetten dolayı birilerini suçlayıp, sorumluluğu birilerini üstlenmesi gerektiğini söylüyor değiller. Dikkat edilmesi gereken husus, epey bir zamandır -bunun tarihi olarak neyi verebiliriz? 10 yıl diyebiliriz, 15 yıl diyebiliriz, aslında son 20 yılı veya daha ileri gittiğimiz zaman Özal devrinden bugüne kadar- bizim toplumumuz bir gerilim hâlinde… Bir gerginlik yaşıyor… Bugün geldiğimiz nokta itibarıyla toplumdaki fay hatlarının son haddiyle gerildiğini görüyoruz!..

Şimdi bilinen-bilinmeyen, inanılan-inanılmayan veya zaman zaman da düşman olunan birtakım sebeplere bağlı olarak her türlü değerlendirmeye, şu değerlendirmeyi de ekleyebiliriz: Toplumdaki bu gerilim, bu gerginlik içtimâî fay hatlarının kırılmasından önce coğrafyadaki fay hatlarının kırılmasıyla kendisini gösterdi.

Yani bunun sebep olduğu, bunun sebep olabileceği şekilde toplumsal fay hatlarının kırılması mümkün olabilir mi? Aynı demin söylediğin “5.000 yılda bir olan bir deprem” nasıl beklenmiyorsa, beklenmeyen bir yerden ikinci bir deprem olduysa, bu toplumun fay hatlarının da beklenmeyen bir yerden kırılıp, toplumun yaşadığı gerilimi de boşaltabileceğini söyleyebiliriz.

Dolayısıyla da “neden sosyal hadiseler bu kadar siyasallaştırılıyor? Neden bu kadar siyaset dairesi içerisinde konuşuluyor?” sorusunun cevabını da burada aramak lâzım… Burada son 20 yılda çok hızlı bir şekilde toplum, hem ideâlden uzaklaşma mânâsına hem de ne yapacağını bilememe mânâsına yaşadığı sıkıntılar çerçevesinde oldukça gerildi. Şimdi böyle bir hadise, böyle bir sosyal hadise, aslında siyasî olarak bu fay hatlarının -toplumun üzerinde bulunduğu fay hatlarının- kırılmasına da sebep olabilir. Dikkat edilmesi gereken husus bu bence. Çünkü böyle bir afet, işte bugüne kadar pek kaydedilmemiş bir afet bu; bu afetin neticesinden bir takım başlangıçlar oluşabilir, çıkabilir. Çünkü şu ân bu afete doğrudan maruz kalanlar ve onların etkilediği nüfus olarak hesapladığımızda, aslında Türkiye’nin tamamı buna maruz kalmış durumda. Dolayısıyla 5 Şubat’a kadar olan hayatlarını, 6 Şubat’tan sonra devam ettiremezler. O alışkanlıklarla devam etmeyecek bu hayat. Haliyle de enkaz çalışmaları içerisinde enkaz kaldırılırken, yeni bir şey de ortaya çıkabilir enkazın altından, yeni bir hayat tarzı da ortaya çıkabilir. Tartışılacak şey bu. Buradan iktidar veya muhalefet veya komple sistem alması gereken payı almalı.

Ama şunu ifade etmekte fayda var. Yaşadığımız sosyal hadiselerin siyasî bir perspektif içerisinde değerlendirilmesinde bugünkü iktidarın oldukça fazla payı var; uygulamalarıyla, söylemiyle… Özellikle söylemiyle oldukça pay sahibi. Şimdi herkes konuşuyor, işte oradaki 15 milyon insan. Böyle bir şeye maruz kalmışlar ve kendisini atacağı şefkatli kolların -yani devletin!- orada hadisenin ilk ânında olmadığını ifade ediyor. Şimdi oradaki adamın bu feryadı, malını, mülkünü, canını kaybetmiş bu insanın bu feryadı Ankara’dan “devlet düşmanlığı” olarak algılanıyor. Zaten bu afetle iyice sistemle bağları kopmuş bir toplumun, bu söylemle bağları iyice koparılıyor, iyice iteleniyor.

Dolayısıyla buradan ne çıkar? Buradan tabiî ki beklenmeyen şeyler çıkar. Bunun yansımaları da olacak. Dolayısıyla da önümüzdeki günler, yani depremin birinci aşaması diyebileceğimiz şehidlerimizi defnettiğimiz birinci aşama tamamlandıktan sonra bir nevi artık mağdurların, mazlumların etkileneceği ikinci bir aşamaya girdi Türkiye. Dolayısıyla da bu aşama nelere gebe? Bu aşamada kim nasıl pozisyon alacak, kim nasıl tavır alacak? Bunu hep beraber yaşayıp göreceğiz.

AdımlarTV: Yaşanan depremle ilgili en büyük eleştirilerin başında ilk 3 gün müdahale edilmemesi geliyor iktidar tarafına. Bununla ilgili Adıyaman’da Erdoğan “ilk birkaç gün arzu ettiğimiz etkinlikte çalışmayı yürütemedik” diyerek helâllik istedi...

Demin altını çizdim: Bir sürü tahlil var, analiz var, bizim söylediklerimiz de bunlar içerisinde yerini alacak. Burada altını çizdiğim üzere, yani biz biraz daha bilinmeyen, görünmek istenmeyen, hatta inanılmayan ve inanılmadığı gibi zaman zaman da düşman olunan bir keyfiyete yer vererek birtakım tahliller yapmaya çalışıyoruz. Buradan bakıldığında depremin barındırdığı mânâ oldukça zengin, yani bu afetin barındırdığı mânâ oldukça zengin. İlk etapta garip gelebilir ama, yine şeye döneceğim ben… Yani o alınan tedbirler orayı unutmayalım, oraya geleceğiz…

Toplumda yaşanan gerilimden bahsettim… Tek tek insanların ne kadar gergin olduklarından. İnanılan sistemle yaşanılan sistem arasında yaşanan bir gerginlik bu. Yani bunu her açıdan görebilirsiniz: Ekonomik olarak, sosyal politikalarda, siyasette, ahlâkta, uluslararası ilişkilerde, iç politikada her yerde görebilirsin. Bir türlü yerli yerine oturamayan bir pratik var. Ve bu oturamayan pratik de, “idare eden” ve “idare edilen” arasında bir gerginliğe sebebiyet veriyordu. Zaten bu yaşanan gerginliğin şiddeti fazla olduğundan dolayı deprem siyasallaştı. Hemen arkasından deprem bölgesinden yükselen çığlıklar, yani yardım noktasında, devletin müdahalesi noktasında gösterilen zafiyetlere binaen yükselen çığlık ve oraya niye yardım edilmediğine dair yapılan spekülasyonları topladığında, bunların ortalamasını aldığımızda, karşımıza farklı bir durum çıkıyor. Mesela “ordunun neden müdahale etmediği?”

“ORDU NİÇİN YOKTU?” SORUSU, KESİNLİKLE CEVAPLANDIRILMASI GEREKEN BİR SORU

AdımlarTV: Bu, temel eleştirilerden biri

Temel eleştiri bu!.. İşte ne deniliyor: “17 Ağustos depreminde 30 dakika sonra ordu enkazın başındaydı. Burada niye yok?”

Şimdi bir kere ordu nedir? Yani ideâl anlamda değil, fiziksel anlamda “ordu nedir?”. Ordu zaten kelime olarak da “devlet” demektir. Anlatabildim mi? Ordu, organizasyon mânâsına bir devleti düşündüğümüzde; nasıl bir organizasyon varsa o sivil mânâda bir devlette, aynısı orduda da mevcuttur. Zaten, ordunun görevi nedir?.. Koruma ve kollama… Koruma ve kollama görevi içerisinde sınırları muhafaza etmek olduğu gibi, bu şekil tecellî eden büyük afetlerde, milletleri bu şekilde etkileyen büyük afetlerde de müdahale etme görevi vardır.

AdımlarTV: Dünyada çok örneği var.

Tabiî!.. Dünyada bunun her tarafta örneğini görebilirsiniz. Meselâ Amerika’da işte meşhur fırtınalar filan oluyor. O yıkıcı özelliğine göre baktığınızda hemen “Ulusal Muhafızlar”ı sokaklarda görebiliyorsunuz. Ve bu Ulusal Muhafızlar’ın görevi sadece orada bir güvenliği sağlama filan değil; Ulusal Muhafızlar’ın orada yaptığı iş, o kaotik ortamda organizasyonu sağlamak aslında. Yani yardım da götürüyor, kurtarma da yapıyor, yağmaya karşı tedbir de alıyor. Çünkü devlet o. Yani senin sivil toplum eliyle yapmak istediğin ne varsa, onların hepsi orduda kâmil bir düzeyde var… Dolayısıyla da bir afette, bu çapta afetlerde “devlet” olarak kastedilen şey ordunun kendisidir!.. Çünkü öyle bir organizasyona sahip ve ülke çapında yayılmış tek güç ordudur.

Hâliyle de ordunun ilk müdahalesi, yani o mânâda baktığımız zaman ordu, arama kurtarma çalışması eğitimi de almış bir yapıdır. Ve ilk 48 saat yapılan müdahale -bu istatistikî veri olarak herkesin bildiği, bizim de bilenlerden öğrendiğimiz bir husus- ilk 48 saatte, o müdahale zamanında yapıldığında ölü sayısı neredeyse yarı yarıya azalıyor. Özellikle deprem bölgesindeki insanların feryadı zaten bu noktada!.. İnsanlar, mesela işte bir sürü görüyoruz videoları, oradaki arkadaşlarımızdan dinliyoruz: Adamı enkazın altında görüyor, konuşuyor ama o enkazı kaldıracak, betonu kaldıracak gücü yok. Hem köy yerinde, kırsalda, hem şehirde orada ekstra bir güç lâzım. Ve o insanın orada bağıra bağıra, yardım isteye isteye öldüğüne şahit oldu insanlar… O ilk 2 günde, 3 günde…

Buradan bakıldığında sorulan soru; “Ordu niçin yoktu?!” sorusu, kesinlikle cevaplandırılması gereken bir soru!.. Yani bu soruyu, bu zayiattan sonra bir kenara bırakıp unutulmaya terk edemezsiniz. Çünkü unutulmaz!.. İllâ ki yine bu afetin süre giden aşamalarının birinde, bu soru tekrar önünüze gelecek. Tekrar karşınıza gelecek. Buradaki iktidar çevresi sorunun cevabını vermekten ziyade herkesi “devlet düşmanlığı”yla suçladığından dolayı, sorunun cevabı etrafında spekülasyonlar oluşuyor.

Bizim için sorunun cevabı olarak vermiyorum ama, cevabının da içinden süzüleceği hadise şudur: Bizim anladığımız mânâda “ordu”, bir ideâl içerisinde devletiyle bütünleşmiş koruma-kollama görevini yerine getiren bir yapıdır… Ve devlettir!.. Onun için bizdeki Ordu-Millet kavramını bu çerçevede düşünmek lâzım. Yani çoğu zaman ordular, milletler ayakları sürçüp zarar gördüklerinde gelir milletleri kurtarırlar. Hâ, milletlerin de ordularını kurtardığı zamanlar vardır. Ama bu zaman o zaman değil. Bu zaman o enkazın üzerinde Ordu-Millet ruhuyla tekrardan, daha son nefesler verilirken geleceğe dair bir umudun yeşermesi mânâsına gelirdi, oradaki halkla ordunun elele olması…

Şu sorulabilir; “bu mu istenmedi”?.. Bunun istenip istenmediğini bilmem! Ama bu çaplı âfetlerde, bu çaplı yıkımlarda yeniden inşâ gerekir; bu “yeniden inşâ” faaliyetiyle Ordu-Millet birlikteliği, bu ruh içerisinde bu yeniden inşâ faaliyeti ortaya çıkar. Bunu istenip istemediğini ben söyleyemem, cevabını veremem. Ama şunu söyleyebilirim:

20 yıllık uygulama içerisinde, bu iktidar çevresine öbeklenmiş ve mücerret “ordu” düşmanlığı yapan bir kesim var!.. Yani o bizim anladığımız mânâda da ordu düşmanlığı yapan, hiçbir koruma-kollama faaliyetini ciddiye almayan, bilakis, bunu başka mecrâlara havale eden, bunu havale ederken de “doğrudan doğruya kendine bağlı bir şey” olsun isteyen bir çevre var.

AdımlarTV: Özellikle Taraf gazetesi ve liberal çapulcuların şeyleri geliyor aklıma. Her kesimde var herhalde bu kastettiğiniz?

Mücerret “ordu” düşmanlığı başka, ordunun yaptığı işlere düşmanlık daha başka. Meselâ bizim ülkede darbeler oldu. Yani en son, diyelim ki “Talat Aydemir Darbesi”… Darbeciler cezalandırıldı, hatta idam edildi; pek istenmemesine rağmen. Fakat biz hiç, ekranlarda darbecilerin yakasından tutulup sürüklendiğini filan görmedik. Yani bir subayın, bir Türk subayının zihinlere öyle bir şey işlenmedi. Anlatabildim mi?.. Şimdi acaba demin bahsettiğim çevreler, milletin nazarında antipatik hale getirilen “subay” figürünün o haliyle devam etmesini istediklerinden dolayı mı birtakım engeller koydular? Enkazın başına ordunun gitmesi hadisesinde… Düşünülebilir!.. Bütün spekülasyonlar içerisinde bence ilk tartışılması gereken budur. İktidarın da, eğer ki bir “tuzağa düştü”yse, buradan kendisini muhasebe etmesi lâzım… Eğer ki ortada bir tuzak varsa, bu tuzağa kim düşürdü onu? Çünkü Tayyip Erdoğan’ın Adıyaman’da “geciktik!” açıklaması zaten bunun en üst seviyede dile getirilmiş şekli. Gecikmenin sebebi ordunun müdahale etmesi. Çünkü ordu dediğin keyfiyet, bütün illerde hazır kıta olarak bekleyen, işte Malatya’da “İkinci Ordu” var meselâ. Alay komutanlıkları var, vesaire vesaire… Bütün ülkeye yayılmış, kabiliyeti olan, örgütlü bir organizasyon bu!.. Dolayısıyla da “neden bu yoktu?” diye sorulan soru haklı bir soru ve cevabı verilmesi gereken bir soru… İktidar da bunun cevabını düşünürken, etrafında olup biten her şeye de, her şeyin de muhasebesini yapmalı… Ve en nihai noktada bunu kim engellediyse bugün veya yarın, öbür gün, yakıcı olan bu soruyla karşılaşacak ve neye mal olacağını bilmiyorum ama bunun cevabını da verecek, vermek zorunda… Bu açıdan meseleye bakılırsa eğer… Çünkü farklı farklı çalışmalar yapılacak, farklı farklı disiplinler tarafından raporlar ortaya konulacak. Bu ara raporlar neticesinde, işte, “yerinde müdahale, zamanında müdahale”, “zamanında müdahale olmadığı için ortaya çıkan zayiat” filan, bunlar hepsi raporlanacak. İllaki birilerinin bunlara bir cevap vermesi gerekecek.

Dikkat çekilmesi gereken husus şu; yeniden inşâı gerektiren bir yapı var bugün. Yani hem fiziksel olarak hem de ruhî olarak bir yapı var. Burada bir rehabilitasyon çalışması gerekir. Hem insan, fert bazında hem de coğrafya bazında… Bu rehabilitasyon çalışmasının ana unsuru, ana öznesi “ordu ruhu”dur! Bu ruh olmadan, Ordu-Millet ruhu tekrar kuşanılmadan bu inşâ faaliyetini yapmak çok zor. Yani bizim tarihimize şöyle bir bakın; tarihimizdeki savaşlar olsun, işgâller olsun, bu tür afetler olsun, hepsinde biz bu ruhla tekrar ayaklandık. Tekrar tarih sahnesine bu ruhla çıktık… Bugün de bu afet, bu yıkımın iftihar ettiği husus zaten bu… Canlanan da bu, canlanan da bu Ordu-Millet ruhu. Eğer siz bunu dolduramazsınız, bu ruhu canlandıramazsanız Amerika’sı, Avrupa’sı bilmem neyi filan, farklı farklı alanlarda, bulunduğunuz durumu da aleyhinize kullanarak kendi askerî birlikleriyle bu alanı dolduracaklar. Buradan hamle yapacaklar.

AdımlarTV: Bu noktada hemen şunu hatırlatmak isterim; Irak işgâlinde Meclis’i savunan ve hükümetin 1 Mart Tezkeresi’ndeki pazarlıklarını deşifre eden Turhan Çömez’in dün attığı bir tweet vardı. Resimlerle beraber; Amerikan askerlerinin Hatay’da sahra hastanesini kurduğunu, konuştuğu askerî yetkililerin de Türkiye’nin daveti üzerine geldiklerini ifade ediyor. Ayrıca İtalyan olsun, İspanyol askerleri de görüntülendi bölgede, NATO arması altında. İşte depremden hemen önce İstanbul’da demirleyen Amerikan gemisi. Adıyaman’daki üs, yardım bahanesi de kurulan bunları da hatırlatmak isterim. Aynı zamanda Akdeniz’de de savaş gemilerinden oluşan bir filo var…

Bu işte umumî olarak “NATO” diyelim, ittifaklar sistemi olarak, organizasyon olarak NATO… Zaten demin o “sosyal hadisenin siyasallaşması, siyasî bir çerçevede ele alınması” diye altını çizdiğim hususun burada da devam ettiğini görüyoruz. Yani sadece bir yardım olayı değil. En azından insanlar bunu böyle algılamıyor. Zaten var olan bir gerilim vardı NATO’yla, uluslararası bir ittifak olan “Atlantik İttifakı” dediğimiz; burayla yaşanan bir gerilim vardı. Bu gerilim üzerinden de işte “bir ayağımız Rusya’da, bir ayağımız orda” filan, işi idare etmeye çalışıyordun. Ama bu tarafa doğru, hem köklerimiz açısından, Anadolu’nun kökleri açısından… Çünkü Anadolu’nun köklerine indiğinizde Batı karşıtlığını her alanda, her safhada, her süreçte görebilirsiniz. Bugün de hareketlenmeye başlamıştır…

NATO’NUN NAZİ KIRMASI ETKİSİNDE RUS DÜŞMANLIĞI

Biz onun için daha depremin ilk günü “kesinlikle bu mevzu Rusya, Orta Asya ve Arap ülkeleri ittifakı içerisinde çözülmeli, bu enkaz kaldırılmalı” diye uyarımızı yapmıştık. Şimdi bu açıdan bakıldığında Rusya’nın bölgede olması, askerî gücüyle bölgede olmasının da belirleyiciliğini görüyoruz. Eğer ki Rusya depremin ilk günü “Suriye’deki askerî birliklerimiz muharip özelliklerini korumaktadırlar!” diye bir açıklama yapmasaydı, Amerika’nın başını çektiği bu unsurların Türkiye’ye karşı tavrı ne olacaktı? Ki, önümüzde bir Haiti depremiyle ortaya çıkan bir görüntü var. Yine bu “Batıyla yaşanan gerilim” üzerinden devam edersek, biz daha Ukrayna’daki NATO’yla Rus Savaşı başlarken bizim teklifimiz; Rusya’yla stratejik bir müttefiklik kurulması, böyle bir ilişki içerisinde olunmasına yönelikti. Bugün, bu yaşadığımız afetle, bu stratejik müttefiklik meselesinin ne kadar önemli olduğunu da görüyoruz. Böyle olmadığı hâlde Rusya, bine yakın doktor, mühendis, inşaatçı, kutrtarma ekibi filan -adına ne derseniz diyin-, ekibiyle ve her türlü teknolojik imkânlarla bölgeye ilk intikâl eden devlet oldu. İskenderun’daki yangını söndüren de onlardı, sahra hastanesini kuran da onlardı ve sadece Rusya, 10 tane deprem bölgesinde arama ekibi çıkardı. Ve bu görevlerini de, bu yardımlarını da gayet mütevazi bir şekilde hiçbir şova gerek duymadan mütevazi bir şekilde yerine getirdi.

AdımlarTV: Buna karşın medyada da Yunanistan ve İsrail’in, Amerika’nın yardımları güzellendikçe güzellendi.

Evet… Yani, herkes yardım etsin, “adam niye yardım etti!” diye suçlamıyoruz. Ama buradaki zihniyet açısından baktığımızda, yani böyle bir İsrail seviciliği, bir Yunan seviciliği filân… O da söylensin… Ama burada bir hakikatin örtülmesi var, perdelenmesi var!.. Şimdi bunu söylemekten gaye buysa, bunu perdelemekse, bu olmaz. Dolayısıyla bugün şartlar itibariyle baktığımızda, yaşadığımız şartların içine gelmiş bir afet olarak değerlendirmek lâzım.

Amerika‘nın elden çıkıyormuş gibi gördüğü bir Türkiye’yi deprem yarasıyla yakalayıp “şimdi isteklerimizi kabul ettirebiliriz!” baskısına boyun eğmemenin yolları aranıp bulunmalı!.. Bunun için de burada Rusya, zaten “çok kutuplu dünya” teklifiyle hazır bir partner olarak zaten bekliyor. Anlatabildim mi? Yani burada şu kabul edilmek istenmedi… Birdenbire Rusya’ya geçtik ama mevzular birbiriyle bağlantılı olduğu için… Tarih Rus milletini sahneye davet ediyor!.. Bu kabul edilemiyor. Bunu kabul etmek istemiyorlar… Halbuki tarihin farklı dönemlerinde de davet ettiği milletler var: Roma’yı davet etti, efendim işte Arapları davet etti, Türkleri davet etti. Yani her milletin yıldızının parladığı dönemler vardır. Sen bunu bilerek pozisyonunu almalısın.

Yani bugün biz “İstanbul’u aldık!” diyoruz, “Bizans’ı fethettik!” diyoruz. Doğru Roma’yla olan müttefiklik ilişkilerimizi hiç hesap etmeden, bunları hiç gündeme getirmeden, Haçlı saldırılarına karşı bir müttefiklik ilişkisinde karşı durulduğunu hiç hesap etmeden sen bunu söylediğin zaman bu olmuyor, yerli yerine oturmuyor!

Tarih tabiî ki tekerrürden ibaret değildir, ama benzeşen tarafları vardır. Çünkü coğrafya aynı, aktörler aynı… Haliyle de benzeşen tarafları var… Farklı olan nedir? Farklı olan dünya görüşleridir. Değişen dünya görüşleridir, anlayışlardır… Bugün siz Rus devlet aklındaki değişmeye çalışan anlayışı göremiyorsanız eğer, görmek istemiyorsanız veya sizin kendi alışkanlıklarınızı boşa çıkardığından tutun da, kompleksli olmanıza veya sadece ve sadece Rus ve Türk düşmanlığı üzerine siyaset yapmanıza kadar geniş bir çerçeve içerisinde mevzu değerlendirilebilir. Çünkü bir bedahet var ortada!

AdımlarTV: Ama NATO söz konusu olunca, böyle bir ön kabul yok…

Zaten nedense bu “NATO düşmanları” için de geçerli, “Amerika düşmanları” için de geçerli bu söylediğim. Bir çoğu için:

Adam Amerikan düşmanıdır, ne zaman ki Rusya Amerika’yla bir şey içerisine girer, birdenbire Rus düşmanlığı başlar… İşte “Kırım da bize bilmem ne oldu!!!”… Ne oldu Kırım’da sana?!! Savaştın kaybettin!.. Tarih böyle yürüyor arkadaşım!.. Yani o zaman Belgrad da bizimdi, Plevne de bizimdi!.. Anlatabildim mi?.. Budapeşte de bizimdi, Macaristan da bizimdi!.. Onlarla ilgili niye bir şey söylemiyorsun?!! Oralarda da bıraktık bir sürü şeyler… Bu ayrı bir mevzu… Yani bir “nostalji” diyebileceğin veya “geçmişten ders alarak geleceğe doğru yaptığımız hesaplar”da kullanabileceğimiz hususlar ayrı… İstanbul senin miydi? Yunanistan’ındı o da?!. Diyelim ki “Bizans da onlarındı”… Ne yapacağız şimdi?!.

Böyle bir tarih değerlendirmesi yapıp, onun üzerine siyaset belirlenir mi hiç?!. Tarih böyle yürüyor, bunu anlayacağız! Biz de kalktık tâ Orta Asya’dan geldik, bilmem kaç tane imparatorluk devirdik burada!.. Ne yapalım şimdi, geri mi verelim?!! Anlatabildim mi?

AdımlarTV: Tabi, tabi!

Burada sadece, yani tarihin akışını bile saçma sapan bir şekilde değerlendirmene sebep olan, bir Nazi kırmasının etkisindeki bir düşmanlık söz konusu!.. Bunun Batı’da örneklerini görebiliyoruz. Şimdi Batıda adam konuşuyor: “Almanya’nın yarım bıraktığı işi Ukrayna’dan tamamlayacağız!” diyor.

Burada hemen şunu da söylemek lazım, Neo-liberal politikaların Neo-Nazizm’de işi bitirmesinin, burada kilitlenmesinin iki temel sebebi var: Batının, Anglo-Sakson Batı Hegemonyasının kendisine “tarihi düşman” olarak gördüğü Rus ve Türk tehdididir!.. Şimdi buna karşı burada da şartlar bizi nasıl hareket etmemiz gerektiğini gösteriyor zaten…

AdımlarTV: “Tarih Rusları sahneye davet ediyor” dediniz, Türkleri de davet etmiyor mu?

Hah!.. Orada da bunu kabul ederek sen daveti yerine getireceksin! Bunu reddederek değil… Şimdi burada, işte eleştirimizi sunalım:

Yani 5 Şubat’a kadar gündem neydi? Bir baksın herkes… 6 Şubat’ta deprem oldu… Ne anlatıyorduk biz?.. İşte “biz Amerika’yı iki günde yeriz! Rusya’yı da fazla şey yaparsa bir tokatlarız Moskova’da soluğu alırız!” filân… Böyle bir saçma-sapan düşünceye imân etmiş bir kitle söz konusuydu burada!.. Ve bu saçmalık yüzünden de, bizzat yaşadığın hakikatleri inkar aşamasına geliyordun… Şimdi hiç istenmeyen, yani Allah milletimize yardım etsin, güç-kuvvet versin… Şimdi aynı söylemde, Türkiye’nin beşte birini feda ettiğin bir olay üzerine… İşte ekonominin %15’ini taşıyan bir bölge… Düşün, 15 milyonun etkilendiği, 45-50 milyonu etkileyen… Düşün… Şimdi söyleyebiliyor musun aynı şeyi? Konuşabiliyor musun?

Ama orada hâlâ duruyor. Hâlâ NATO’yla Ukrayna üzerindeki kapışma devam ediyor. Sen de burada karar vereceksin… Yani bu karar keşke depremden önce verilseydi. Bu afetten önce verilseydi… Yani “bir ayağımız Avrasya’da, bir ayağımız Atlantik’te, bir kolumuz Rusya’da, bir kolumuz Amerika’da”…

AdımlarTV: “Denge politikası” deniyor…

“Biz de böyle denge politikasıyla bu işi götürüyoruz”Yok! İşte öyle olmadığı da çıktı meydana!.. Burada bir karar vereceksin!.. Bugün Rusya, tabiî halinde, tabiî olarak ilişkileri devam ettirirken, Amerika’nın askerî gücüyle, vadettiği ekonomik güçle, siyasetiyle filan zorladığını görüyoruz… Şimdi Amerikan Dışişleri Bakanı uçağını direkt İncirlik Üssüne indiriyor; buna hiçbir tepki yok… Teamüllere aykırı olarak devasa bir Amerikan bayrağı çekiyor Amerikan gemisi, yanına da fındık kadar Türk bayrağını koyuyor; hiçbir tepki gelmedi… Arkasından deprem oldu zaten…

AdımlarTV: Ne demek bu? “Büyük bayrağın yanına küçük bayrak”…

“Senden vazgeçmiyorum!” demek!.. Bu onun sembolüdür… “Bu bayrak (ABD), bu bayraktan (Türkiye) vazgeçmiyor!” demek… Anlatabildim mi?.. “Sen ne yaparsan yap, bunun bir bedeli olacak!” demek… “Sen benden vazgeçiyorsun diye, ben de senden vazgeçecek halim yok!” demek… Daha başka, bizim hepimizin anlayacağı bir dille; “ya benimsin, ya kara toprağın!” demek…

Dolayısıyla da burada ortaya konulacak tavırlar, bunlar anlatılarak, açığa çıkarılarak, milleti bilgilendirerek ortaya konulmalı… İktidarın, direk iktidarın birinci dereceden sorumluları tarafından… Şimdi bunu sen koymazsan, bunu zaten bugün, Anadolu yaşayarak öğreniyor bunu!.. Yaşayarak görüyor… Ve o bir karar verecek…

AdımlarTV: Muhalefetten de bir tepki gelmedi… Hem iktidar hem muhalefet tarafından…

Biz zaten muhalefeti ve iktidarıyla bir “sistem eleştirisi” üzerinden tahlillerimizi yapıyoruz… Haliyle de bizim nazarımızda o mânâda… Yani şöyle; biz “muhalefet” derken iktidarı ele alma iradesi gösteren, bunun içerisinde devrimci bir ruh ve anlayışla hareket eden siyasî organizasyonlardan bahsediyoruz… Bugünkü muhalefetin hiçbirinde bu ruha dair hiçbir emare yok, görmüyoruz. Dolayısıyla da muhalefetin en basit, bizim “yahu bu nedir, bu ne saçmalıktır” diyebileceğimiz söylemlerinde bile insanlar tartışmaya başlarken, bizim düşündüğümüz mânâda -ister iktidardan olsun ister muhalefetten olsun- bir söylem, bir ruh ve anlayışa nispetle ortaya konulmuş bir dil geliştirilebilse… Geliştirilmek zorunda… Bu enkazın altından çıkmak daha kolay olur… En azından mevcut hasarı azaltamazsın ama travmayı azaltırsın…

AdımlarTV: Afetin sebebine dönük konuşmanızı rica edeceğim. Depremle ilgili “âfet” işte “yüzyılın felâketi” gibi ifadeler var. İslâm perspektifinden böyle bir hadise nasıl değerlendirilmelidir?

Subjektif bir değerlendirme olur bu tabiî ki… Dolayısıyla da bizim haricimizde kimseyi bağlamaz. Ama isteyen de buradan -ister eleştirmek için ister kendi fikrini yürütmek için- ipuçları da alabilir. Çünkü “dayanışmalı fikir oluşumu” çerçevesinde bu tür şeyler mümkün. Ama biz yine kendi siyasî perspektifimiz üzerinden devam edersek:

Konuşmamın başında söyledim; zaten bir gerilim vardı… “Bu gerilim pratikte kendini nasıl gösterecek?” noktasında ise, cevapsız olarak bir tıkanıklık durumu arz ediyordu… Siyasî olarak… Şimdi hangi kavramlar üzerine konuşuyoruz biz; işte “sorun” diyoruz, “afet” diyoruz, “problem” diyoruz, “çözüm” diyoruz filan. Bunların hepsi, bu kavramların hepsi aksiyona dair, hayatiyete dair kavramlardır. Mesela bir problem varsa, orada bir canlılık olacak demektir. Niye? Çözüm için bir hamle yapılır… Bir sorun varsa yine aynı şekilde… Efendim bir yıkım varsa, yine aynı şekilde… Yani böyle olması istenmezdi. Ama maalesef böyle oldu ve şu ân siyasî olarak da Türkiye, tıkanıklığın aşılmaya başladığı bir evreye girdi. Sonuç ne olur bilmiyorum. Ama burada bir tıkanıklık olduğu kesin.

“İDARE EDEN” – “İDARE EDİLEN” ARASINDAKİ İLİŞKİ VE SİSTEM

Bunu nasıl izah edebiliriz? E, yine başta herhalde altını çizdim kısaca… Zaten bu ülkede tarihi ister siz 1990’a kadar götürün, ister 2002’den bu tarafa alın, ister 2012 deyin, 2007 seçimlerini baz alın fark etmez; 10-15 yıllık süre içerisinde bir yönetememe krizi söz konusuydu… Bunu nereden anlıyoruz biz? Toplumun karpuz gibi ikiye yarılmasından anlıyoruz. Yani kamplar belli olmuş; iktidar ve karşıtı diyelim biz buna, bu karşıtlardan buraya geçiş yok, buradan da buraya pek geçiş yok… İktidar çevresinde bazı, zaman zaman -işte İstanbul belediye seçimlerinin kaybedilmesi gibi- memnuniyetsizlikler bir şekilde dile getirilmekle beraber. Ama buradan buraya, iktidarın şeyi artmadı.

Şimdi şöyle bir şey var, şöyle bir şey oldu: Aslında Türkiye’de ne yapıldığı, ne olduğu -müspet veya menfi- ne olduğunu herkes biliyor! Yani herkes, her şeyi biliyor… İster bu cephede ol, ister bu cephede ol…

Peki mesele nedir burada? Mesele, bazen bilmiyormuş gibi davranmak, bazen bildiğinin gereğini yerine getirememek, bazen “tamam öyle, ama!..” deyip teviller yapmak falan filan… Böyle geçiştiriliyordu… Ve bu yönetim krizi, bu tavırlar yüzünden de örtülüyordu. Yani şöyle düşün… “İdare eden” ve “idare edilen” arasındaki ilişki üzerinden söylüyorum bunu: “İdare eden”, bir aşamada idare edemediğini şuuruna varıyor, oradan bir çıkış arıyor. Bunu yapabilmesi için “idare edilen”in idare edilemediğinin şuurunda olması lâzım. Ve bunu kabul etmesi lâzım…

AdımlarTV: Talep etmesi…

ZAMANI GELMİŞ BİR FİKRİ ENGELLEMEYE ÇALIŞMAK

Talep etmesi lâzım… Çünkü idare eden başka türlü gitmiyor, gitmez. Şimdi belki siyaset tarihinde nadir rastlanan bir şey olarak, epeyden beri bizim “idare edilen” taraf, “hayır’ Biz idare ediliyoruz, bir yönetim krizi yok!” diyor adeta. Dolayısıyla da bu şey devam ediyor; idaredeki yönetim krizi devam ediyor… Şimdi bu krizin sebep olduğu gerilim de artıyor. Bu durum da, “idare eden” gittiği zaman, asıl “olması gereken”in olmasını engelliyor. Bu nedir? En başta söylediğim:

Zamanı gelmiş bir fikri, zamanı gelmiş bir değişim-dönüşüm hareketini, bir aksiyonu engellemek mümkün değildir!.. Engellediğin zaman ne olur?.. Engellediğin zaman hasar-zayiat büyür, artar! Engellemek de böyle olur!.. Bu çerçevede baktığımızda, diyelim iktidar tepeden aşağıya doğru farklı farklı usul ve metotlarla, zaman zaman rüşvetlerle filan %20-25 diyebileceğimiz kemik bir kitle oluşturdu… Bu kitle her şeyin farkında! Ne olduğu biliyor…

“Taban”ın masumiyetinin aşıldığı bir noktadan bahsediyorum!.. Hani “taban mazur, masum” esprisi var ya… Oranın aşıldığı bir nokta burası… Ve haliyle “yönetim krizi”ni ortaya çıkaran tüm problemlere “idare edilen” olarak sen, rıza göstererek: “Hayır! Bir kriz yok!” diyerek ortak oluyorsun… Ortak oldun burada… Burada “bilmek”le “bildiğini yapmamak” arasındaki ilişkiyi düşündüğümüzde tavır almamak -yani ahlâkî bir duruş sergilememek-, bunları da beraber düşündüğümüzde, biz, zamanı gelmiş bir fikri engellemenin, zamanı gelmiş bir fikri engelleme gayretinin, bir değişim-dönüşüm hareketini engelleme gayretinin “haksızlık karşısında susmak”la aynı olduğunu görüyoruz!..

AdımlarTV: Bu ifadeyi birçok muhalefet kendi adına söyleyebilir; “zamanı gelmiş bir fikrin engellenmesi”… Bunu açar mısınız? Neyi kastediyorsunuz?

İşte söylediğim şey bu: Muhalefet de bunun içinde!.. Bir yönetim krizi var. Yani bir “meyve” var, olgunlaşmış, sen şimdi bir iradî faaliyet gösterip o meyveyi alman lâzım. Ama ne diyorsun; “ya bırak, meyve zaten kendi kendine düşecek. Biz ondan sonra bilmem ne yaparız?”

Hayır meyve düşmüyor! Dalında çürüyor!.. Dolayısıyla sen o çürümeye ortaksın! Haliyle de burada sen “yapılması gerekeni yapmamak” sınıfından olarak, yönetim krizini devam ettiren bir unsursun… “Sistem” dediğimiz şey bu…

BU “İSLAM” BİTMİŞTİR!

AdımlarTV: Payanda muhalefet…

Evet, bizim “payanda”, “payandalamak” dediğimiz husus da bu…

Ama ben burada şimdi bir genel çerçeve çizerken, bir de özel bir alanı var bunun. Özel alanı nedir? Bütün bu haksızlıklar karşısında veya “Hâk” duygusunu tam olarak tecelli ettirememekten kaynaklanan, senin karşındakinin yaşadığı sorunlar var… “Hâk” kavramı etrafında… Bu açıdan da bakıldığında, bu depremin bir sürü etkisi olacak değil mi? Ama şu ân gözlemlediğimiz kadarıyla, bu depremin en büyük etkisi yapılan bütün; adliyede, mülkiyede, sosyal politikalarda, iç ve dış politikada, eğitimde filan bütün hatalar nihayetinde toparlanıyordu. Değil mi? Bir “İslâm” söylemi üzerinden yürüyordu… Bu “İslâm” bitmiştir!.. İlk etkisi bu olacak…

“Bitmiştir” derken kastım ne, bir misal vereyim anlayacaksınız: İBDA Mimarı’nın (Salih Mirzabeyoğlu) konferansında “teknoloji”yle “sahte ruhçuluk” arasında kurduğu bir bağ vardı: Bugünkü teknolojinin geldiği seviye, sahte ruhçuluğu bitirip, gerçek ruhçuluğa yol açtı. Gerçek ruhçuluğun yolu açıldı demişti, hatırlıyorsanız…

AdımlarTV: Evet…

Aynı ona benzer bir durum burada söz konusu… Bu afet, yaşadığımız bu trajik hadisenin ilk neticesi, buradaki bu -ne diyelim, neyle başlamış- “Ilımlı İslâm”, işte “BOP İslâmcılığı” ile başlayan ve bugüne kadar gelen ve bu süreç içerisinde de kendine göre bir ahlâk oluşturmuş, bir ilişkiler ağı kurmuş, bir kitle meydana getirmiş… Bu “İslâm”ın da bittiğinin habercisidir! Bundan sonra gerçekten, çünkü Anadolu’nun bin yıl içerisinde ortaya çıkan karakteri İslâm hamuru içerisinde çıkmıştır ve bu kökleri itibariyle de, yine buradan bir kurtuluş çıkacak…

Buradaki tehlike şu: Buna engel olmak isteyen sözde “iktidar muhalifi” ama özde İslâm düşmanı birtakım kesimlere de şey doğdu… Yani herkesi bir torbaya koyup, -bizim yıllardan beri yapılmaması gerektiğini söylediğimiz halde ve elimizden geldiğince de çok hassas davrandığımız bir hususdan bahsediyorum- bu çevreler “işte İslâm bu!”… Hayır, İslâm bu değildi!..  Bu senin yüzünden, senin bu tavrın yüzünden iktidara gelmiş bir İslâm’dı. Ve kendi kendini bitiren bir sürece geldi, dayandı. Bu süreçte bu İslâm’ın ortaya çıkmasına sebep olan gerçek İslâm temelli bir mücadele vardı. O mücadele içerisinde bu İslâm ortaya çıktı. Ve bu İslâm, demin yine “zamanı gelmiş bir fikri engellemek”, “nâmümkün olanı mümkün kılmaya çalışırsan ne olur?” sorumuza muhatap olan bir İslâm’dı bu… Çünkü sen bu “süreç”te geldin iktidara, bu sürecin nihayetlendirmeliydin! Ama ne yaptın? Kendinle bitirdin bu süreci… En basitinden “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” diye ortaya konulan sistem bile, bir “geçiş sistemi” değil miydi? Öyleydi… Ama buradan (İdeolocya Örgüsü, Başyücelik Devleti) aldın, buraya bakarak kendine göre diktiğin bir elbiseyi “gerçek elbise” diye giydirmeye çalıştın ve “zamanı gelmiş olan”, “zamanla mutabakatı olan fikri” (Büyük Doğu – İBDA) engelleme içerisine girdin bu iktidarınla. Bu yetmiyormuş gibi, bir de bir kitle oluşturdun. “İslâm bu”ymuş gibi…

AdımlarTV: Her türlü haksızlığa karşı sessiz kalan…

Dolayısıyla haksızlık dediğimiz şey nedir?.. Zulümdür!.. Susmak nedir?.. Bu zulme ortak olmaktır!.. , “Küfre rıza, olduğu gibi küfürdür” ölçüsünden mülhem hareket edersek eğer; zalimin zulmüne rıza göstermek de insanı zalim yapar.

Haliyle de bizim açımızdan bakıldığında bundan sonra siyaset iki insan tipi arasında şekillenecek: “Haksızlık karşısında susan”, “haksızlık karşısında susmayan”… Haksızlık karşısında susmayan bütün kesimlerde var. Susan da bütün kesimlerde var… AKP İslâmcılığının buradaki izdüşümleri var. Anlatabildim mi? Onlara da dikkat edeceğiz… Dolayısıyla da biz tekrar ona dönersek eğer: Burada bir kitleselleşme söz konusu. Haksızlık etrafında bir kitleselleşme söz konusu. Bu kitleselleşme beraberinde “nâmümkün olan bir şeyi, mümkün kılmaya” çalıştı.

Yani nedir “nâmümkün olan”?.. “Zamanı gelmiş bir fikir” Mutlak İrade’ye bağlıdır!.. Yani “zamanı gelmiş bu fikir, Allah’ın muradı ve rızasını içerir”… Haliyle senin bunu engelleme çaban, Allah’ın muradına ve rızasına aykırı bir tutum demektir. Bu da, işte “hayat tarzı” denildiğinde işte “bir sarık, bir şalvar, bir cübbe” anlayanlara kapak olsun! Budur hayat tarzı!..

AdımlarTV: Gazabı davet edenler…

Yani sen burada “İslâm, İslâm!” diyerek Anglo-Sakson / Neo-Liberal politikaların dayattığı bir hayat tarzını, bir düşünce şeklini yaşatırken, diğer taraftan da “İslâmî bir hayat tarzı” yaşandığını falan düşünüyorsun. Buradaki dangalak da senin bu haline bakıp “İslâm bu!” zannederek, senin üzerinden “topyekun İslâm olmasın!” diyor. Halbuki seni ve seni ortaya çıkaran İslâm ruh ve anlayışı zaten…

Biz şimdi geriye döndüğümüzde bu çatışmanın temel öznesi, temel karakteri olarak kimi görüyoruz? “Kaba softa – ham yobaz” tipini, değil mi? İlk önce İslâm’dan kopmuş ve bu kaba softa ham yobaz tipi fitnesini, münafıklığını aktardığı her taraf ortadan kaldırılırken -Yeniçeri mesela-, kendisi hep aradan sıyrılmıştır, değil mi… Bizim tarihimizde biz hep “Ordu-Millet” kavramı üzerinden gittik. Şimdi bu ideâlin pratik uygulamaları içerisinde bir Yeniçeri uygulaması var. Kendi milletini rehin alan, öz vatanını işgâl eden bir uygulama… Ve ondan sonra bir takım darbelerle de bu uygulama devam etmiş. Şimdi bizim açımızdan baktığımızda “Ordu-Millet ideâli”ne aykırılığından dolayı bunu yargılıyorsun. Bu ideâlden uzaklaştığı için böyle oldu. Dolayısıyla orada milletin, doğrudan doğruya kendisini rehin alan öz gücünden (Yeniçeri) kurtulma faaliyeti ordu düşmanlığı değil, tekrar Ordu-Millet ruhunun dirilme çabasıdır. Ne demek istediğimi bilmiyorum anlatabildim mi?

AdımlarTV: Gayet iyi anlıyorum.

Hâliyle de bugün yaşadığımız husus da bu; iş döndü, dolaştı nereye geldi? “Siz kendinizi değiştirmedikçe, biz sizi değiştirici değiliz” değil mi? Âyet-i Kerime… Şimdi iş, zaten buraya geldi. Dolayısıyla da burada, taban açısından baktığımızda “yahu bu Şeytan bizi kandırdı!” filan diye suçu Şeytan’a atıcı aşama geçilmiştir! Bir kere herkesin tek tek bunun şuurunda olması lâzım…

Gazap, Allah’ın gazabı toplu halde gelir!.. Yani “orada içinde iyi olan var”, filan… Şimdi düşün, Lut kavminden bahsediyorsun, değil mi? Tarihte başka olanlardan bahsediyorsun… Yaşamadığın bir süreçten rahat rahat bahsediyorsun!.. Bugün de benzer bir hadiseyi yaşamadığımızı nereden biliyorsun?!. Çünkü sen ekonomide enflasyon almış başını gitmiş, millete her geçen gün aç oluyor, sesin çıkmıyor! LGBT, bilmem ne dayatılıyor, sesin çıkmıyor! Kadın ve çocuk üzerinden dayatılan neoliberal politikalar, toplumu bölme politikaları oluyor, hiç sesin çıkmıyor, yalakalık yapıyorsun!

AdımlarTV: 30 yıllık işgâl…

NATO işgâli altındasın, hiç sesin çıkmıyor! Sosyal politikaların berbat, eğitim fecaat hiç sesin çıkmıyor! Köşe başları uyuşturucu çeteleri tarafından tutulmuş, çoluğumuz çocuğumuz zehirleniyor, hiç sesin çıkmıyor!.. Anlatabildim mi?.. Yani tam bir köleleştirme aşamasında ve sana “fatihlik duygusu”nu bertaraf edici her türlü şey zerk edilirken, zehir zerk edilirken hiç sesin çıkmıyor!

Artık iş şuna geldi; “zırvada tevil olmaz”, değil mi?.. “Zırva”nın olduğu, açığa çıktığı bir aşamada hâlâ tevile doğru gidiyorsan, suç ortaklığıdır bu!..

Dolayısıyla da burada söz konusu olan “topyekûn bir muhasebe”… Şimdi bunun bir de bunun üzerine devam eden, şu âfet-trajedi sürecinde çıkıp; “alçaklar”, “hainler”, bilmem neler dediğin zaman… Hâ belli! Bu şok, çünkü toplumların topyekun olarak uyanması için “güçlü şoklar”a ihtiyaç vardır. O toplumun karakterine göre… Şimdi biz muhasebesini yapacağız. Bakıyoruz bu “şok” uyanışa sebep oldu mu, hâlâ eski halinde ısrar eden var mı, devam ediyor mu? Burası mı ağır basacak, burası mı ağır basacak?

TÜRKİYE, SİYASÎ VE AHLÂKÎ OLARAK “YENİDEN İNŞÂ EDİLMEK” MECBURİYETİNDE

AdımlarTV: Troller aynı üslûp devam ediyor…

O zaman, maalesef ki maalesef, biz kendi itikadımız açısından, inancımız açısından -bunun tarihte de böyle olduğunu biliyoruz- o zaman şoklar devam edecek! Yani hem “sosyal şok”lar, hem “siyasî şok”lar bu devam edecek. Buna da hazırlıklı olmak lâzım. “Hazırlıklı olmak” nedir? Yeni bir “inşâ süreci”yse, yeni bir hayat tarzına kapı aralanmışsa eğer; “ihtimaller âleminin mihrak noktasını kestirme” gayreti içerisinde, nispetini muhafaza ederek, soğukkanlılığını da kaybetmeden bir hazırlık içerisinde olunması lâzım. Ama bu hazırlık gevşek bir hazırlık değil… Yani Fransızların deyimiyle; “paniklemeden acele etme”mizi gerektiren bir hazırlık… Soğukkanlılığını muhafaza ederek ve “nispet”ni muhafaza ederek… “İstikbâl İslâmındır” hükmünün bu zamanla mutabakatı olduğunu bilerek… Yani şöyle -zaten hikâye de bu-, “nispet” kavramını kaldırdığın zaman, insanın düşünme faaliyeti kalmıyor, düşünme faaliyeti gidiyor. Son tahlilde neye nispet ediyoruz biz?  Peygamberlerin getirdiği Mutlak Ölçülerdir, değil mi? İlk insan ilk peygamberdi!.. Yani sadece peygamberlere sorulmaz belki “nispetin neresi?” diye… O da söylüyor zaten; “Allah’ın muradına aykırı hiçbir şey söylemem!”… Onun nispeti de Allah’ın hükümleri… Biz o hükümleri de onun dilinden dökülmüş haliyle biliyoruz. Dolayısıyla da “peygamberler olmasa medeniyet olmazdı” ölçüsünü de buralardan zaten tartışıyoruz, anlıyoruz.

Şimdi, nisbetsiz veya rastgele bir tavır içerisinde hareket ettiğinde, günlük itiş-kakış mânâsına aktüel siyasetin dışına çıkamayacağın anlaşılıyor zaten.

AdımlarTV: Bu bütün kesimler için geçerli…

Herkes için söylüyorum… Dolayısıyla da nispeti olmadığı için, ne yapacağını da bilmediğinden dolayı “didişme”, “iç kamplaşma”, “iç’te düşman üretme” yapılması gerekenin yerine geçiyor. Halbuki bu yanlış olduğu için, ahlâksız olan tavır da bu!.. Bugün artık bu konuşulacak. Yani gerekirse “Yüksek Ahlâk Konseyi” falan denilecek, bir şey oluşturulacak. Bu konseye kimler girecek? Geçen gün İlber Ortaylı hoca anlatıyordu: Yani “şehri imar” ederken sadece sen burada müteahhite teslim edemezsin! Arkeoloğundan, din adamından, o bölgenin insanından, mimarından… Ve arkeoloji bilen mimar, bilmesi gerektiğinin şuurunda olan mimar, işte mühendis filan, herkesle… Ve belli bir anlayış, oranın karakterine göre bunu inşâ etmelisin. Şimdi bu insan tipi kim? Bunun tartışılması lâzım.

AdımlarTV: Bu, “devleti yeniden inşâ etmek” gibi…

Tabiî!.. Yani bizim “aydın” dediğimiz insan tipine denk gelir. Yani artık “entelektüel gevezelik”ten çıkıp, “bilmek”le “yapabilme”yi aynı anda gerçekleştiren bir tipoloji gerekli. Ve bu tipolojinin temsil ettiği ahlak, üst seviyeden alta doğru moda halinde yayılmalı. Çünkü bugün konuştuğumuz şu mevzular, zaten ahlâk temelli temelli mevzular…

Ahlâk olmayınca siyaset olmaz, hukuk olmaz, adalet olmaz!.. Şimdi bu olmadığından dolayı -demin bahsettik- kendine göre bir tip çıktı, böyle bir de ahlâk(!) anlayışı var. Onun için de mesela adam adaletle ilgili hiçbir problemi yok. “Bana dokunmayan bin yıl yaşasın”… Öyle bir şey var mı?!. Hani “Müslüman çağından sorumlu”ydu? Hani “mazlumun dini sorulmaz”dı?!.

Dolayısıyla da bugün geldiğimiz nokta itibariyle hem depremin ihtar ettiği hadiseler hem zaten toplumun içerisinde bulunduğu gerilim, gerginlik -iktidarın da muhalefetin de ders alması gerektiği üzerinde söylüyorum- Türkiye, siyasî ve ahlâkî olarak “yeniden inşâ edilmek” mecburiyetinde. O süreci girdi. Bu uluslararası ilişkilerini, ittifaklarını filan hep bunun üzerine kurmak lâzım. Demin Rusya üzerinden filan biraz bahsettim ve tam şu anki konuşmamız onu içeriyor mu bilmiyorum ama:

Rusya’nın, Amerika’nın “çift kutuplu dünya” teklifini de kabul etmeyip, “çok kutuplu dünya olacak” teklifinin içini Türkiye üzerinden doldurmak gerekiyor!.. Orada Türkiye’den beklenen “tarihî misyon” rolünü de başa alarak; yani İslâm dünyasının liderliği. İslâm dünyasının lideri olarak çok kutuplu yönetim sistemi içerisinde yer alınmalı… O taraftan talep edilen de bu zaten.

AdımlarTV: Çok özür dilerim; BOP’ta da benzer bir talep yok muydu? Amerika açısından… Amerika da bunu istiyordu…

Tabiî ki, vardı… O, kendisine bağlı olarak… Bu da şimdi bağımsız olarak bunu istiyor. Dolayısıyla da sen bunu test etmek zorundasın. Adam (Putin) söylüyor; “biz partnerlerimizi kandırmayız” diyor… Buradan (Amerika) yaşadığın şey belli: Irak savaşıyla, Libya’yla, Suriye’yle!.. Şimdi sen orada, işbirliği yaptığın güç Saddam Hüseyin’in şahsında bir Irak halkını ortadan kaldırmış… Burada büyük vatan dostu, Türk dostu Kaddafi’nin şahsında Libya yerle bir edilmiş ve Afrika hemen arkasından… Burada hemen komşumuzun evi yıkılmış tekrar Suriye

BU ENKAZDAN DİRİLEREK ÇIKACAĞIZ

AdımlarTV: Üstelik deprem günlerinde bile bombalanıyor.

Tabiî ki! Yani İsrail tarafından yapılan saldırılar filan… Bunlar hep, böyle kısa vadede neye sebep olduğu ortaya çıkacak hadiseler, yaşayacağız. Daha bizi yeni başladık. Türkiye yeni başladı. Yani naaşlarını, şehitlerini gömme işlemi bittikten sonra yeni bir sürece giriyor… Ve bu süreç, daha başlamadı bile!

AdımlarTV: “Enkazdan çıkacağız!” dediğiniz…

Tabiî ki. Yani bizim gayretimiz, bizim hesabımız bu enkazdan dirilerek çıkmak! Ordu-Millet ruhuyla, Büyük Doğu – İBDA anlayışının ortaya koyduğu İslâm’la biz buradan çıkacağız!

Ki bizim Anadolu karakteri dediğimiz, “Anadolu irfanı” filan deyip bugün iyice müptezelleştirilen mevzu var ya. Kaybedilen bu irfanı gerekirse zorla zerkederek… Şu ân o “irfan” filan yok Anadolu’da, öyle bir şey kalmadı. Haliyle de burada “yok oluş” – “var oluş” aşamasına girdik. Buradan varlığımızı tekrar idrak ederek çıkışın yolu budur. Bundan başka bir çıkış yok!..

Haliyle de bu “yeniden inşâ süreci”nde hem bölgedeki arkadaşlarımız, orada böyle düşünenler hem farklı yerlerde olanlar bu inançla görev alabilirler. Yani bu iktidarın da muhalefetin de hepsinin bu çerçevede değerlendirmesi lazım. Yoksa çoluk-çocuk oyunlarıyla, tekliflerle bugüne kadar alışılmış programlarla bunun altından kalkılmaz. Çünkü burada hem şehirlerin yıkılmasından oluşan bir travma var hem insanların bu yıkım üzerinde yaşadığı travmalar var… Bu travmalar hem şehrin inşâsı manasına hem insanın inşâsı manasında rehabilite edilmeden, bir rehabilitasyona tabi tutulmadan… Daha doğrusu rehabilitasyona tabi tutulma süreciyle inşâ süreci aynı ânda gelişmeli… Buradaki travma nedir? Bunu iyi anlamak lâzım. Demin söyledim: Adam “ben yönetemiyorum” diyor. “Hayır sen yönetiyorsun!” diyor ve “sen dünya liderisin!”, “ülkemiz şöyle büyük bir ülke!”, “Amerika’ya bir tokat atarız, Rusya bir tokat atarız, İHA’larımız, SİHA’larımız!” filan, inanıyordu bu insan gerçekten buna… Sonra bu insan, birdenbire böyle bir hadise yaşadığında, inandığı bu şeyin iki gün yanında olmadığını fark etti!.. 3 gün… Hâlâ o köylere ulaşılamıyor… Yani bu “imkân”la filan “güçle”; onlar ayrı, yaparsın, yapamazsın ben onda değilim. Bu insanın “imân”ındayım! Böyle bir şeyle karşılaşan bir insanın yaşadığı travmayı, ancak gerçek imân sahipleri anlayabilir!.. Ve üzülerek söylüyorum ki bundan dolayı belli bir süre bölgede, özellikle gençlerde -çünkü çok dikkat edilmesi lâzım- intihar oranları da artabilir… Çünkü hayata karşı nasıl bir pozisyon alacak?.. Tutum alacak?.. Onu bilmiyor; bütün ailesi yok olmuş, tecrübesi yok olmuş. Babası anası onların yaşadığı tecrübe gitti… Buralardan neler çıkacak? Yani rehabilitasyon süreci komple toplumun karakterine uygun, Anadolu’nun karakterine uygun bir ruh ve anlayışa göre rehabilite edilmesi gerekiyor…

AdımlarTV: 1999’da, iki buçuk aylık bir hükümetken, Ecevit hükümetine, meşhur “7,4 yetmedi mi?!” ilahî ihtarını bugünkü depremler için de hissetmek lazım…

Yani onu da hissedeceksin, ikiyüzlülüğü de göreceksin!.. Yani ben sorup geçiyorum: Mesela bu deprem İzmir’de, Muğla’da, Bodrum’da, Manisa’da olsaydı bahsettiğimiz medya nasıl bir tavır alırdı acaba? Nasıl şeyler söylerlerdi?.. İşte ikiyüzlülük bu!.. Yüzeysellik de bu… Tam da bu deprem ikiyüzlülüğü, kendi literatürümüzle söylersek; münafığın ele geçirildiği bir trajedi oldu!..

“HAK”, ALLAH’IN RIZASI VE MURADIDIR!

Şimdi ne deniliyor; “işte, kader”, “kader plânında”… Eyvallah, tamam… Peki tedbirini alıp hayatta kalmak kader değil mi?

AdımlarTV: “Deveyi bağlamak”…

“Deveyi bağlamak, devenin sağ kalmasını sağlamak” kader değil mi?!. İllâ devenin kaçması mı kader?!. Yine o malûm misâl, bak, not almışım buraya: Hazret-i Ömer’in Veba mıntıkasına girerken… Orduyu, milleti kıran bir veba salgını var… Oradaki Müslümanlar; “Emir-ül Müminin” sıfatıyla giremezsin, girme! Buna hakkın yok!” diyorlar… Sonra Hazret-i Ömer düşünüyor, doğru buluyor onları ve ayrılıyor oradan… Ayrılırken Ebû Ubeyde Hazretleri; “Ey Ömer! Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?!.” diyor… Onun verdiği cevap, bütün bugünkü yaşadıklarımızı, işte oradan süzüp anlayabilirsin: “Allah’ın takdirinden, kazasına sığınmaya gidiyorum!”… Çünkü orada aldığı tedbirle ortaya çıkacak netice de kader…

AdımlarTV: “Kader bir itikat meselesidir, amel meselesi değildir.” hükmü…

Yani “tedbir”e burada vurgu yapıyor. Yani ne yapıyor? “Takdir”den “tedbir”e doğru gidiyorum”, diyor… Şimdi sen bunların hiçbirini hesap etmeyeceksin, “Kader” diyeceksin. “Kader” dediğin zaman Kaderin Sahibi’ne de -kusura bakma da- iftira atmış oluyorsun. Bunların da geri dönüşümü oluyor tabiî. Yani şimdi burada o ikiyüzlü anlayış ortaya çıktı. Artık çarptığın noktada, sen kendi kendini değiştireceksin!.. Sen kendini değiştirmediğin müddetçe de yaşayacağı problemler devam edecek; bu, budur. Yani tarih böyle gelişiyor, böyle akıyor.

AdımlarTV: Futbol tribünündeki protestolara karşı bir ânda işte “bundan sonra seyircisiz oynansın!”, işte…

Yek tek insanların eleştirilerine kulak tıkamasan, izin versen, insanlar tepkilerini dile getirmek için kitleselleşmeyi beklemezler… Çünkü kitle, korkaktır. Bir şey söylemek için çoğalmak ister… İnsanın çoğalma isteği buradan doğar zaten. Söyleyeceği bir şey var, yapacağı bir şey var, tek başına yapamıyor; onun için çoğalmak istiyor!..

AdımlarTV: Ama çoğaldığı zaman da önünü alamazsın…

İşte kitle psikolojisine de artık dikkat etmek lâzım… Dolayısıyla da burada kitlelerin meydana geldiği alanlar nereler? Stadyumlar. Tabii ki tepkinin oradan gelmesi de normal… Konserler düzenlense belki konserlerden gelir, başka alanlar olsa başka alanlarda olur.

Yani burada hükümetin çizgiyi aştığı, sınırı aştığı noktalar bence oralar: Kaotik durumlarda otoriteyi sağlamak için birtakım tedbirler alınır. Adı üstünde “olağanüstü hâl”, değil mi? “Olağanüstü hâl yasası” diyorsun. Yani “olağanüstü bir durum var. Dolayısıyla olağanüstü durumlarda normal durumlar gibi davranamazsın”… Ama bunu da “idare eden” olarak “idare edilen”e geçirmen lâzım bu duyguyu… Onun da bilmesi lâzım… Şimdi sen durup dururken, olağanüstü bir durumda “idare edilen”e ve oradaki mağdur olanın üzerine alınacağı şekilde işte “adi”, “şerefsiz”, bilmem ne filan dersen bu “olağanüstü hâl” uygulamasını aşan bir durum… Senin iktidarının muhtevasını gösteren bir durum… Anlatabildim mi? Bunun, onunla alâkası yok. Dolayısıyla da buralarda hepimizin -bizim gönüldaşlarımızın da- çok dikkat etmesi gerekir: Sınırlar aşılıyor!..

Yani sınırlar şöyle aşılıyor; haksızlık karşısında, bu imâna bağlı bir şube “haksızlık karşısında susmak ve susmamak”. İmâna bağlı bir durumdan bahsediyoruz… “Haksızlık karşısında susmamak” bir nevi 24 saat imân tazelemek manasına gelirken, “haksızlık karşısında susmak” da bir nevi aynı günâhı, aynı suçu, 24 saat boyunca işlemek mânâsına gelir. Buna çok dikkat etmek lâzım artık!..

Yani mesele orada, “kimin”, “neyin” filan… “Hak”, Allah’ın rızası ve muradıdır! Dolayısıyla bunun ihlâli, bunun ortadan kaldırılmaya çalışılması ise, işte “neyin, neye karşı bir hareket olduğu”nu anlıyoruz… Sen şimdi buradan mı olacaksın, buradan mı olacaksın?

Şöyle bir mazeret yok: “Bu gidecek, ama onlar gelecek!”… Sana ne!.. Sen o Kaderin Sahibi değilsin ki!..

Senin misyonun, “haksızlık karşısında susmamak”tır, “gereğini yapmak”tır! Kaldı ki “haksızlık karşısında susmamak faaliyeti”yle, “haksızlığın, Hak adına yerine geçme faaliyeti”, oluş süreci birbiriyle aynıdır zaten… Eğer ki “yâ bu gidecek, o gelecek! Daha kötü olacak!” diye bir hesabın varsa… Ki bu hesap da tam da Şeytan’ın taht kurduğu alandır. Haksızlık karşısında seni susturduğu oyundur zaten bu! Hile buradadır!.. Halbuki sen, orada yapacaksın… Zalime “zalim” diyemiyorsan eğer, bunun hiçbir mazereti yok…

AdımlarTV: Üstad Necip Fazıl herhâlde o sebeple “Kötünün iyisi, en kötüdür!” diyor… Ehven-i Şer…

Ehven-i Şer, en kötü şerdir… Siyaset onun üzerine belirlenmez! Şöyle de olmaz: “Bunlar bir taraf, bunlar bir taraf”, bunu diyeceğin nokta o değil! Bir taraf dediğin zalim, bir taraf dediğin mazlum… Sen şimdi mazlum olmaktansa zalim mi olmayı tercih edeceksin, zalim olmaktansa mazlumun yanında olmayı tercih edeceksin!.. Olay bu!.. Tercihlerin, tabiî gidişat içerisinde maddî-manevî güçlenmek demektir de!.. Şimdi buralarda tereddüt varsa İdeoloji Örgüsü’nde ortaya konulan “oluş tekniği”, “oluş şartları” bölümünün yeniden özümseyerek tartışılmasını, tekrar edilmesini tavsiye ederim. “İdeolojik eğitim nedir?”, “ideolojik eğitimle elde etmek istenen alışkanlıklar niçin gereklidir?” Bunları tekrar gözden geçirmemiz lâzım. Tekrar tartışmamız lâzım. Öyle bir mazeret(!), öyle bir şeytanî teselli içerisinde zalimin zulmünün devam etmesine rıza gösteremezsin!.. Varsa böyle bir durum… Yoksa seni ilgilendirmez! Yani sen “zafer” üzerinden pazarlık yapamazsın! “Gayret”tir senin misyonun!.. Burada da siyasetimizin temel, mutlak ölçüsüdür bu: Haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır”!.. Bu kadar… Sen susuyor musun, susmuyor musun?.. Şeytanın nasıl bir lânet üzere olduğunu, lânetlendiğini de hepimiz biliyoruz.

Burada iş geldi dayandı, yine o “masum taban, zalim tavan”… Burada geldi, bir oldu… “İdare edilen” ve “idare eden”in yönetim krizinde, uygulamada -hani “meyvenin olgunlaşması”nı filan misal verdim- bir olduğu nokta burası. Dolayısıyla bunu da artık o, ikinci depremin “beklenmeyen bir deprem” olarak ortaya çıkması gibi, beklenmeyen içtimaî fay hatlarının kırılması da beklenebilir…

Dolayısıyla da dikkatli olmak lazım. “Dil”e de dikkat etmek lazım, tavra da dikkat etmek lazım… Çünkü bu, bir ahlâk mücadelesidir!.. Yani sen, müslüman müslümana “namaz kıl” filan diye tebliğ yapmıyor. Sen ahlâkını başka bir tarafa, senin dışında olan bir tarafa tebliğ ediyorsun. Dolayısıyla da burada toplum… Yani bu toplum bir toplum, sonradan bölündü!.. Yani kim bu toplumu birleştirme, bütünleştirme şeyi içerisine girerse, onun ruh ve anlayışında, onun ruh ve anlayışını ortaya koyarsa, bütünleşme o çerçevede sağlanacak… Ama buna aykırı, ayrışmayı zorlayıcı ister kitle bazında olsun -işte %25 kitle bunu zorluyor, fark etmez. Burada sayı önemli değil- zamanı gelmiş bir fikri engellemek mümkün değildir! Bu fikir harekete geçmiş, yola çıkmış… Her engellenme çalışması zayiata arttırır, bunu unutmayın!..

YIKTIKLARININ YERİNE YENİ BİR ŞEY KOYAMADILAR

AdımlarTV: Salih Mirzabeyoğlu’nun şahsında Telegram işkencesi, katledilmesi…

Odur!.. Engellemeye çalışmasıdır hepsi!.. Bunların da bir geri dönüşümü olacaktır ve bu süreç -onu konuşmadık ama- bizim için Adımlar’a yapılan saldırıyla başlamış, Kumandan Mirzabeyoğlu’na yapılan suikastle zirveye ulaşmış, ondan sonra da bu hareketlerin karşılığı gelmeye başlamıştır… Çünkü sen, engellemeye çalıştın!.. Hâlbuki iktidar, şu anki düzen, yapı, bu fikrin, “zamanı gelmiş fikrin” hareket sürecinin bir aşamasında ortaya çıkmış bir şeydi. Sen şimdi geldin, “tamam oturdum, ben bunu durduracağım. Ben kalacağım!” misâl… Bu da, her geçen gün bu iş uzadıkça birilerinin çıkıp “hayır! Bu artık böyle olacak!” demedikçe zayiatı artacak… Yani düşünün, işte hesap verecek adam, yani mahkeme kapısında el-pençe divan bekliyor hesap vermek için. Oraya kadar gelmiş. Şimdi içeride hesap sorucu bir hâkim olmadıktan sonra, o adamın hesap vermesi mümkün mü? Ne kadar hazırolda, ne kadar el-pençe divan beklerse beklesin. Değil mi? Mübaşir, hâkim olduğu zaman onu hesap vermeye çağıracak. Yani bir insanın hesap verebilmesi için, hesap soran olması lâzım… “Hesap soran”, “hesap veren” veya “muhasebe”nin, “hesaplaşma”nın olacağı maddî manevî şartlar bu olmalı…

Yani kim, kime hesap soracak? Susan-susmayan ilişkisi içerisinde, ayırımı içerisinde bunlar sorulacak…

AdımlarTV: Ama şunu da gözlemliyoruz; hükümet veya ortakları arasında da ya da hükümet içinde de böyle birbirini provoke eden bir anlayış da var…

Yani şu an gördü onlar da. Özellikle bu afette kendi zafiyetlerini de gördüler. Güçsüzlüklerini, güçlü taraflarını… Dolayısıyla da oralarda da çatışmalar şu ân bence son hızıyla devam ediyor… Yani şu ân, malum şeyle “kaos dönemi” yaşıyoruz. Kaostan hangi düzen çıkacak? Herkes ona zorlayacak, ona bakacak; hesap onun üzerine olmalı.

Bugünkü iktidar 20 yıl boyunca eskiye ait ne varsa hepsini yıktı. Ortadan kaldırdı; kurum ve kuruluşlarıyla… Hatta daha ileriye giderek, uyguladığı politikalar yüzünden aile müessesesi bile ortadan kalkmış durumda… Fonksiyonlar kalktı ortadan!.. Yani ordudan, yargıdan, efendim icrâdan, yasamadan tutun da, bütün sağlıktır, eğitimdir, ailedir; kurum ve kuruluşlarıyla ellenmedik, yıkılmadık yer bırakmadı.

Bir dereceye kadar zaten buna bir şey diyemezsiniz. Yani bugün devrimci bir iktidar da gelse, bir yıkım faaliyeti gerçekleştirecek. Buradaki sorun yıktıklarının yerine yeni bir şey koyamadı!.. Bu da zaten gerilimin en büyük sebebini oluşturuyor! Çünkü elde bir şey vardı, bu gitti. Şimdi ondan daha kâmil, daha mütekâmil bir şeyin gelmesi lâzım… Bu olmayınca… Toplumda, toplumun büyük bir kesiminde belli bir gerginliğe, belli bir gerilime yol açtı… Şu ânda da biz zaten, bu yıkım faaliyetinin arkasından bir inşâ faaliyeti gerçekleşmemesinin gerilimini yaşıyoruz. Bütün toplum olarak… Haliyle de göz ardı edilmemesi gereken husus, bu: Eleştiri, iktidarın eleştirileceği noktalar da burası.

Yani en son, “enkazın başında ordu niye yoktu?” sorusundan tut da, işte konuştuğumuz, “idare eden ve idare edilen arasındaki ilişki”ye kadar hepsinde bu hususu gözlemleyebilirsiniz.

Röportaj: AdımlarTV – Aydın Alkan

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d