RÛM SÛRESİ EKSENİNDE RUSYA-BATI SAVAŞINA BAKIŞ

Mehmet ŞÂKİR

Rusya ile Ukrayna arasındaki savaş, başladığı tarihten itibaren bana Kur’ân’ı Kerîm’de müstakil bir sûre olarak yer alan Rûm Sûresi’ni tedai ettiriyor. Şöyle ki, o gün Hıristiyan Roma karşısında sapık ensest ilişkilerin saraya kadar intikal ettiği ateşperest Mecusi Sasaniler varken bugün biri ehli kitap ortadoks Rusya diğeri her türlü dinsizliğin sapıklığın hükümetlerin teşviki ve yasal guvenceleriyle koruma altına alındığı ve dünyaya empoze edilmeye çalışıldığı Amerika öncülüğündeki kapitalist Batı var.

Âlemlere rahmet Peygamberimiz’in gönderildiği sıralarda doğu Roma ile Sasani İran, dünyanın en büyük iki devletiydiler. Hindli Süleyman Nedevî Efendi’nin Asr-ı Saadet tarihinde ifade ettiği üzere peygamberliğin beşinci, yani Milâdın 613. yıllarında bu iki komşu ve rakib devlet, birbirleriyle kanlı bir savaşa girişmişlerdi. İran, İkinci Hüsrev’in, Rûm Herakl’in hükmü altındaydı, sınırları Dicle ve Fırat nehirleri üzerinde birbiriyle birleşiyordu. Filistin, Suriye, Mısır ile Irak’ın bir bölümü ve küçük Asya (Anadolu) Rûmlara tâbi idi. İranlı’lar, Rûmlara iki taraftan saldırdılar. Dicle ve Fırat üzerinde (ezreât ve Busrâ) mevkilerinden Suriye’ye, Azerbeycan ve Ermenistan tarafından küçük Asya’ya saldırdılar. İran orduları, Rûm kuvvetlerini her iki cepheden geri atarak denize dökünceye kadar takip etmiş, Suriye’deki bütün mukaddes şehirleri zabtetmiş, Milâdın 614. yılında bütün Filistin ve Kudüs’ü ele geçirmişti. Bu istilâ sırasında bütün kiliseler yıkılmış, bütün dinî binalar tahrib edilip kirletilmişti. İranlılara katılan yirmi altı bin Yahudi, altmış binden fazla Hıristiyanı kılıçtan geçirmişlerdi. İran kisrasının sarayı, öldürülen otuz bin kişinin kafatası ile donatılmıştı.

Bu istilâ tufanı, burada durmayarak Mısır’ı da basmış, Milâdın 616. yılında İranlı’lar bir taraftan Nil vadisini işgâl ederek İskenderiye’ye ulaşmışlar, diğer taraftan bütün Anadolu’yu ele geçirerek İstanbul’un Boğaziçi sahillerine kadar gelmişler, Roma İmparotorluğu’nun başkenti olan Kostantiniye (İstanbul) şehrinin karşısında görünmüşler, saltanatlarını Irak, Suriye, Filistin, Mısır ve Anadolu’ya yaymışlardı. İranlılar, girdikleri her yerde ateşgedeler (Ateşe tapanların, ateş yaktıkları tapınaklar) meydana getiriyorlar ve böylece Hıristiyanlığın çıktığı yerlerde ateşperestliği yayıyorlardı. Roma İmparatorluğu’nun bu yenilgisi karşısında kendisine tâbi bulunan birçok vilâyetler isyan etmiş, Afrika’daki ülkeler, Avrupa tarafındaki vilâyetler, hatta İstanbul’a komşu şehirler, bu devletin egemenliğinden çıkmak istemişler ve çıkmışlardı. Kısaca Roma İmparatorluğu darmadağın olmuş, helâk olup yerlere serilmişti.

Romalıların bu yenilgi haberi Mekke’ye ulaştığı zaman müşrikler sevinmiş ve müslümanlara karşı onların yenilgisinden duydukları sevinci açığa vurmuşlar: “Siz ve Hıristiyanlar kitap ehlisiniz, biz ve Fâris (İranlılar) ümmiyiz; bizim kardeşlerimiz, sizin kardeşlerinizi tepelediler. Biz de sizi tepeleriz” demişlerdi. Bunun üzerine Allah Resûlü’nün bir mucizesi olmak üzere bu âyet inip buyuruldu ki: Gerçi Rûmlar yenildi yerin en yakınında, Mekke toprağının, yani Arabistan’ın en yakınında; Şam’da yahut Rûm başkentinin pek yakınında, ki orası jeolojik olarakta yeryüzünün en düşük seviyesidir.

O sırada Rûm İmparatorluğu öyle perişan olmuştu ki, iç isyanlarla devlet ihtilâle uğramış, ordusu dağılmış, hazinesi boşalmış, imparator Herakl’in barış teklifi İranlı Husrevin önüne kırıcı aşağılık mukabele ile kabul edilemez bir hâl almıştı. İmparator Herakl İstanbul’u terkederek Kartaca’ya kaçmayı bile kurmuştu. İranlıların galip kumandanları, zaferin verdiği sarhoşlukla şu barışı teklif etmişler: İmparator, İranlılar tarafından istenecek her şeyi verecektir. Bu cümleden olarak bin yük altın, bin yük gümüş, bin yük ipek, bin at, bin kadın teslim edecektir. Rum İmparatorluğu, bütün bu aşağılayıcı şartları kabul etmiş, bu esaslar üzerinde barışı imzalayacak delegeler göndermişlerdi.

Bu delegeler, İranlıların yanına vardıkları zaman Hüsrev, şu sözleri de söylemiş: “Bu yeterli değildir. Bizzat imparator Herakl, karşıma zincirler içinde gelerek asılıp çarmıha gerilmiş olan ilâhına karşılık ateşe ve güneşe tapmalıdır.” İşte o yenilgi, böyle bir yenilgiydi. Böyle bir çöküş içinde Romalıların birkaç yıl zarfında canlanıp yeniden galip geleceklerine kesinlikle hüküm vermek şöyle dursun, ihtimâl vemek bile normal olarak akılların havsalasına sığacak bir şey değildi.

Fakat böyle bir zamanda Allah Teâlâ, Resûlüne gayptan şu haberi bildiriyordu: Bununla birlikte onlar, bu yenilgilerinin ardından kesinlikle galip gelecekler. Hem uzak değil. Birkaç yıl içinde…

Ki, “bıd” kelimesi üçten dokuza kadar olan bir sayıyı ifade eder, nitekim bu âyet inince Hz. Ebu Bekir (r.a.), o sevinen müşriklere şöyle demişti: “Allah, sizin gözlerinizi aydınlatmayacak, Peygamberimiz haber verdi. Yemin ederim ki, Rûmlar birkaç yıl içinde İranlılara mutlaka galip geleceklerdir.” Buna karşı Übeyy b. Halef: “Yalan söylüyorsun, haydi aramızda bir müddet tayin et, seninle bahse girelim.” dedi ve her iki taraf ta on deve üzerine bahse girişip, üç yıl müddet tayin ettiler. Ebu Bekir, durumu Resûlullah’a haber verdi. Resûllullah (s.a.v.) “Bıd’, üçten dokuza kadardır, miktarı artır, müddeti uzat.” buyurdu. Bunun üzerine Ebu Bekir çıktı, Übeyy’e rast gelince o: “Galiba pişman oldun” dedi. Ebu Bekir de: “Hayır” dedi, gel seninle bahsi artıralım, müddeti de uzatalım, haydi dokuz seneye kadar yüz deve yap. O da: “Haydi yaptım” dedi. Tirmizî’nin Sahih’inde rivayet ettiği üzere “Bedir” günü Rûmlar, İranlılara galip geldiler, Ebu Bekir de sonra onu Übeyy’in vârislerinden aldı, peygambere götürdü. Peygamber (s.a.v.) de ona: “Bunu tasadduk et” buyurdu.

Önünden de sonundan da emir Allah’ın, yani Rûmlar galip gelecekler diye ondan sonra emir ve irade, hüküm ve kumanda Rûmların olacak zannedilmesin; onlar galip gelmezden önce emir, ne onların, ne İranlıların olmayıp Allah’ın olduğu gibi, onların galip gelmesinden sonra, yine Allah’ındır. O, önce onları mağlub ettiği gibi, sonra da eder. Hem de o gün, yani Rûmların, İranlılara galip geleceği gün müminler sevinecek Allah’ın yardımıyla, yani ötede Rûmlar, İranlılara galip gelirken aynı zamanda beriden müslümanlar da Allah’ın yardımıyla müşriklere karşı zafer elde edecekler, yalnız Rûmların galip gelmesiyle değil, Allah’ın özellikle kendilerini galip kılan yardımıyla sevinecekler. Müminlere bu şekilde vaad edilen bu yardım, bu sevinç, “Bedir” zaferidir. Nitekim Teberî Tefsiri’nde “O Bedir’de müminlerin, müşriklere galip gelmesidir.” demiştir.

Gerçekten Tirmizî’nin rivayetine göre Rûmların, İranlılara galip gelmesi “Bedir” günü olmuştur. Fakat galibiyetin geniş bir şekilde açıklanması, Hudeybiye sıralarında bilinebildiği ve Hz. Ebu Bekir de develeri Übeyy’in kendisinden değil, sonra vârislerinden aldığı için bazıları bu ferah gününü, Hudeybiye günü sanmışlardır. Hindli Süleyman Nedevî Efendi, Asrı Saadet tarihinde bunu şöyle tesbit etmiştir: “Resûl-i Ekrem’in işareti gereğince dokuz yıl sonra peygamberin bu haberi gerçekleşmiş ve onun gerçekleşmesi “Bedir” zaferinin elde edilmesine rastlamıştır.” Sahihi Buhari’nin açıkladığına göre Hz. Peygamber’in Herakl’e gönderdiği mektubu taşıyan elçi, Suriye’ye ulaştığı zaman Herakl, zaferini kutluyordu. Roma takvimine göre Hz. M…….’in peygamberliği, 609 yılında meydana gelmiş, Roma ile İran arasındaki düşmanlık, 610’da başlamış, 13-14 yılları savaş içinde geçmiş, 616’da, Romalılar yenilmişler, 622’de karşı harekete geçmişler, 623’de galibiyete başlayarak 625’te kesin zaferi elde etmişlerdir. Yenilginin başlangıcıyla galibiyetin başlangıcı arasında dokuz yıl geçmiş olduğu gibi, kesin yenilgi ile kesin galibiyet arasındaki müddet de dokuz yıldan ibaret bulunuyor. Rûmlar, düşmanlarını Dicle ve Fırat’ın gerilerine atmışlardır. Böylece tam haber verilen müddet içinde kesin üstünlük tamam olarak “Birkaç yıl (bıd-ı sinin) içinde galib gelecekler.” haberi her yönüyle gerçekleşmiştir. Şu hâlde bundan dokuz yıl önce, yani hicretten yedi yıl önce, peygamberliğin yedinci yılı Kur’ân, bu haberi verirken açıkça dokuz yıl da demeyip “Birkaç yıl” diye bir çeşit kapalılıkla ifade etmesinde de olaya uygunluk bakımından derin ve kapsamlı bir belagat ve geniş bir anlam varmış. Çünkü “bıd-ı sinin” (birkaç yıl) demekle hem galibiyet süresi olan üç yıla, hem yenilgi sonundan “Bedir”e rastlayan ilk galibiyete kadar olan yedi yıla, hem de kesin galibiyet süresi olan dokuz yıla uygun düşebilecek bir işaret vermiş bulunuyor ki, bunlardan birisi açıkça ifade edilseydi olayın bütün safhaları gösterilmiş olmaz ve dolayısıyla bu kapsamlı icaz tarzı bulunmazdı. Bir de bu açıklamadan asıl maksat, Rûmların galibiyetinden çok, müminlerin ilâhî yardım ile sevinecekleri günün tarihini tesbit etmek olduğuna işaret edilmiş oluyor. Çünkü “birkaç yıl” kapalı olmakla beraber galibiyetin gerçekleşmesine bağlı olan “o gün” belirlidir. Bu bakımdan âyetin bu sevinç gününü gösteren mucizesi, Rûmların galibiyetini haber veren mucizesinden daha şanlıdır.

Evet buyuruluyor ki: “Rûmlar, yenilgilerinin arkasından birkaç yıl içinde galib gelecekler, önünde de sonunda da emir Allah’ındır. Onlar galib geldikleri sırada müminler de Allah’ın yardımıyla sevinecekler.” Bu nasıl olur demeyin. O kimi dilerse yardım eder, dilediğini muzaffer kılar. Yani O’nun yardımı sebeplere bağlı değil, sebepler O’nun iradesine bağlıdır. Dün İranlıları galib kılmış iken, yarın Rûmları galib kılar. Bir de bakarsın hiç ümit edilmedik bir zamanda, tutar hiçbir kuvvetleri yok zannedilen müminleri hepsine karşı galib ve muzaffer kılar. Ve aziz O’dur. Rahîm O’dur. Hiç mağlup olma ihtimali bulunmayan izzet (güç, kuvvet) sahibi ancak O’dur. Ebu Bekir (r.a.) bahsi kazandı. Bu şekilde Allah Resûlü’nun peygamberligini isbat eden bir mucize daha gerçekleşmis oldu.

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: