BİLİM VE ÖZGÜR DÜŞÜNCE

Ayhan SÖNMEZ

Türkiye’de bilim kültürü, cumhuriyet devrinin yarım bilim ve yarım bilimadamları elinde mahvoldu. Pozitivizm ve laikliğin içinde saklı olan ayartması ve zehri onu mahvetti. Belirtmek lazımdır ki, bu mahvoluşun başlangıcı 1923 değil elbette daha önceye gider, ama resmiyette başlangıçtır denilebilir.

Bilim büyük bir güçtür: İnsana bağımsız düşünmeyi, subjektif tecrübeyi ve en mühimi sınırlarının sağlam bilgisini öğretir; insanı muhakemede mesuliyete, itinaya, hassasiyete ve alçakgönüllüğe alıştırır. Bilime dair kültür tam olarak bunlardan oluşur.

Ve bu arada, laik öğretiler -sistematik olarak-, Türkiye’nin yeni cumhuriyet nesillerini tüm bunlardan mahrum etti; ve şimdi bunu, Türk kültürünün bir musibeti olarak hesaba çekmeliyiz.

Türk üniversiteleri, iddia edildiği üzere fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller yetiştirmedi. Bilâkis bağımsız düşünceyi bastırdı ve şimdiye kadar bu böyle sürdü; gençliğin düşüncesini pozitivizmin ölü aptallığına zincirledi. Ve bugünkü feci vaziyete kadar gelindi.

Gerçek bir akademya bir kişiye “kendin gör ve kendin düşün!” der. Ve bununla onu zihnini köleliğe değil özgürlüğe doğru eğitir, insan ve varlık üzerine subjektif tecrübeyi, özgür gözlemi, doğrudan ve tarafsız tefekkür etmeyi, insana bilgisinin sınırlarını bilmeyi, bir şeyi sorumlu bir şekilde yargılamayı, dikkatli olmayı, hüküm vermeden önce yedi kez ölçüp sonra kesmeyi öğretir. Ancak, Türk eğitim ve öğretimi, düşünceyi hazır şablonlara, yüz yıl öncesinin Avrupa’da düşünülen düz ve modası geçmiş şemalara boğdu…

Bilim, Aristoteles’ten Galilo’ya, Kopernik ve Newton’dan Mendelev’e kadar eserleriyle tüm büyük bilim adamlarının yaptığı gibi, insanlara kainatın büyüklüğünü ve esasında bilgeliği tefekkür etmeyi ve onun önünde alçakgönüllülükle sessizce kalmayı öğretir. Sosyal fenomenlerin muazzam karmaşıklığını görmek, kişinin sınırlı olduğunu anlaması ve sonra, araştırma kabiliyetini yavaş yavaş sabırla geliştirmesidir.

Halbuki Türk talim ve terbiyesi, Pozitivizmin küstahça her şeyi bilen tavrına bürünür ve ders kitaplarına göre sorumsuzca saçmalamayı, gösterişçi atıp tutmayı ve sonunda kibirli tanrısızlığı öğretir. Türkiye’nin yarım bilimi ve yarım bilim adamı, bilim zevkini ve özgür araştırma iradesini öldürür.

Özgür bir insan yetiştirmek için akademinin kendisinin özgür olması, baskı altına alınmaması ve korkmaması gerekir. Gerçek bir akademi yaltaklanmaz ve pohpohlanmaz. Ama Türkiye’de, her türlü hakikati saptıran, her türlü mertebe duygusunu ayaklar altına alan bu alçakça, nankörce pohpohlayıcı ve aldatıcı üslûptan utanırsınız. Halbuki akademya, aldatıcı doksoloji yoluyla tiranların gözüne girmeyi değil, gerçeği makul bir şekilde öğretmeyi amaçlar.

Türkiye’de öğretenler ve bu yarım bilimin yetkilileri hiçbir zaman ne araştırmacı ne de bilim adamı olmadı ve bağımsız düşünemedi: Kendine güvenen bir ukalanın çok okuması, çok şey hatırlıyor olması, onu bir bilim adamı yapmaz: O sadece bir “el kitabı” ve çoğu zaman başkalarının (genelde Batılı) düşünceleri üzerinde beceriksizce akıl yürüten bilgisiz bir reklamcı, sonuçların makinisti, takipçisi ve taklitçisi, o babasının katili olan kasaba ağasının peşinden tavuk gibi koşandır. Derin olan her şeyi önemsize, rafine olan her şeyi ham olana, zor olan her şeyi kolaya, ruhî olan her şeyi maddeye, temiz olan her şeyi kirliye ve kutsal olan her şeyi aşağı olana indirgeyen bir adam, kör bir adam ve kültürü yıkıcıdır.

Her şeyi bildiğini, her şeyi anladığını ve herkese öğretebileceğini ve halkı geliştirebileceğini sanan adam, aslında hiçbir şey bilmiyor ve ahmaklık kelimesinin ifade ettiği bu şahsî cehalet kuyusuna düştüğünden şüphelenmiyor bile. Çapkın cehaleti, devrimlerinin en başından itibaren ortaya çıktı …

Aslında Kemalizm’in ciddiye alınacak bir tarafı yok, ama öğretileri var diyelim ve bunlar şöyle derler: “İşte falanın söylediği, filanın onun düşüncesini böyle yorumladığı, bundan kendi sonuçlarınızı çıkarın; çünkü bunlar zorunludur, asrî medeniyetin hakikatlerini sağlarlar!” Bununla Türkiye’nin tarihî bünyesine yabancı, Batı’nın aldatıcı, kaba, yavan düşüncesini dayatır. Peki bu ölü kaynaktan hangi sonuçlar çıkarılabilirdi ki? Bağımsız değildir, tembeldir, canlı gözlem yapamaz, ama kibirli, kışkırtıcı, ukala ve saplantılıdır. Bu düşünce karşısına Türk tarihinin canlı gerçekleri çıktı. Ancak rejim yetkilileri, bu uygunsuz ve inatçı gerçeklerin üzerine gitti. İnatçı istatistikî rakamlar manipüle edildi; inatçı fenomenler susturuldu, inatçı insanlar zindana gönderildi veya öldürüldü; inatçı sosyal sınıflar bastırıldı veya ortadan kaldırıldı. Türkiye bir korku ve ölüm ülkesine dönüşmeye meyyaldir.

Gerçek bilim fenomenlerin, doğanın ve insanların tarafsız ve özgür gözlemi ile… Bu tür bir gözlemden, deneyle pekiştirilen ve özgürce organize edilmiş tecrübeden sonra, düşünce, ihtiyatlı bir şekilde genellemeye yükselir; maddî ve ruh-manevî olanın yasalarını telaffuz etmeye çalışır. Burada özgür ve bağımsız düşünmek, hareket halindeyken subjektif deneyimden öğrenmek ve bilginizin nerede bittiğini ve muhakeme gücünüzün nerede tükendiğini kesin olarak bilmek gerekir. Gerçek bilim sezgiyle derinleştirilir, yani ilk önce insanın içine nüfuz eden canlı tefekkürle, tek bir fenomenin derinliklerine ve ikincisi, inceleme sırasında farklı parçalara ayrılan bütünü doğru bir şekilde hayal etmeye ve yeniden kurmaya çalışır. Sezgi, tümevarımı (tafsilden icmale) kendisiyle doyurmalıdır; o zaman gerçek inceleme gerçekleşir. Sezgi olmadan, tümevarım esas olanı gözden kaçırmaya başlar ki, bu, ferdî hayatın sırrıdır. Buna mukabil ölü ayrıntılara düşer, her şeyi atomize eder, isteyerek ve anlamsızca eşitsizi eşitler, “ağaçlar için ormanı görmez”, yani dünyayı ve İlâh’ı dünyanın tozu için görmez. Bir milletim ve bir devletin hayatı, özgür araştırma ruhunu böyle öldürürken inşa edilemez.

Herkes, her yerde gereklidir: tarladaki çiftçi, sığır yetiştiricisi ve ormancı, savaştan önceki subay, keşif askeri, ve jeolog, mühendis ve hâkim, doktor ve eğitimci, tüccar ve sanayici, muhterem öğretmen ve terzi… “Yaşamaya değer bir hayat” için, verili ortamına yeni bir şekilde yön veren tefekkür, en iyi sonucu, en değerli, en uygun ve hatta belki kurtarıcıyı arayan bir insandan oluşur.

Türkiye neslinin talihsizliği, onların üzerine sistematik olarak bağımsızlık eksikliğinin empoze edilmiş olmasıdır. Ve aynı zamanda onlara empoze edilen bu yabancı düşünce içinde güvenle hareket etmeyi öğreten bir zihnin teslimiyeti. Bu bilim değil. Onlara bilim öğretilmedi. Onlardan gizlendi. Ve bunu onlara göstermeye ve öğretmeye çalışanlar etkisizleştirildi. Böylece ne özgürlük ne de akademi bilmeden büyüdüler, yıllarca bir nevi totaliter katorgaya alıştılar.

Akedemya, kölece beslenerek, kölece bir düşünce aşılamakla, onlardan özgür Türk vatandaşları, millî bir aydınlar sınıfı, Türkiye’nin zaman ve mekânından sorumlu araştırmacıları değil, Batı’nın yarı zeki ve itaatkar hizmetkârlarını üretmek için her şeyi yaptı.

Pandemi ile iyice belli oldu ki, yarım bilim ve yarım bilim adamı insanlığın en korkunç belâsıdır; vebadan, kıtlıktan ve savaştan beterdir… Yarım bilim, kendini satın alan sermaye gibi bir despottur.

Yeni nesillerin en mutena güçlerinin bu hipnoza ve bu köleliğe boyun eğmemeyi başaracağına, Türk ruhu ve millî bağımsızlık ve özgürlük özlemini koruduğuna ümit ediyoruz. Bu hipnoza yenik düşenlerin bile uyanacaklarından, kendilerini silkip atacaklarından gerçek bilgi ve gerçek düşünme isteyeceklerinden şüphemiz yok. Ama bunun için öncelikle bu rejimin kendilerine ne yaptığını, onları nereye götürdüğünü ve onları neye mahkûm ettiğini anlamaları ve sonuna kadar düşünmeleri gerekir. O zaman tüm zihnî ve ruhî istidatlarını cesaretle yeniden incelemek ve özgür düşünme ve sorgulama ruhunu öğrenmek isteyeceklerdir.

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: