HİCRET
Necip FAZIL
Allah Resûlü dini tebliğe başladıktan sonra imân ateşi Medine’ye de sıçramış ve Medine’de büyük bir müslüman toplumu teşekkül etmiştir. Mekkeli müşriklerin baskııs karşısında Medine müslümanları Allah Resûlü’nü beldelerine davet etmektedirler. Bundan sonrasını, Hicret’in hikâye ve mânâsını, Üstad Necip Fazıl’ın ölümsüz eseri Çöle İnen Nur’dan takip edelim:
YENİ ÇIĞIR
Artık büyük dâva merkezden muhite sıçramıştır. Bu muhit, genişleye genişleye bütün insanlığı içine alabilir. Kurtarıcılık merkezinin bizzat bu muhit içine girecekleri ân, Saadet Asrının ikinci çığın açılacaktır.
Allah’ın Resûlü bu yetmiş kişiden on ikisini, geriye kalan Medine müslümanlarına kolbaşı seçtiler ve dua buyurdular…
Hâlâ her şey Kureyş kâfirlerinden gizli… Birtakım sızıntılar etrafı yalamaktadır amma, plânın azametini anlayan yok… Yalnız nur alevlerinin şimdi Medine’yi sarmaya başladığı, uzaktan küfrün gözüne, anlaşılması imkânsız, acayip bir manzara gibi görünüyor. Korkuyorlar, fakat anlamıyorlar. Anladıkları sadece, müthiş bir hareketin hazırlanmakta olduğu…
KARARGÂH MEDİNE
Allah’tan, küfre silâhla karşı çıkmak emri geldi ve artık karargâh Medine…
– Teker teker, üçer beşer, Medine’ye göç etmeye başlayınız!
Öncüler harekete başladı.
İlk giden Ebu Selem olmuştu. Medinelilerin biy’atinden bir yıl evvel…
Sonra Âmir bin Rebia ve zevcesi Leylâ… Arkasından Abdullah bin Cahş…
Derken bölük bölük Sahabi… Hazret-i Ömer ve yakınları… Hazret-i Osman ve Habeşistan’dan dönenler…
Herkes gizlice çıkıp gittiği halde, Ömer, belinde kılıç ve elinde ok, hareketinden evvel Kâbe’yi tavafa gitti, yedi kere tavaf etti ve oradaki müşriklere şöyle haykırdı:
– İşte ben gidiyorum! Anasını ağlatmak, karısını kocasız ve çocuğunu babasız bırakmak isteyenler şu vâdiye doğru arkamdan gelsin!
***
Mekke ile Medine arasında, develerin ayak izlerinden dalgalı, dolambaçlı, âhenkli bir yol… Bu yolu, kâinat çapında bir kurtuluş hareketinin erleri, Allah Sevgilisinin Mekke’li Sahabîleri, tevhid muhacirleri açmıştır.
***
Mekke’de, Allah Resûlü’nün yanında, Ebu Bekr ve Ali’den başka kimsecikler kalmadı.
Ebu Bekr rica etti:
– Bana da izin ver, gideyim, Ey Allah’ın Resûlü!
– Katlan, yâ Eba Bekr; Allah’tan niyazım o ki, seni bana yoldaş etsin.
Ebu Bekr, başına inen gökler dolusu devlet altında, başını eğdi, tek kelime söylemedi.
YOL
KUREYŞ TOPLANIYOR
Kureyş bu anlaşılmaz, bu acayip, fakat ürkütücü işler karşısında, meclis evleri olan «Darün-Nedve»yi doldurdu. Bir araya geldiler. Saatlerce çekiştiler.
– Bölük bölük gidiyorlar! Nereye… Medine’ye mi?
Orada ne yapacaklar? Hiçbir şey belli değil… Bu gidişle her şey olabilir! Mekke’de O’ndan ve en yakın bir iki kişiden başka kimse kalmadı! İşte sessiz bir sıyrılışla içimizden çözülüyorlar! Yarın birdenbire tepemize düşmeyecekleri ne malûm!.. Göz göre göre razı olacak mıyız?..
Ve karar:
– Artık, ne pahasına olursa olsun, O’nu öldürmeliyiz!
***
Plân tamam… Gece evine gidecekler ve uykuda öldürecekler. Bir sürü kâfir bu vazifeyi üstüne aldı.
Allah’ın Sevgilisi her şeyi biliyor; yatağına yatmadı. Oraya Ali’yi yatırdı ve bir köşede «Yâsin» sûresini okumaya başladı.
Sıra, şu meâldeki âyete gelmişti:
«- Biz onların önlerine ve arkalarına duvar çektik ve şuurlarını körlettik. Ve işte görmezler.»
Ayeti sonuna kadar okudular, kalktılar, kapıyı araladılar, çıktılar.
Karanlıkta gölgeler. Kalblerinde âyet, yerden bir avuç toprak alıp karaltılara doğru serptiler. Yürüdüler. Ne gören var, ne bir şey anlayan… Bâsiretleri bağlanmıştır.
İbn-i Abbas:
«- O gece Allah Resûlünün saçtıkları topraktan kimin üzerine dokunduysa Bedr çenginde kılıçtan geçti.»
•
Âyet meâli:
«- Şöyle dua et; de ki: Yâ Rab, beni rızan ile ve hoşlukla gideceğim yere vardır. Ve rızan ile ve hoşlukla çıkacağım yerden çıkar! Ve bana öyle bir dayanak ver ki; düşmanlara karşı desteğim olsun…»
Biraz sonra bir kâfir gelip, Allah Resûlünün kapısı önünde bekleyenlere seslendi:
– Ne bekliyorsunuz?..
– O’nu gözetliyoruz!
– Gözetlediğiniz insan çoktan çıkıp gitti! Siz ayakta uyuya durun!
Baktılar ki, yatakta, taze delikanlı, Ali’den başka kimse yok.
Allah’ın Resûlü, Hazret-i Ali’ye emir vermişlerdi:
– Ben, Allah’ın emriyle Medine’ye hicret ediyorum. Sen birkaç gün burada kal; bendeki emânetleri sahiplerine teslim et ve ardımca gel!
Ve doğruca Ebu Bekr’e yollandılar.
Ebu Bekr Allah Resûlünün geldiğini görünce hayrete düştü. Böyle birdenbire gelişinin sırrı nedir acaba?..
Ve kapıyı açıp niyaz etti:
– Buyursunlar, ey Allah’ın Resûlü…
– Yâ Eba Bekr, Medine’ye hicret izni verildi. Gidiyorum.
– Ben de beraber miyim?
– Evet.
Ebu Bekr şevk ve saadet içinde atıldı:
– Binilecek iki devem var. Birini sen al!
– Parasiyle…
Buyurdu Allah’ın Resûlü ve deveyi satın aldı.
Ebu Bekr’in birçok hediyesini alan Allah’ın Resûlü, bu defa kabul etmemiş, nefsiyle ve maliyle hicreti tamamlamak istemişti.
Hazret-i Ebu Bekr, kızını çağırdı:
– Ayişe, yol eşyamızı hazırlayın!
Hazret-i Ayişe:
«- Aceleyle, giyecekleri hazırladık. Yiyeceklerini de bir torbaya doldurup ağzını bağladık. Allah’ın Resûlü parayla bir kılavuz tuttular, develeri ve eşyayı ona teslim ettiler. Amr isimli hizmetçilerini de beraber aldılar. Bunlara deniz tarafından gidip istikâmetini belli etmemelerini, dolambaçlı kavisler çizerek izleri karıştırmalarım ve üç gün sonra Sevr dağındaki mağaranın önünde bulunmalarını emrettiler. Kılavuz ve hizmetçi develerle gitti. Kendileri de babamla dosdoğru Sevr dağındaki mağaraya.»
MEKKE’DE FIRTINA
Ertesi günü Mekke çalkalandı:
– Gitmiş! Başlarını alıp gitmişler!
Duran adamın karşısında dişlerini gösteren ve hırlama tecrübeleri yapan köpek, o adam ardını dönüp yürümeye başlayınca nasıl köpürür?
Öyle köpürdüler.
Her sıyrılış, mutlaka arkasından bir atılış çeker.
Öyle atıldılar.
Aramadıkları delik, adam çıkartmadıkları istikâmet kalmadı. O’nu bulup da getirene yüz deve ihsan vâdettiler.
***
Pertavsızlarla inceliyormuş gibi, izler üstüne kapandılar…
Bir iz buldular. İki çift iz… Yanyana, birbiriyle sarmaş dolaş, biri öbürünün elinden, öbürü de diğerinin alnından öpen birer çift iz…
Domuzlar gibi izleri koklaya koklaya gittiler. Sevr dağı… Tepesine kadar çıktılar. İzler bir mağaranın önünde kesiliverdi.
Mağaranın ağzını kocaman bir örümcek ağı perdelemiş… Ağın ortasında iri bir örümcek, nokta kadar gözleri fırıl fırıl, uzun ayakları salıncağından yaylanıyor. Kenarda bir güvercin yuvası ve yumurtaları.
Mağaranın ağzı önünde konuşanlar:
– İçeride olmasınlar?
– Deli misin sen? Boydan boya örümcek ağma baksana!
– Ne olur, ne olmaz; bir kere girip bakalım!
Ümeyye bin Halef isimli kâfir.
– Haydi oradan, akılsızlar! Örümcek buraya daha M…….doğmadan ağlarını çekmiş…
Basıp gittiler.
***
Hazret-i Ebu Bekr:
«- Eğer içeriye doğru şöyle dikkatle baksalardı bizi görürlerdi.»
Allah Resûlü:
«- Yâ Eba Bekr; o iki kişinin üçüncüsü Allah olduktan sonra sen ne sanıyorsun? Kim, ne görebilir?»
***
MAĞRA VE ÖTESİ
MAĞARADA
Hazret-i Ebu Bekr:
«- Mağaranın içinde gördüm ki, mübarek ayaklan kanamış… O nermin ayakların sahibi, yalın ayak yürümeye ve cefa çekmeye alışık değillerdi.»
Hazret-i Ebu Bekr:
«- Ey Allah’ın Resûlü, ben basit bir ferdim; ölmüşüm, kalmışım, ne çıkar! Amma sana bir zarar erişecek olursa bütün ümmet helak olur!»
Allah’ın Resûlü:
– Merak etme, Eba Bekr, Allah bizimledir.»
Mağarada üç gün kaldılar. Ebu Bekr Hazretlerinin oğlu Abdullah, geceleri gelip kendilerini ziyaret ediyor, Mekke haberlerini veriyor ve gün doğmadan gizlice Mekke’ye dönüyordu.
***
Mağarada Allah’ın Sevgilisi, mukaddes başını, âlemin en büyük Peygamber dostu Ebu Bekr’in kucağına koymuş uyumakta…
Ebu Bekr, uyanıklığı mı, uyku hali mi daha güzel ve canlı olduğunu kestiremediği bu yüze bakıyor. Allah Sevgilisinin yüzü…
Anîden, mağaranın deliklerinden birinde küçük bir yılan başı gördü… Hemen çıplak ayağı ile deliği tıkadı. Ebu Bekr’in ayağına incecik bir neşter gibi yılanın dili girip çıktı. Ebu Bekr acıdan yandı. Fakat Allah’ın Sevgilisi uyanmasın diye hiç kıpırdamadı. O kadar yandı ki, gözlerinden yaş boşandı ve şıp şıp, Allah Resûlünün yüzüne damladı.
Uyandılar:
– Ne oldu yâ Eba Bekr?
– Hiç efendim!
Karşılıklı oturdular.
Sevr mağarasında bu karşılıklı oturuşun sırrı bilinse…
MÂNEVİ MİRAÇ
Peygamberin miracı değil bu; o, hâs ismiyle tek ve mutlak Miraç…
Bir de Allah’ın her insana açık bıraktığı bir yol var. Allah’a ermenin yolu…
Allah’a ermenin, Allah’ta fenâ ve bekâ bulmanın, İlâhî marifete ulaşmanın yolu… Erenlerin yolu… Erenler dediğimiz harikulâde insanların yolu… Mansur’un yolu, Mevlânâ’nın yolu, Yunus Emre’nin yolu ve daha nice, her biri bunlardan her birinin bilmem kaç misli değerinde nâmsız ve nişansız Allah dostlarının yolu… Velîler yolu…
***
Evvelâ imân, sonra şeriat, sonra tarikat, peşinden hakikat ve mârifet yolu… Tek kelimesiyle tasavvuf yolu…
***
Tasavvufun dine sonradan girdiğini, şuradan ve buradan devşirildiğini, hiç değilse dini yumuşatmak ve derinleştirmek için doğduğunu, yoksa sert ve çetin ölçülerden ibaret dinin böyle bir ruha malik olmadığını sananlar vardır.
Güneşin, ışığını aydan aldığı fikrinden daha bedbaht bir zan…
Yarasalara mahsus bir görüş…
Böyleleri, genişliğine, uzunluğuna, derinliğine tam ve mutlak hacim belirten dinin derinlik buudunu göremeyenler ve onu ruhlarında satıh haline getirenlerdir. O’nu anlamayanlar. Halbuki şeriat O’nun, Allah Resûlünün zâhiri, tasavvuf da bâtınıdır. Biri, içinde nur cümbüşü kopan perdeleri kapalı elmas sarayın dışı, öbürü de içi ve ziyafet sofrası… Ve her şey O’nunla ve O’ndan.
***
O’nun zâhiri, O’nun bâtını… O’nun dış ve iç tecellileri… Tek dâva ve yol, O’nun ruhaniyetine yapışmaktan ibaret… O’nsuz oluş yok… Bu ruhaniyet, dışına hiçbir sızıntı vermeyen sert ölçülerin hendese şekli gerisindedir ve iç ve dış, birbirine sıkı sıkıya mutabıktır. Ve insan veya topyekûn insanlık, bu ölçülerden geçecek olursa, tepesine ebediyet yağmurunun indiğini ve Allah’a giden yolun açıldığını görecektir.
***
Mağaranın içinden öyle bir pencere açtık ki, kucakladığı ufukları en kaba topografya nisbetleriyle belirtmek için bile, kütüphaneler dolusu kitap yazmak lâzım…
Pencereyi kapatıyor ve sadece dipsizlik âleminden bir işaretçik çekip dış plâna dönüyoruz. İşte bu yolu O, Allah’ın Sevgilisi, Sevr mağarasında açtı ve ilk bâtın istikâmetini Ebu Bekr’e gösterdi. Ebu Bekr’i karşısına aldı, dizleri üstü oturttu, gözlerini yumdurdu ve kendisine gizli zikir tâlim etti:
– Dilini damağına yapıştır, hiç oynatma, bütün canı kalbinde topla ve onun içinden gizlice haykır; Allah, Allah, Allah…
***
Kutuplann kutbuna bağlı tarikat yolunun ikinci kutbu Hazret-i Ali… Ona gösterilen de açık zikirdir. Ağız ve kalb bir arada zikir…
Bâtın yolu iki kapıdan Allah’ın Sevgilisine varır; Ebu Bekr ve Ali kapıları… Birinde fârika gizlilik, öbüründe açıklık…
***
Gizli zikir fârikasıyle, Ebu Bekr geçidinden Allah Resûlünün ruhaniyetine varan yolun, hiç bozulmadan bugüne kadar gelmiş bir mektebi vardır.
Açık zikrin ise, bozulanı ve bozulmayaniyle birçok mektebi var… Çoğu bozulmuş ve çığırından çıkmış…
İşte, her dalında binlerce kol ve budak fışkırmış olan erenler ağacının bozulmayan halkalanışı, «Silsile-i Zeheb» Altun Silsile:
Ebu Bekr O’ndan aldı ve sırasıyla biri öbürüne verdi: Selman-ı
Farisî…
Kasım bin Muhammed bin Ebu Bekr…
Cafer-i Sâdık…
Bayezid-i Bestamî…
Ebülhasan-ı Harkaanî…
Ebu Ali Farimedî…
Yusuf-u Hemedanî…
Abdülhâlik Gucdevanî…
Arif-i Rivegerî…
Mahmud Encir Fagnevî…
Ali Râmitenî…
Muhammed Bâbâ Semmasî…
Seyyid Emir Külâl…
Şah-ı Nakşibend Muhammed Bahaeddin…
Alâeddin Attar…
Yakub-u Çerhî…
Ubeydullah Ahrar…
Muhammed Zahid…
Derviş Muhammed…
Hacegi Emkengî…
Muhammed Bâkibillah…
İmam-ı Rabbanî…
Muhammed Masum…
Seyfüddin…
Seyyid Nur…
Mazhar-ı Can-ı Cânan…
Abdullah Dehlevî…
Mevlânâ Halid…
Seyyid Tâha…
Seyyid Fehim Arvasî…
Seyyid Abdülhakîm Arvasî…
***
Ortalama kırkar sene ara ile bin dört yüz yıla yakın bir zaman şeridini tutan bu kademeler, Mukaddes Emaneti, bir avuç su halinde sahibinden aldılar ve tek zerresini dökmeden birbirinin avucuna devredip zamanımıza kadar getirdiler.
«Altun Silsile»nin son kahramanı, Efendim, Mürşidim ve Kurtarıcım Abdülhakîm Efendi Hazretleri, 1943 yılında Ankara’da vefat etti ve Bağlum köyünün silik ve sönük mezarlığında, namsız ve nişansız bir taşın altına geçti.
***
Tek avizesinden tek mumda sayısız güneşler pırıldayan, Allah Sevgilisine ait bâtın sarayı yolunun, kapkaranlık Sevr mağarasında açıldığını pek az insan bilir.
NUR SÜTUNU
YOLA DEVAM
Mağaradan çıktılar. Develeri ve hizmetçileri buldular ve Medine yolunu tuttular. Artık tarih, zamanı sayabilir… Birinci sene…
İslâm takvimi işlemeye başlıyor.
Yolda «Kudey» diye bir yer var. Orada Ümm-ü Mâbed isimli bir kadın… Gelip geçenlere yiyecek içecek satıyor. Son derece acıkmışlardı. Kadına hitap ettiler:
– Yiyecek bir şeyin var mı?
– Hiçbir şeyim kalmadı, kusura bakmayın!
Bir tarafta cılız bir koyun…
Allah’ın Resûlü sordular:
– Şu koyuncağızın sütü de mi yok?
– Nerede, dedi kadın; öyle bitkin halde ki, sürüye gidemedi. İşte
olduğu yerde duruyor.
Allah’ın Resûlü cevap verdiler:
– Eğer izin verirseniz biraz sağalım. Ne çıkarsa bize yeter…
– Buyurun; tecrübe edin!
Allah’ın Resûlü, koyunun yanına gitti, çömeldi, ellerini uzattı ve «Allah’ın izniyle» deyip sağmaya başladı. Süt… Süt fışkırarak geliyor. Çanak öylesine doldu ki, kendileri, mağara dostu ve hizmetçileri kana kana içtikleri halde yine arttı.
Onlar yola çıktıktan sonra Ümm-ü Mâbed’in kocası geldi:
– Bu ne hâl? Bu koyunun tek damla sütü yoktu.
Bir mübarek adam geldi. Allah’ın ismini söyleyip elini uzatır uzatmaz süt inmeye başladı.
– Nasıl adam anlat?
Nur yüzlü insan… Simsiyah saçlı, simsiyah gözlü, incecik kaşlı ve gür kirpikli… Gözünün karası gayet siyah ve akı gayet bembeyaz bir insan… Uzun boylu… Sesi ne fazla kalın, ne ince; amma fevkalâde tatlı… Konuşması harika…
– Kureyş’ten çıkan Peygamberdir bu zât… Keşke geldikleri zaman evde bulunaydım!
***
Memesine, Allah Resûlünün parmakları değen koyunu uzun zaman sağdılar. Koyun, kıtlık ve hayvan hastalıkları zamanında bile sütünü eksiltmedi.
GERİDE OLANLAR
Hazret-i Ebu Bekr’in kızı Esma Hatun:
«Allah’ın Resûlü ile babam çıkıp gittiler. Ne olup bittiğinden hiç haber alamadık. O günlerde, arkasında Kureyşli-lerden bir topluluk, Ebu Cehl kapımızın önüne geldi ve bana haykırdı:
– Nerede baban?
– Hiç haberim yok!
Yüzüme bir tokat attı, kulağımdan küpem düştü.»
•
Ebu Bekr ailesiyle Ali’ye, yapmadıkları baskı bırakmadılar.
***
Atlı veya yaya, Allah Resûlünün peşindeler. Süraka isimli biri, atiyle sağa sola seğirtirken onları gördü. Hazret-i Ebe Bekr de atlıyı görünce korktu:
– Ey Allah’ın Resûlü, kâfirler bizi bastı!
– Korkma, yâ Eba Bekr, kâfirler bize zarar eriştiremez.
Atlı, uzaklardan, dört nala üzerlerine geliyor. Allah’ın Resûlü ellerini kaldırıp dua ettiler. Karşılıklı sese gelebilecek bir mesafede Süraka’nm atı suya düşmüş gibi göğsüne kadar kumlara batıverdi. Çabaladıkça battı. Meydanda, atın başiyle Süraka’nm göğsünden yukarısı…
Süraka haykırdı:
– Bildim; duan ile oldu! Yine dua et kurtulayım, düşmanlarını savayım!
Bir duada sıçrayan ve kurtulan at… Süraka ileride müslüman…
MEDİNE UFUKLARI
Medine… Medeniyet kelimesinin mefhum yatağı Medine… Peygamber beldesi Medine… İşte incecik hurma ağaçları ve dümdüz damlı çatılarıyle ufuk çizgisi üstünde yayılmış, «Medine-i Münevvere» olmaya can atıyor. Ve zira işte, mesafeleri ağzında tatlı tatlı, ahenkli ahenkli çiğneyen bir deveye binmiş, yanında mağara dostu Ebu Bekr, Medine’ye Nur geliyor.