3. BOĞAZ KÖPRÜSÜ’NÜN ANADOLU AYAKLARININ ARAZİSİ KİME AİT?

3. BOĞAZ KÖPRÜSÜ’NÜN ANADOLU AYAKLARININ ARAZİSİ KİME AİT?

Siz kimin vatanını kimden sakınıyorsunuz ey kızıllar ?

İstanbul Boğazı’na yapılmakta olan 3. köprüye ilk Osmanlı Halifesi ve de bir İslam-Şeriat savaşçısı olan ve de Safevi’lerin panzehiri olarak bilinen “Yavuz Sultan Selim” Rahmetullahialeyh’in adının verilmesi üzerine; malumdur ki Safevi zihniyetteki bir kısım kişi ve camialar köpürdüler. Bu ismin verilmesini kınadı hatta bazı tel’in ettiler…

Bir zamanlar Gazi Emir Sebüktekin, Gazi Sultan Gazneli Mahmud Bin Sebüktekin, Tuğrul Bey Gazi, Gazi Sultan Salâhaddîn Eyyubi, Gazi Sultan Zahir Baybars, Halife Sultan 1. Selîm Gazi, Halife Sultan Süleyman Gazi, Halife Sultan 4. Murâd Gazi, Gazi Çerkes Öztimur Paşa, Gazi Öztimuroğlu Osman Paşa’ların (Rahmetullahialeyhimecmaiyn) Şii-Batıni ekollere göz açtırmadığı Suriye, Irak, Yemen ve Horasan beldelerinde günümüz cephelerinde, “Rafızi Safevi – Nuseyri – Yezdi – Pkk – Borazani Pejmürdeleri – Rusya – Çin – Sırbistan – Abd – Avrupa – İsrail” vs küfür ittifaklarının; Ehli Sünnet Müslümanlara karşı verdiği şu gündeki amansız saldırılarla ve Suriye ve Mısır ilk defa Yavuz Sultan Selim zamanında Osmanlı’ya ilhak edildiği, ve mücahidler tarafından sürekli olarak “Osmanlı-İran” savaşlarına atıf yapmak için Şii hilalinden “Safeviler” diye bahsediliyor olmasıyla aynı zamana denk gelmesi; bu isim olayında yerli safevilerimizi iyice çileden çıkarttı ve asırlardır aldattıkları ve bazı cahil bırakıp sömürdükleri bir kısım şii ve kızılbaş komşularımızı yeniden kinle doldurmaya başladılar.. Köprüye o isim verilirse onlar da ibadethanelerine ve derneklerine vs Şah İsmail adını vermekle tehdit ettiler.. Şah İsmail mi fethetti bu toprakları ki onun adını vereceksiniz, diye sorulsa ne derler merak etmekteyiz..

Evet, bazı azınlık şii ve kızılbaş komşuları fitlemeye başladılar. Fakat bu kesim, bilhassa yeni nesiller artık birçok mit ve rit hakkında sorgulama sürecine girdiler ve Camiler’e ve Ehli Sünnet kaynaklara yöneldiler. Mesela bu kesimin gençlerinden “Neden tarihte hiç şii fütuhatı yok” veya “Neden Guantanamo’da ve Ebu Garib’de hiç şii mahkum yok” veya “Neden Bismillah’ı haşa Bismişah yapıyoruz, bu kafirlik değil mi?” veya “Dedeler ve Seyitler sınıfının sermayesi nereden ve neden?”, “Seyyidler hums denen paraları halktan hangi delile göre alıyor?”  gibi sualler soranlar ve bu meseleleri mercek altına alanlar çıkmakta… Belki de asla Ehli Sünnet’in “Benim fetvamla çelişen bir Sahih Hadis elinize ulaşırsa benim fetvamı çalın duvara” diyerek kendisinin hatadan masum olmadığını belirten Uleması veya; alkış-tören bölüğüne “Mağrurlanma padişahım senden böyük Allah var” dedirten veya kendisine “Gavur padişah” diyen bir vatandaşa bile müsamaha gösteren abid-zahid ruhlu Ümerası gibi olamayan; aksine kendilerini kutsayan ve kınanamaz-eleştirilemez “ruhbanlar” olarak belleten bir kısım Ayetullah, Ahund ve Dedelerin sultası artık sallanmakta olduğu için farklı farklı çözüm ve ittifak arayışlarına girmeye başladılar.. Elden kayıp gitmesi endişesini duydukları hums, zekat ve bağışlar var, başka da bir çok akidevî-siyasî-iktisadî olası kayıplar var kapıda… Sadece babası da dede veya seyit diye kendisi hiçbir hüneri maharet ve fazileti olmadığı halde saygı görmesini, şöhretini, alkış seslerini ve kendisine secde edenleri kaybedecek olması bile sömürücülere kayıp olarak yeter de artar bile… Kaldı ki dediğimiz gibi, dahası, yani maddi bazı kayıplar da var işin içinde… Değirmenin suyu kökünden kesilmek üzere..

Senelerdir sadece adını duyduğumuz ama Türkçe’ye tercüme edilmediği ve Türkiye’de basılmadığı veya bir iki defa hatâen bastıklarında İran konsolosluğunca ve şii lobisince anında piyasadan toplattırıldığı için biz bir çok islamcının bile vaktiyle gerçekliğine dair şüpheyle baktığı ve hüsnü zan ile yaklaşalım diyerek inanmak istemediği bazı İran ve Irak basımı mühim-temel Şii eserlerin; aynen ecdadımızın büyüklerimizin bize söylediği gibi olduğu; Yani bu Şii temel kaynaklarına göre haşa Kuran’ın Ashab tarafından tahrif edildiği veya Ashab’ın haşâ kafir oldukları, bazı Validelerimizin haşâ kafir veya iffetsiz oldukları, Şia imamlarının sözlerinin vahiy mertebesinde olduğu ve tartışılamayacağı, hatta yerin göğün işlerini yapan şerikler olduğu manasına gelecek kelamlar gibi vs sayısız küfür kebâir nakillerle dolu olduğu tercüme ve nakillerle ifşa olmakta, Şia akidesini ifşa eden ve Şia’nın temel kaynaklarından ve icraatlarından nakillerle örnekleyen bir çok eser neşredilmekte; ve her eve ve cebe sığan hazır kameraların yani cep telefonlarının ve internetin sayesinde İran ve Irak Şii camilerinde en üst düzey lider, ve imam ve vaizlerin alenen yukarıda sadece bir kaçını bahsettiğimiz küfürleri dillendirdiklerini görebilmekteyiz… Mızrak çuvala girmiyor artık…

Artık takiyyeleri işe yaramayıp çatırdayan Şii ekoller bu ifşaatlarla paniklemekte ve enteresan ve ibretlik çözüm ve ittifak arayışlarına girmekteler… Üstelik Türkiye Aleviliği her ne kadar da Şeriat’a muhalif bir çok küfür batıl olan itikat, söz ve amellerle dolu olsa da; her şeyden evvel, bazıları itibarıyla söylemek gerekirse, takiyye yapmadıkları ve gündelik komşuluğumuzda, tabiri caizse merdinin mert olduğu ve de Şianın diğer bazı bazı galiz küfürlerinden ve öyle kaynaklarından habersiz olmanın verdiği avantajla bu bazı Şia küfürlerden habersiz ve alakasız oldukları da ayrı bir sıkıntı şiiler açısından. Ayrıca Şii avamının da bir kısmı, üst düzeyde ayetullah ve ahundların vs okuduğu bildiği birçok kitabın galiz küfürlerle dolu içeriğinden habersizler gibi. Şii lobileri; Türkiyeli Alevi komşularımızı nasıl edip de Şiiliğe ve bu Savaşa çekeceklerine dair projeler, program ve geceler, özel günler vs tertip ettirmekteler. Uğrunda timsah gözyaşı döktükleri Ehli Beyt istismarıyla bu işi kotarmak arzusundalar… Lakin; kendileri akidevi açıdan açıkça küfür üzere olmakla birlikte, bir takım insani hasletlere sahip nice alevi komşumuzla evrensel ahlak kaideleri ve ortak-benzer bir takım örf çerçevesinde, mahallemiz idi iş ortamı idi vs imkanlarla insani ilişkilerimizin devam etmesini ve bunun bize büyük bir tebliğ-davet ortamı sunduğunu ve yeni nesillerin bir çok hurafe ve batılı sorguladığını da hazmedememekteler… Üstelik bizlerin bir kısım sözde sünni tarikat, cemaat ve partilerin batıl ve küfürlerine de muhalif olduğumuzu gören bu bir kısım alevi gençlerin bizim adil bir şekilde “her türden” bidat ve batılın karşısında olduğumuzu görüp daha sıcak bulmaları ve en azından dinlemeleri, inançlarını sorgulamaları, düşünmeleri ayrıca öfkelendirmekte Şia Ruhbanlarını ve Alevi Dedeler sınıfını..

Halihazırda; Suriye’de Ehli Sünnet’e karşı Safevi – Nuseyri – Yezdi – Pkk – Borazani – Rusya – Çin – Sırbistan – Avrupa – Amerika – İsrail ittifakı gibi şeyler aslında Safevi ekolün son çırpınışları olduğunu, bu ihanet ve rezaletleri; haşa “Beşar Esed’den başka ilah yoktur” diyen Nuseyriler’le kardeş olan ve akla hayale sığmaz işkence ve zulümlere imza atan Şii ve Kızılları görerek araştırmaya giren tabandaki binlerce gencin elden çıkmak üzere olduğunu, hatta Şii-Alevi veya Pkk asıllı bazı gençlerin batıldan tevbe-teberri edip bizzat Cihadcı gruplara katıldığını görüp iç yüzlerini daha da ortaya koyan fevri ve net açıklamalar yaptıklarını görmekteyiz. Bu öfke patlamaları vesilesiyle artık takiyye de yapmayan Şia’nın galiz sarih küfürleri defaatle ifşa olmaktadır… Her ne kadar kendileri için “Rusya-Çin” gibi kızıl bloka sırt dayamışlar dendiğinde; sizin Cihadcılarınız da “Amerika-Avrupa”ya sırt dayamış deseler de, Amerika ve Avrupa gelirse ona da vuracağız diyen mücahidlerin bu yöndeki beyanat ve icraatları ve bu türden Cihad Teşkilatlarının gerek Suriye ve Irak’da gerek Afganistan, Afrika ve başka yerlerde Amerika ve Avrupa’ya en ağır darbeleri indirdiği hatta elan yeryüzünde onlara karşı mücadele veren tek güç oldukları gerçeği bu iddiayı yalanlamakta ve şia lobilerini daha da karamsarlığa ve garip çıkış yolları aramaya sürüklemektedir..

Hilafet’in o şanlı “Ayyıldız“ının olmadığını fırsat bilen Rafızilerle Kürtçü laik küffar şer ittifakı içerisinde, ve tam da İslam âleminin kalbinde bir “Şii Hilali” ve onun müttefiki Kürtçü “Kızıl Yıldız” olarak deccalî bir surette tecessüm edip ümmetin kalbine saplanmış durumda iken, İdlib ve Musul Gazileri bu küfre ve ihanete dur demiş ve akınlar başlatmışlardır. Bu Şii Hilali ve Kızıl Yıldız Çin – Rus – Abd – Avrupa – İsrail gibi tüm baş tağutlarca desteklenmekte ve şımartılmakta iken bir Ehli Hak taife çıkıp bu oyunu bozmuştur!..  Salahaddin’den, Baybars’dan, Süleyman’dan, Murad’dan gelen bir ruhla..

Neyseki Rafıziler, eskiden bir Sünni görünce takiyye yapıp muğlak konuştukları şeyleri şimdi alenen ifşa etmektedirler. Mesela, gizlemeden açıkça haşâ ‘Ali ilahdır’ diyen ve buna haşâ ‘Esed rabdir’i de ekleyen Nuseyri kafirlere ilk başlarda sinsice ve gizlice olsa da sonradan açıkça kardeşim deyip sokulup, yanlarına asker katıp İslam’ın üstüne saldırtarak Şii lobileri ve kankardeşleri olan Sol hizipler, açıkça galiz küfürlerini kusmuş ve zaten mevcut galiz küfürleri daha da ifşa olmuştur. Bu son seneler bir çok küfür ve ihanet avam nezdinde de malum oldu hamdolsun..

2013-15 Sürecinde Muasır Pavlus Fetullah Gülen‘in; Mısır hadiselerinde Mürted Suud’un; Suriye meselesinde de Rafızi-Safevi İran-Irak-Lübnan Şiası‘nın; bizim nezdimizde zaten malum olan küfrü galizaları bir kez daha herkese aşikar olmuştur.. Dahası, Yezdi ve PKK güçleri ile Nuseyri Esed şebbihaları ve Safevi Şiileri bir kardeşlik içine girmişler, İslam karşısında “Küfrün tek millet” olduğu bir kez daha belli olmuştur.. Bu bahiste şu mühim risalemizde gerek naklî ve gerek aklî cihetten kafi derecede delil ve bilgi belge bulunmaktadır, meraklısını oraya havale ederekten konumuza dönüp meramımızı arzedelim..

/osmanlida-siilik-ve-kizilbaslik-meselesi/

Evet, dönelim 3. köprüye verilmek istenen isme… Bu babda evvelâ gerek bu Safevi misyonerlere gerekse aldatmaya çalıştıkları bazı Şii ve Alevi komşularımıza iki suâl sormak istiyoruz; ikisinin de cevabını vereceğiz tabi ki. İlk sualin cevabını herkes, cümle alem biliyor zaten. Lakin ikinci sualin cevabı da çok enteresan ama hakikat, ve yazık ki ehlinden başkası bilmiyor…

1) İslam Ümmeti tarihi boyunca, Asrı Saadet’ten, Emevi, Abbasi’ye, Osmani’ye yani 1920′lere dek toplam 1300 sene boyunca yeryüzünde İslam Devleti iktidar ve de hemen her devrinde tek süper güç idi… Ve tüm bu devirlerdeki fütuhatlara bakarsak, Endülüs’ten Türkistan’a, Kafkaslar’dan Yemen’e, İstanbul, Belgrad, Mohaç, Budin, Uyvar, Zigetvar, Gırnata, Kurtuba, İşbiliye, Malaga, Derbent, Kefe, Darfur, Singapur, Kaşgar, San’a, Herat, Buhara, Semerkant, Açe Sumatra, Filipinler.. Altay’lar’dan Atlaslar’a, Kafkaslar’dan Alpler’e, Fırat’tan Nil’e, Tuna’ya Ceyhun’a, Tarım’a, Hadramevt’den Deşti Kıpçak’a, Taklamakan’dan Kalahari’ye, kısaca deyim yerindeyse “Üç Kıta’ya Yedi Derya’ya”; İster kılıçla, fetihle, ister kalem ve ahlakla, tebliğle davetle kazanılmış yerler olsun; bu kadar fetihten ve ilhaktan kaç tanesini Şiiler veya Aleviler gerçekleştirmiştir?

El cevap: Hiç birisini! İlk Müslüman Türkler olan İdil Bulgarları ve Karahanlı’ya da Ehli Sünnet Hilafet vesile ve hami olmuştur, Endülüs’ten Türkistan’a Hindistan’a Fetihleri de hep Ehli Sünnet Hilafet orduları gerçekleştirmiştir.. Bu beldelerin tamamının da fetih ve ilhakını, Ehli Sünnet Vel Cemaat İslam Akıncıları ve Arifleri, Alimleri, Biiznillah gerçekleştirmişlerdir..

Ve bu yerlerden birisi ve fethi, hatta bir kaç defa fethi Hadislerde müjdelenmiş olan İstanbul da, birinci fethi Sultan Muhammed Fatih hazretleri eli ile gerçekleşmiştir.. Ve Hazreti Fatih Ehli Sünnet bir Gazi Padişah’tır. Ve Yavuz Sultan Selim O’nun öz torunudur ve varisidir.. İstanbul Boğazı’nın Anadolu tarafının ilk fetihleri Orhan Gazi zamanında Palekanon ve Maltepe savaşlarıyla başlamış, ve sonraki sultanlar devirlerinde bu yerleşim ve kontrol arttırılmış, boğazın iki yakasının da tam kontrol ve kalıcı fetihleri ise yine Sultan Fatih zamanında yapılmış ve artık Boğazlar ve Marmara’da Dar-ul-İslam olmayan bir belde kalmamıştır.. Şimdi hemen sormak lazım Safevilere ve kışkırttıkları bazı Şii ve Alevi komşularımıza; “Kimin mülkünü kimden sakınıyorsunuz?” Bu toprakları Darul İslam ve Vatan yapan Ehli Sünnet Emir Hazret-i Fatih’tir ve Yavuz Sultan Selim hazretleri de O’nun öz torunu ve de varisidir!.. Köprü Boğaz’a yapılıyor ve isminin de Boğaz ve İstanbul’un fatihleri olan Orhan Gazi’lerin Muhammed Fatih’lerin torunu olan “Yavuz Sultan Selim” olmasından daha normal ne olabilir ki? Velev ki bir tağuti idare tarafından inşa edilip bu isim verilmiş olsa da, bu isimden daha layık kim olabilir? Yoksa Abdullah İbni Sebe, Nasreddin Tusi, veya Fazlullah Esterabadi veya Hasan Sabbah ya da Kont Drakula, veya Şah İsmail adı mı verilmeliydi? (!) Geçelim ikinci suale..

2) Siz biliyor musunuz şu anda 3. Boğaziçi köprüsünün Anadolu ayaklarının yapıldığı bölge kimin arazisi?.. Hiç tarih okuyor musunuz veya hiç tapu kadastro ve arşivlere yolunuz uğruyor mu? Hiç bilimselliğin yanından geçtiğiniz oluyor mu? Ajite ve tahriplerle dolu “Yavuz 40 bin aleviyi” çoluk çocuk demedi kesti masalları ile birk ısım Alevi komşularımızı kışkırtmayı bırakıp da hiç tarih ilmi ile alakadar oluyor musunuz?..

El Cevab: O mıntıka ve civardaki pek çok yer “Selim Han-ı Kadim Vakfı“na aittir! Evet yanlış duymadınız; orası ve daha pek çok civar arazi Yavuz Sultan Selim hazretlerinin vakfiyesidir. Bu durumda soruyoruz siz, tabiri caizse; kimin mülkünden kimi kovmak istiyorsunuz?.. Değil laf etmek, sizin bir de oradan geçerken Yavuz hazretlerinin vakfına haraç vermeniz gerekmektedir!

Bu bölge Beykoz ilçesinin Anadolu Hisarı-Yoros-Riva arasında kalan 150.000 dönüm kadar arazi komple Yavuz Sultan Selim Vakfiyesidir ve 1927′den sonraki Laik Tuğyan yasalarıyla üzerlerindeki kiracılara dağıtılmış tapulanmış, orman ve mera olan kısımlar hazineye, orman müdürlüğüne vs “usulsüz” olarak verilmiş ve; halen bu Vakıf Mazbut bir vakıf olarak Vakıflar Müdürlüğü kontrolünde, tıpkı diğer binlerce ecdat vakfiyesi gibi mahv ve istismar edilmektedir, talan ve yağma ettirilmektedir..

Ecdadımızın “Menfaati İbadullah’a Ait Olur Vechile, Bir Ayn’ı, Cenab-ı Hak’kın Mülkü Hükmünde Olmak Üzere, Temlik ve Temellükten Mahbus ve Memnu Kılıp…” diyerek Allah Subhanehu ve Teala’ya adadığı ve sahibinin artık halife sultan ve devlet dahi olamadığı, devletin ve mütevellilerin sadece vakfın işlerliği için idare ve nezaret edip koruyup kollamakla gözettiği sayısız vakfımız “son 90 senedir” (ve “son on üç senede” de hiç hız kaybetmeden) aynen ilk yetmiş-seksen senedeki gibi talan ve yağma edildiği-ettirildiği acı ile temaşa ettiğimiz bir hadisedir… Umuyoruz ki R.T. Erdoğan bu islamcı gözüken bir kısım yiyici takımını tasfiye eder… Haddi zatında, duyduğumuza göre 2013-2014 sürecinin, Gülenist hilelerin komploların yılı olmasının arka planında; küfre “hizmet” nurculuğunun Erdoğan’dan tüm ‘Vakıflar‘ı istemesi, ve Erdoğan’ın da bunu red etmesi var… Allahu A’lem… Gülen ve çetesi bundan dolayı bu rezilliklere ve ihanete başvurdular, diye duyumlar almaktayız… İnşallah bundan sonra vakıflar biraz daha az yağmalanır.. Aslında hiç yağmalanmaz ve aslına münasip surette çalışır İnşallah diyoruz, ama bunun için Hilafet lazımdır.. O olacağı güne kadar ne kadar az sömürülse kâr, kurtarabildiğimizi kurtarmalıyız diyerek vazife başı yapmalı herkes… Her nerede bir vakıf gasbedilmiş veya sömürülmüş ise derhal ifşa edilmeli, müslümanlar medyayı biraz da bu hususta kullanmalıdırlar..

Bildiğimiz gibi 1927′de ve sonraki yıllarda çıkarılan çeşitli yasalarla, “Mukataa” ve “İcareteyn” usulü kaldırıldı ve vakıflara ait araziler o andaki kiracılarına tapulandı… Senelerdir kademe kademe İnkılaplarla, Şeriat Hükümleri iptal edildiği için Vakıf meselesinde de böyle bir Laik müdahalenin zamanının geldiğine inanan Rejim böylesi bir operasyonla Ümmetin “Cenab-ı Hak’kın Mülkünde” diye vakfedip “adadığı” nice araziyi (sadece Beykoz veya İstanbul için değil tüm Türkiye genelinde söylersek eğer) üzerindeki Sabetay, Ermeni, Rum, ve sair kodamanlar başta olmak üzere yer yer de kiracı olan sair halka tapuladı. Filmlere, romanlara da konu olan ve Osmanlı Devleti’ni feodal bir dikta gibi göstermek isteyen film ve romanlardaki “toprak ağalığı”nın bir kısmı aslında burada başladı, yani Laik Cumhuriyet’in meyveleri… Osmanlı’da ne kadar arazi ve dükkan vs “vakıf mülkü” idi diye merak edenler asrın tarih devleri olan büyük üstadlara ve sair ehil kimselere sorabilir…

İnanamayacaksınız ama adeta; neredeyse yediğimiz içtiğimiz oturduğumuz kalktığımız her yer “adanmış” vakıf mülkü! Nice şehrin eski çarşısı, merkezi, dükkanlar veya arazileri arsaları ve şehir dışında da nice tarım ve orman arazileri, daha nice “ayn” hep vakıf mülkü!

Tarım arazileri şahıslara tapulanırken aynı alan içinde kalan ormanlık mera vb alanlar zaman içerisinde Orman Müdürlüğü veya Hazine’ye “usulsüz” olarak devredildi. Halbuki sözde yasaya göre bile; vakfına ait kalması gerekirdi… İşte 3. Köprünün geçeceği Anadolu ayaklarının olduğu yer de böyle bir arazidir ormandır… Yani o arazilerin mukataalı mutasarrıfı olmadığı için (orman olması sebebiyle) kimseye tapulanamaz ve hazineye de devredilemez. Vakfına ait kalması gerekirdi.. Velhasıl teknik kısımla fazla sözü uzatmadan kafaları yormadan şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki; İslam Şeriatı esaslı yasama-yürütme-yargı ve idare etme, iptal edildiği için, bu mevcut batıl-kul uydurması hükümlerden birisi de bahsettiğimiz 1927 ve sonraki senelerde çıkan alakalı kanunlardır ve de bunlara göre Ecdadımızın vakfettiği sayısız arazi, arsa ve dükkan yağmalanmış, talan edilmiş-ettirilmiştir.. Ve bu aralıksız olarak devam eden bir yağmadır ki, son on küsur senede azaldığını zannederdik biz dahi, oysa son on küsur senede eskileri aratmayacak derecede bu tam gaz devam etmektedir… İlgilenecek cesareti olan satılmamış tüm kalemleri alakalı davalara, tapu ve arşiv belgelerine havale ederiz…

Şimdi bu sözleri söylemekle hükümet yardakçısı da olmadığımızı, Laik Demokratik Parlementoların ve İdarelerin tamamının bizim nezdimizde Tağut hükmünde olduğu inşallah anlaşılmıştır..

Lakin, mevcut AKP hükümetinin, bahsettiğimiz iki hakikati, hususan ikinci sorumuzda beyan ettiğimiz vakıf meselesini bilmeksizin tesadüfen Sultan Selim adını verdiği bu köprü meselesinde karşı tarafın yani Sabetay, Alevi ve sair bazı kesimlerin en çok oy verdiği CHP ve sair taifelerin haksız saldırıları ve Ecdat düşmanlıkları karşısında bu yazıyı hazırlamak ve meseleye dair elimizdeki pek çok belgeden biri olan ilişikteki belgeyi beyan etmek mecburiyeti hissettik..

Şimdi; madem İstanbul ve Boğaz, Ehli Sünnet Vel Cemaat İslam Askerleri olan “Osmanoğulları” eliyle fethedilmiş, ve dahi, madem o belde yani köprünün Anadolu ayaklarının olduğu yerler “Yavuz Sultan Selim Han’ın Vakfiyesi”dir; Bu durumda yapılması mantıklı olacak bir kaç şeyin başında şunlar gelir;

1) Köprünün ismi tesadüf veya daha doğrusu tevafuken de olsa Yavuz Sultan Selim olarak belirlenmiş, ille de yapılacaksa o halde bu isim gayet muvafıktır ve layıktır, öyle de kalmalıdır, bu bahiste iftira ve saldırıda bulunanlara cevaplar verilmelidir… Esasen bu ismin verilmesi bu, “vakıfların talanı” bahsini sürekli hatırlatma fırsatı doğuracağı için kalmalı diyoruz, yoksa o arazi ağacı kesilsin köprü yapılsın diye değil! Zira vakıf neye vakfedilmişse o işi görmelidir… Tabi onun için, İslam Devleti gerekirdi…

2) Bu köprünün aylık veya yıllık toplam gelirinden belli bir payın mutlaka bu Vakfa verilmesi, ve bu vakfın da hangi vakıf şartları varsa vakfiyesinde belirtilmiş, onlara göre yeniden canlandırılması ve o şartlar gereğince işlerliğinin sağlanması gayet mantıklı bir vefa borcu olacaktır.. Kaldı ki esasen bu arazilerden, değil 1927′den beri yapılageldiği gibi üzerindeki kiracılarına satılmış veya hediye edilmiş olması, köprü bile geçmesi caiz değildir; “vakfiyesinde” şart koşulan her ne hayrata adanmışsa arazi ve akarının o yönde tasarruf edilmesi gerekir… Lakin laik bir rejimden bu zaten beklenmez de.. Hani yani biraz olsun bu cürümlerini örtmek adına belki bir miktar pay ayırır ve bu vakfa verirlerse biraz daha büyümüş olur yama… Hoş bu yırtığı örtecek yama yoktur ya..

Selim-Han-i-Kadim-Vakfi-belge

Ek: Resimde ördüğümüz belge 1927′deki kanun değişikliği sebebi ile bahsedilen Beykoz-Yoros civarındaki “Selim Han-ı Kadim Vakfı”ndan olan 50 bin dönümlük bir kısmın tapusunun üzerindeki kiracılarına verildiği 1927 seneli Türkiye Cumhuriyeti belgesidir… Daire içine alıp çizdiğimiz yerde yazan Osmanlıca ibare: “Selim Han-ı Kadim Vakfından”… Halen o civardaki bir çok arazinin davaları devam etmektedir, dediğimiz gibi; bu mıntıkada Anadolu Hisarı-Yoros-Riva arasında denebilecek bir büyüklükte ve tamamı yaklaşık 150 bin dönümlük arazi Selim Han-ı Kadim Vakfı’na aittir, ki, 3. Köprü’nün Anadolu ayakları ve yolu da bu bölgedeki ormanlık alanda inşa edilmektedir…

Bir kaç ağacın davasını güden Taksim-Gezi eylemcisi Budacı Yogacı-Dürzi-Yezdi-Nuseyri-Safevi-Ulusalcı-Laikçi-Pkk’lı… “İ..neyim D..meyim T..estiyim L..iyenim Sex İşçisiyim Gezideyim Direniyorum” diye pankart asanlardan “V..nama Özgürlük” diyenine vs; tüm anti-İslam kişilerin, zımmisiyle ve azınlığıyla tek vücut olup uğrunda yürüdükleri bir kaç ağaçtan kat kat fazla ağaç kesilmiştir 3. Köprü için, ve de bu ağaçlar ve arazi “Halife Sultan 1. Selim” Hazretleri’nin vakfiyesidir… Hoş o uğrunda yürüdükleri Topçu Kışlası ve Arazisi de diğer bir Selim han yani “Halife Sultan 3. Selim” Hazretleri’nin ve Ümmet’i Muhammed’indir, ne İslam düşmanı Chp ve Gezi eylemcilerinin ne de herhangi bir iktidarın babasının mülkü değildir!..

Eskilerin deyimi ile; Bilmeyen gafil, Bilip de gizleyen haindir

Daha fazla belge ve bilginin ifşâ olması için bu meseleyi uzatmaya hazırız… Ülkemizde binlerce tarihi-ecdad yadigârı vakfın başına gelenlere dair hayatımız pahasına yazmaktan konuşmaktan korkmayacağımızı taahhüd ederek ve hodri meydan diyerek;

Ve bu ülkede “Şeriat Nizamı”nın geri gelmesinden, “Hilafet” yeniden inşâ olur olmaz ilk iş olarak bir çok meselede tarihi HESAPLAŞMASINI yapacağından bir çok kimsenin bir çok menfi nedenle endişe duyduğunu (Şeriat-Hilafet düşmanlarının en azılıları genelde, ya galiz bir küfrü veya ihaneti, ya da bir büyük maddi vurgunu vardır bu ümmetten; diğer ikinci bir kesim ise sırf cehalet sebebiyle ve bu ilk kesimin telkinlerine aldanaraktan kafirdirler) zaten bilmekteydik ama bu nedenler arasında en mühimlerinden birisinin de işte bu, “Yağmalanan Vakıflar” olduğunu da öğrenmiş ve beyan etmiş bulunaraktan, bu bahsi şimdilik burada kesiyoruz..

‘Bir Vakıf Nasıl Gasb Edilir’e örnek.. Görülen o ki; Ecdad yadigarı Vakıflar’ın yağmasında-gasbında Fethullah Gülen ve Çetesi de Siyonist-Sabatayist-Masonik yağmacılardan geri değil..

 

Levent Akıncı

Psikolog – Tarihçi

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: