BİR BAUDELAIRE ŞİİRİ: İNSAN VE DENİZ
İNSAN ve DENİZ
Hür adam, denizi seveceksin daima!
Deniz aynandır senin; ruhunu seyredersin.
Onun sonu gelmeyen coşkun dalgalarında
Kalbinde bir uçurumdur, onun gibi derin…
***
Benzerinin koynuna dalmak en büyük zevkin;
Gözlerin, kollarınla sarılırsın ona sen.
Ve kalbin bir an dertlerini unutmak için
Kuvvet alır o vahşi ve yırtıcı seslerden.
***
İkiniz de karanlık görünmek istersiniz;
İnsan; ölçen olmadı daha derinliğini!
Bilen yok koynundaki servetleri ey deniz!
Saklayın sırrınızı günahlarınız gibi.
***
Ama asırlar asrı işte böyle durmadan
Aranızda bitmeyen, insafsız bir savaş var.
Öyle hoşlanırsınız ölümden ve vurmadan;
Ey ayrılmaz kardeşler, ey sonsuz kavgacılar!
BAUDELAIRE
Çeviri: Naci Erdel
Şiir meselesinde dünya edebiyatının en müşterek olduğu bahislerden birisi, şiir çevirisinin asla şiir sayılmayacağı, her şiirin kendi dil imkânları ile vücuda gelmiş canlı bir organizma olduğu ve esas cazibesini yazıldığı dilin inceliklerinden aldığı hususudur. Hatta Paul Valery meşhur poeikasında şiiri “başka dile çevrilemeyen şey” diye tanımlayacak kadar katıdır. İşte bu sebepten, Valery’nin Vergilius’u Fransızca’ya çevirdiğini öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Ayniyle “bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” durumu…
Bir zaman sonra aynı hayreti bir kere daha ama bu defa tersinden olarak kendi edebiyatımızda da yaşadım. Baudelaire’in en ünlü şiirlerinden birisi olan Le Balcon şiirini Cahit Sıtkı Tarancı Türkçemize öyle bir itinayla çevirmişti ki,“Tarancı’nın edebiyatımıza kazandırdığı en iyi şiir Otuz Beş Yaş değil, Baudelaire’den çevirdiği Balkon şiiridir” tarzında hakikat payının yüksek olduğunu düşündüğüm bir nükte dökülmüştü dilimden. Onun çevirisinden Balkon’u okumak, Tarancı’nın en baba şiirinden daha hoş geliyordu bana. Şaşkınlığım ise seneler sonra Cahit Sıtkı’yla ilgili bir yazıda, onun “bir şiiri kepaze etmek istiyorsanız, başka dile çevirin” sözüne tesadüf etmek oldu. Bu sözü herkes söyleyebilirdi ama Balkon şiirini kendi yazdığı şiirlerden daha usta bir dil sağlamlığı ve vezin örgüsüyle, sanki onun Türkçe yazıldığını düşündürtecek kadar şairce çeviren Tarancı söyleyemezdi.
Bütün bunları gördükten sonra yaşadığı dönem Paris’inde kendi yazdıklarından evvel adını Edgar Allen Poe çevirileriyle duyuran Baudelaire’in kendi şiirlerini İngilizce’ye çeviren bir gence kızmasına pek tabii olarak şaşırmadım. Üstelik, “Baudelaire, tercümenin sanat olduğunu isbat eden biridir. Kelimelere körü körüne bağlı kalmıyarak, cümlelerin yapısını ve iç ahengini de kendi diline aktarabilmiştir.”(Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Muztaribler, 2.Cilt, İbda Yay. 1.Basım, Aralık 2003, İstanbul, s:621) Böyleyken kendi şiirlerinin çevirisine sıcak bakan birisi değil.
Şimdi bu teori ile pratik arasındaki aykırı duruma takılıp, büyük Fuzuli’nin ifadesiyle;
“Aldanma ki şair sözü elbette yalandır”
Demek mi icap eder; yoksa estetikçi Sabahattin Eyüpoğlu gibi bu şairlerin “zararsız” çelişkilerini “şiir çevrilmez derken de haklıdırlar, şiir çevirirken de haklıdırlar” tarzı sevimli bir iyimserlikle kabul etmek mi? Dünya şiiriyle teması tercümeler sayesinde olagelmiş birisi olarak elbette ikinci şıkkı tercih ederim.
Yahya Kemal’den sonra edebiyatımızda ciddi anlamda rubâî yazan şair, Arif Nihat Asya’yı saymaz isek yoktur. Fakat Yahya Kemal’in kendi rubâîleri kadar Hayyam’dan çevirdikleri de Türk şiirinin bir zenginliği olmuştur. Yahya Kemal bunları çeviri kabul etmez; onlara Türkçe söyleyiş der. Zaten vefatından sonra bunları derleyip yayınlayan talebeleri de kitaba, onun rızasına uygun olarak “Hayam Rubâîlerini Türkçe Söyleyiş” adını vermiştir. Bugün bu eser kendi rubâîleriyle beraber aynı cilt içinde basılıp yayınlanmakta ve okunmaktadır. Bundan bahsedişimizin esas sebebi, şairin onlara yaklaşımıdır. Çünkü bu yaklaşımda büsbütün bir “şiir çevirisi nasıl olmalıdır” tartışmasına yön verecek çok mühim bir tez vardır. Yahya Kemal bunları aslına sadık kalma ve çeviri yapma kaygısıyla değil, bizzat kendi ifadesiyle “Hayam bu rubâîyi Türkçe söyleseydi nasıl söylerdi” merakıyla yazmıştır. Bir nevi Hayyam’ı kendi içinde Türkleştirmiş, diğer taraftan da kendisini başka bir dil ve zaman şartlarında Hayam kılığına sokmuştur.
Yabancı bir topraktan kendi dil iklimine şiir aktarma metotlarından birisidir bu ve beleşçiliğe en açık olanıdır. Bu kadar beleşçiliğe açık olduğu için de en zoru… Çünkü diğer çeviri metodu olan “aslına sadık kalarak çeviri” ne kadar okunabilirlilikten uzak olursa olsun en azından eserin aslına dair bir kemiyet hakikati taşır. Aslında şiir çevirilerine dair birbirine taban tabana zıt bu iki metot, bizzat tenkid sanatına dair münekkidler arasındaki usul farklılığının bir benzeridir. Edebiyat tenkidi de yüzlerce senedir “objektif eleştiri” (mutlakçı teori) ve “izlenimcilik” arasında gidip gelmektedir. Bu açıdan biz şiir çevirilerini de bir nevi şiir tenkidi (kritik) saymakta mazuruz.
İzlenimci tenkidin ustalarından Anatole France’ye göre; “usta bir eleştirici şaheserler ortasında ruhunun maceralarını anlatan insandır.” Bu tenkid usulü bir yönüyle çok kolay olmasına rağmen, muvaffak olabilmek çok zordur. Hani bir Dostoyevski romanında kendi ruhunun macerasını yaşayabilmek için nasıl bir ıstırap hamuruyla yoğrulmuş bir erginlik gerekir; tahayyül edin. Eğer bir Andre Gide değilseniz yazdıklarınız ne kadar sudan ve temelsiz kalacaktır. Aynı şekilde bir Hayyam’ı Türkçe söyletebilmek, yahut bir Baudelaire’e ayrı bir lisânın toprağında yeniden şiir yemişleri açtırabilmek için bu şairlerin iç dünyalarıyla ve onları besleyen sosyal ve kültürel atmosferle hemhâl olmak kadar; o dünyanın renk ve ses cümbüşlerini kendi lisânında pırıldatmaya yetecek bir şairane duyuş da lâzımdır. Diğer türlü iş beleşçiliğe gider ki, aslıyla zerre kadar ilgisi olmayan şeyleri, hiç hesap vermeye yanaşmaksızın “bende konuşan Baudelaire budur” cinliği ile tercüme diye yutturmaya kalkarsın. İyi de sen kimsin? Yahya Kemal dışında kim Hayyam’ı Türkçe söyletmeye kalksaydı maskara olurdu; net.
Şiir ve çeviri hususu üstünde durmamızın nedeni Türk şiirinde artık bir Baudelaire gerçeği olduğunu düşünmemizdir. Edebiyatla yakından ilgilenenler için 19. yüzyıl Fransız şiiri denilince aklımıza gelen ilk isim çoğunlukla Baudelaire olur. Çünkü hiçbir şair onun kadar çevrilmemiş, Türkçeye kazandırmak için bin bir çeşit tefsire mevzu olmamıştır. Bunda şairin mesela baştan sona sembol ormanlarında gezen bir Rimbaud’a göre anlaşılmasının daha kolay ve çizdiği genişlemesine dekorun okuyucuyu içine daha çabuk davet etmesinin payı yüksektir. Mânâ daha berrak olunca başka bir dilde estetik hazzı en azından duyguların akışında yakalama şansı…
20. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren Les Fleurs Du Mal (Kötülük Çiçekleri) içinde yer alan şiirler çeşitli mütercim ve daha önemlisi şairler tarafından o kadar çok Türkçeye dökülmüştür ki, en kaliteli Baudelaire çevirilerini derlemek ve bunları tıpkı Yahya Kemal’in Hayyam’a yaptığı gibi “Baudelaire Şiirlerini Türkçe Söyleyiş” adıyla yayınlamak şahane olabilir. Şüphesiz Şehabettin Süleyman ve Âlişanzâde İsmail Hakkı ile başlayan bu furyada çoğu tercüme gerçekten şiir değil, şiir çevirisidir. Bazılarında onların şiir olduğunu unutup kelimesi kelimesine çevirme “sadakâtinin” komiklikleri de ayrı bir bahis… Ama özellikle bazı kelle kulak yerinde şairlerin ve Sabahattin Eyüboğlu gibi zevk sahibi estetikçilerin üç beş çevirisi vardır ki, bunlar şiir tercümesi olmanın ötesinde artık Türk şiirinin bir kıymeti olmuş sayılabilir. Mesela Dranas’ın tercüme ettiği Düşman şiiri, Baudelaire’in L’Ennemi şiirinin tercümesi olduğu kadar ve ondan ayrı olarak artık Türkçe içinde yeni ve okunmaya değer bir şiirdir. Fahriye Abla şairinin kendi öz şiirlerinden daha fazla bir kuvvet ifade eder. Aynısını yukarıda Cahit Sıtkı’nın Balkon tercümesi için söylemiştik ki, tercümenin ötesinde artık Türkçeye ait bir şiiriyet değeri taşıyan seçkin bir misâldir. Bunların aslına ne kadar sadık kalarak bu dilin peteğine döküldüğünün artık ne önemi var?
Demek ki, tercüme münekkidlerinin üzerinde yoğunlaşacağı iki unsur var. Bunlardan ilki aslına ne kadar sadık kalarak Türkçeleştirilmiş. Diğeri de, şiirin kelimelerini değil ama ruhunu Türkçenin güzelliği ile ne kadar bütünleştirebilmiş ve tercüme ettiği şairi kendi dilinde ona yeni bir şiir yazdırırcasına konuşturabilmiş? Akademisyenler için belki ilk kısım mühimdir ama iç dünyasını çeşitli şairlerin ışığı ile aydınlatmak isteyen şiir okuyucularının tercihi muhakkak ikinci kısımdaki örnekler olacaktır.
Bizi bütün bunları düşündüren sebep Baudelaire’in Naci Erdel imzasıyla senelerce evvel Türkçeye kazandırılmış bir şiiri oldu: İnsan ve Deniz. O kadar araştırmamıza rağmen aynı imza ile bundan ayrı sadece bir tanecik daha Baudelaire çevirisi bulabildik; ancak bahsedilen şiiri o kadar benimsedik ki, artık ona tercüme demeye dilimiz varmıyor ve “Baudelaire Türkçe konuşmuş” demek istiyoruz. İnsan ve Deniz şiiri Baudelaire’in dilimize en fazla çevrilen şiirlerinin başında gelir ve Orhan Veli’den tutun Ahmet Necdet ve Sait Maden’e kadar Baudelaire’in kapısını çalanlar arasında bu şiiri Türkçenin imkânlarıyla yeni baştan tefsire yeltenmemiş çok az isim vardır. Ancak kim olduğuna dair bir malûmata erişemediğim Naci Erdel imzalı olanı Türkçe zevkiyle oluşturduğu tedailer bakımından bizce en dikkate değer olanı… Tercümeye dair belki söylenebilecek tek olumsuz şey, ilk mısradaki “homme” kelimesini tıpkı başlıkta olduğu gibi “insan” olarak değil de, kelimenin ikinci karşılığı olan “adam” olarak çevrilmesidir.
Homme libre, toujours tu chériras la mer!
Diğer bütün Baudelaire mütercimleri buradaki homme ibaresini İNSAN olarak çevirmişken, bu şiirin Türkçe içinde en fazla şiir tadı veren çevirisinde “adam” olarak geçmesi pürüzsüz bir ciltte iri bir sivilce gibi dikkat çekmektedir. Şiirin başlığını Adam ve Deniz olarak değil, İnsan ve Deniz olarak kullandıktan sonra daha ilk mısrada insandan vazgeçmek izah edilecek bir şey değil.
Hür adam, denizi seveceksin daima!
Yerine, daha geniş ve kelimenin ÂDEM anlamıyla beraber düşünerek;
Hür insan, denizi seveceksin daima!
Seslenişini benimsediğimizi ifade edelim.
Baudelaire’e göre insanın tabiattaki en büyük benzeri, onu hayvan, bitki ve madde unsurları içinde en fazla ifade edeni denizdir. Varlık âleminde hiçbir şey deniz kadar insan ruhunun karşılığına denk gelemez. Niçin denizi sevmemiz gerektiğinin cevabıyla beraber daha ikinci mısrada bunu görüyoruz:
La mer est ton miroir ; tu contemples ton âme
Naci Erdel’in çevirisiyle (ki bütün tercümelerde birkaç ufak kelime farkıyla bu mısra aynen böyle çevrilmiştir) okursak;
Deniz aynandır senin; ruhunu seyredersin.
İBDA Külliyatı boyunca DENİZ, AYNA ve İNSAN kelimelerinin tedai zenginliği olmasa, bu şiir bu kadar dikkatimizi çeker miydi? Denizin ruhuna ayna olduğu insan HÜR insandır ki, İBDA Külliyatı boyunca hürriyet bahsinin varoluş hakikati ile iç içe işlenmesi külliyatın temel meselelerinden birisidir. Hürriyetin Hakk’a esaret davası oluşunun açılımı hâlinde bir çeşit şuur seviyesi bahsiyle birlikteliği… Eşya ve hadiselerin kontrolünden kurtulan şuuru onların ilerisine sıçratma hamlesinin bir sonucu oluşu… Demek ki, hürriyet bahsi aynı zamanda şuur gelişimi süreciyle ilişkili ve şuur seviyemiz eşya ve hadiseler zeminini fethedebildiği kadar ideal hürriyete yaklaşıyoruz. Mutlak mânâda hür olan Allah Resûlü idi; çünkü mutlak mânâda Hakk’a esaretin hakikati onun şahsında tecellî etmişti. Böylece eşya ve hadiseler planının en ilerisindeki fethedici şuurun Peygamberimizin ferd hakikatinde toplu olduğu anlaşılıyor. Bu arada hadiseler derken günlük basit hadise planının ötesinde ve kendi içimizde yaşanan hareketliliği de kastettiğimizi belirtmek durumundayız. Bu iç âlemin fethi sonucunda ise, “Kişi kendini bildiğince Rabbini bildi” ölçüsüne sarkar mevzu… Bu da bir başka yönden ideal hürriyete yönelik hamle…
Eşya ve hadiselere hapis olan sözde İslâmi edebiyatçıların(!) aksine bunların ilerisinde yol arayabilen ve adeta istidraç bahsini hatırlatan birtakım nasipsiz yazarlar da ters tarafından hürriyet hamlesini yürütenler… Fethedebildikleri alan kadar da ilgiye lâyık… Baudelaire bunların en önde gelenlerindendir ve böylelerinin hikaye ve mânâlandırması İBDA Mimarı’nın düşünce tarihine dair yazdığı dört ciltlik Büyük Muztaribler adlı eserinde topluca çerçevelenmiştir.
Nureddin Topçu,“Bergson”la ilgili kitabında şu ifâdelere yer veriyordu: “Kavramlar realiteyi bize ancak dışarıdan temaşa ettirir, onun içerisine sokamazlar. Realitenin kabuğunu delip içine nüfûz ettiren dinamik hayâllerdir.” (Nureddin Topçu, Bergson, Dergah Yay., 2 Basım, 1998, s. 85)
İşte, Baudelaire’de bizi cezbeden ve özellikle bu şiirinin üstüne düşme sebeplerimizden birisi… Niçin bir takım “İslâmilik” iddiasındaki edebiyatçı bize tesir etmiyor da, Baudelaire etrafında bir iz sürme çabasına giriyoruz? Şundan ki, diğerleri varoluş hakikati “realiteye” kavramlarla dokunduğu zannındayken, Baudelaire gibi cins şairler “gözü açık rüyâ görürcesine” eşyanın mahrem bölgelerinde dolaşıyor. Nasıl ki, mücerret şiir bir takım mücerret kelimeleri sıralamak değilse, bazı İslâmî ıstılahları tekerleme gibi yuvarlamak da onlara nüfuz edildiğini göstermez. “Kavramlar realiteyi bize ancak dışarıdan temaşa ettirir” ve içinde “İslâm, Allah, Peygamber” gibi kelimeler var diye herhangi bir şiir İslâmî sanata misâl gösterilemez.
Hür insana denizin ayna olarak çevrilmesi de dikkate değer. Ayna denildiği zaman bunun da İBDA külliyatında çok zengin karşılıkları vardır ki, bizim ilk aklımıza gelen tevhid bahsidir. Veliye tevhidi soruyorlar ve “iki ayna bir elma” cevabını veriyor. Yani karşılıklı iki aynanın ortasında tek ve bir olan varlığın sonsuz görüntüsü… İBDA Mimarı, kendi ifadesiyle “ideali aramayla toprağa bağlanma arasında bir berzah” diye tarif ettiği bu dünyadaki imtihanımızla beraber tevhid meselesini seneler önce şu şekilde şiirleştirmişti:
“Toprak diyor ki kalma
Benden göğe hicret et
İki ayna bir elma
Gurbette bitmez gurbet”
(Salih Mirzabeyoğlu, Kayan Yıldız Sırrı, 4.Basım, 1996, s:25)
Tabii burada esas dikkat çekici olan ve bütün bu mânâlandırmalara yön veren ise bizzat DENİZ kelimesinin İBDA külliyatı boyunca yön verdiği ve ışık olduğu zenginlik… Üstad’ın Kumandan Mirzabeyoğlu’na “bir takdim yazım olacak, bütün hüviyetin görünecek” dediği malûm ve meşhur takdimden: “tabiat denilen yaratıklar âleminin sırlarını denizlerde arayan ve deniz içi hayatı kurcalayan…”
Tilki Günlüğü’nden:
“Lisân “deniz” demek… “Denizde deniz içindeki hayatı kurcalayan”la, “lûgatta lûgat içi hayatı kurcalayan” aynı iş üzerinde…” (Salih Mirzabeyoğlu, Tilki Günlüğü, Cilt:1, İbda Yay. Ekim 1991, İstanbul, S: 512)
Yeniden Baudelaire’e dönecek ve onun sesini kendi ruhumuza tercüman kılacak olursak:
“Hür insan, lûgatı seveceksin daima,
Lûgat aynandır senin, ruhunu seyredersin”
Bir başka mısra:
“Bilen yok koynundaki servetleri ey lûgat!”
Bu çerçevede “lisân gönlün aynasıdır” olarak altı çizilen hikmet… “Her şeyden önce kelâm vardı” denir ve Allah’ın bizi KÜN-OL” emriyle yarattığı malûm. Bu sebeble Muhiddin Arabi Hazretleri “varlıkların hepsi Allah’ın kelimeleridir” buyurmuşlardır. Bütün bu meseleleri eserler boyu işleyen İBDA Fikriyatının Mimarı Salih Mirzabeyoğlu, şunları da yazar:
“Kelâm, taayyün ve belirmek mânâsındadır ve ruhun isimlerinden biri de “kelme-i ehem”; öne alınmış söz, sözün öne alınmışı… Demek oluyor ki, meçhulden kurtarılması gereken malûmların başında, “her şeyden önce kelâm vardı!” hikmeti bulunuyor.” (Kayan Yıldız Sırrı, 4.Basım, 1996, s:7)
Anlaşılacağı üzere, kelâmın sırrı yaradılışımızda gizlidir. İBDA Mimarı’nın bir şiirinde;
“Deniz lisân benzeri
Varlık yokluk mahşeri” (Kayan Yıldız Sırrı, a.g.b. s: 93)
Diye anlattığı durumu Baudelaire’in denize seslenişiyle paralel seyredince ayrı bir keyif verdiği muhakkak.
İnsan ve Deniz şiiri Baudelaire’in olduğu kadar “denizde deniz içi hayatı kurcalayan” HÜR ADAMIN şiiridir.