LAMARTINE’DEN DUGİN’E, TÜRK – RUS VE BATI İLİŞKİLERİ ETRAFINDA

LAMARTINE’DEN DUGİN’E, TÜRK – RUS VE BATI İLİŞKİLERİ ETRAFINDA

“YERİNDEN TAŞAN KUZEY” VE TÜRK’E BİÇİLEN ROL

Türkiye Tarihi adını verdiği üç ciltlik eseri ülkesi Fransa’da yayınlandığında henüz 19. Yüzyılın ortalarını yeni geçmiştik ve takvimler 1859 senesini gösteriyordu. Rusya’da ve Osmanlı’da modernleşme süreci adı verilen reform hareketleri başlamış, devlet aygıtında ve sosyal yapıda köklü değişim hamleleri gündeme gelmişti. Fransa’da da iktidarın niteliği etrafında benzer çatışmalar oluyor; mühür, Cumhuriyetçiler ile Monarşistler ve İmparatorluk yanlıları arasında dönüp duruyordu.

Alphonse_de_LamartineKendisi ünlü bir şair, romantik akımda saygın bir yeri olan tanınmış bir romancıydı. Türkiye Tarihi’nin neşrinden 10 yıl kadar evvel ülkesinde meydana gelen 1848 devriminde aktif rol oynamış ve kurulan devrim hükümetinde Dışişleri bakanı olmuştur. Bu sebeptendir ki, onun tarihine bir edebiyatçının oryantalist alâkasından çok, Fransa’nın en kritik virajında dış politikaya yön veren bir siyaset adamının eseri gözüyle bakmak gerekir. Alphonse de Lamartine’den bahsediyorum. Zira bugün batının bizi ne büsbütün dışlayan, ne de şahsiyetli bir şahlanışa göz yuman iki asra yaklaşmış ikircikli politikasında onun rolü sanılandan fazladır. Tıpkı Tanzimat ile Cumhuriyet arası edebiyatımızın dar bir boğaza sıkışmasındaki payı gibi…

Henüz ne Osmanlı’nın yeni rotasının varacağı yer belliydi, ne Rusya’nın… Fransa ise iktidarın niteliği konusunda bir açmaz yaşasa da, en azından kendi kültürel kökleri üzerinde mutabıktı. O her ne olursa olsun batı medeniyetinin merkezindeydi ve “batı” olarak kalacaktı.

Rusya’da siyaset iki ana akıma bölünmüş, Batıcılar ile Slavcılık (Rus Milliyetçiliği) arasında fikirden edebiyata kadar keskin bir kavga başlamıştı. Terör, yer altı örgütleri, siyasal cinayet ve yangınlar hep bu dönem Rusya’sından düşen görüntülerdir. Bu safhayı da bütün dehşetiyle anlatan en güzel eser Dostoyevski’nin Ecinniler’idir. Ecinniler politik romanın çıkabileceği en üst seviyedir.

Lamartine, 1859 yılında yazdığı tarih ile Türkiye’yi dışlamak yerine pohpohlayıp Rusya’ya karşı mayın eşeği olarak kullanmalıyız teorisini üretirken, Dostoyevski ise Rusya’nın içine kaçan ve onu delirten cinleri çıkarmanın yolunu anlatıyordu. Tıpkı İncil’de geçen ve sürüsü uçuruma sürüklenen cinlenmiş çobanın hikâyesi gibi… Rusya’da cinlenmiş, uçuruma sürüklenmiştir; ama bir gün sürüsünü kaybeden o çoban gibi İsa’nın dizlerine oturacak ve cinlerinden kurtulacak…

Ecinniler, Türkiye’nin özellikle 1970’lerde yaşadığı cinnetin 100 sene evvel Rus toplumundaki hâlidir. Batılılaşma, toprak reformu, fikir hürriyeti, milliyetçilik, anarşizm, “Tanrı”nın varlığı, aydın yabancılaşması vs. Cemil Meriç hoca o meşhur Dostoyevski yazısında tevekkeli yazmıyor: “Biz, Balzac’tan fazla Dosto’ya yakınız. Acılarımızla, zilletlerimizle, hayal kırıklıklarımızla.” (1)

Rusya düşe kalka kendi yolunu bulurken, Türkiye, Lamartine’in kendisine biçtiği rolü benimseyerek ayakta kalmayı tercih etti. Zaten bu tarih kitabının en mühim tarafı, bizzat tarihe ait bahislerden çok Avrupa ile Türkiye ilişkilerinin hangi zeminde yürütülmesi gerektiğini telkin eden önsözüdür. Hani önsözü kendisinden meşhur eserler var ya; bunu onlardan kabul etmek gerekir.

Alphonse_de_Lamartine_Historie_de_La_TurquieBenim açımdan dikkat çeken bir diğer nokta da, 19. Yüzyıl ortasında yazılan Osmanlı’ya dair bir tarihe “Türkiye Tarihi” adı verilmesidir. Bu konuya dikkat çeken bir değerlendirmeye henüz rastlamış değilim. 19. Yüzyılda İmparatorluktan “Türkiye” diye bahsedilmeye başlanmış mıydı; o dönem batıda genel olarak kullanılan ifade neydi; yoksa parçalanması planlanmış bir coğrafyaya yeni bir ad mı takılıyordu? Buna dair bir tarihçinin ayrı bir çalışma yapması ve batı literatürüne “Türkiye” kelimesinin ne zaman ve hangi şartlarda girdiğini, bizde ilk ve ne şekilde kullanılmaya başlandığını belgelemesi gerekir ki, üstünde sağlıklı bir mütalaa yürütülsün. Dikkat: Devletten “Türkiye” diye bahsedilmesini kastediyorum. Kitabın orijinal adı Historie de La Turquie.

Biz, bize “iltifat” edilmesine pek bayılırız. Hele bu iltifat batıdan gelirse değmeyin keyfimize. “Dünya lideri dediler,” “dost ve müttefik olduğumuzu söylediler,” “şunu ve bunu da ifade ettiler” diye gevşedikçe gevşeriz. Oysa bu iltifatların arkasında ne gibi bir telkin söz konusu, tavşana kaç tazıya tut durumu mu var? -ki genelde öyle olur, yoksa başka bir hesap mı söz konusu, bunun tahkikine yanaşmayı ve gardımızı ona göre almayı pek sevmeyiz. Aradan Abdülhamid Han’ı çıkarırsanız, son 200 senelik dış politikanın kabaca özeti budur. Necip Fazıl’ın 1950’li yıllarda kaleme aldığı ve İdeolocya Örgüsü‘ne dâhil ettiği “Avrupalı Tuzağı” isimli yazısını hatırlamadan geçmek olmaz:

Biz, hangi milleti ve siyasî zümresiyle olursa olsun, Avrupalının hoşuna gittikçe ve alkışını topladıkça, böbürlenmek yerine başımızı taştan taşa vursak daha iyi ederiz.

Zira bizim, hangi milleti ve siyasî zümresiyle olursa olsun, Avrupalının hoşuna gitmemiz ve alkışını toplamamız, ancak kendi kendimizi tahrip ve inkârımız nisbetinde kabildir.”(2)

Ege’den bir çiftlik alıp ömrünün kalan kısmını orada geçirmeyi düşünecek kadar bize yakın olan ve Osmanlı sarayından keseler dolusu bahşiş alan Lamartine bu zaafımızı biliyordu elbet. Öyle ki, birbiri ardına şiirleri çevriliyor ve o güne kadar Batı fikir ve sanat hayatına kayıtsız Osmanlı aydınları arasında şöhreti gün geçtikçe tavan yapıyordu. Balzac’ın, Baudelaire’in olduğu dünyada bizim payımıza Hugo, Mussset ve Lamartine düşmüştü.

Modernizmle yüzleşme sürecini bizimle aynı yıllarda yaşamaya başlayan ve entelektüel anlamda bunun çok ciddi kavgasını veren Rus yazı hayatına yabancılığımızı saymıyorum bile. Dostoyevski’nin “Batı Çıkmazı”nı çevirmekte 100 sene geç kaldık. Bu sebeptendir ki, yakın dönemde hem orijinal metin, hem sadeleştirilmiş hâli bir arada yayınlanan Namık Kemal’in “Renan Müdafaanamesi” bütün iyi niyet ve satırlardan taşan iman öfkesine rağmen, Salih Mirzabeyoğlu’nun deyimiyle “başkasının ol dediğine olmam demekten ibaret” cılız soluklu bir karşı çıkıştan öteye geçmemiştir.

Lamartine’in batının dış politikasına yön verme ve bunu bize de benimsetme gayesiyle yazdıklarına dönelim. “Hiç bir milletin tarihi Türklerinki gibi bu kadar önemli şartlar altında kaleme alınmamıştır” cümlesiyle başlar meşhur önsöz. Daha sonra Rus orduları karşısında nasıl “kahramanca” savaştığını anlatan hamasî cümleler. Hemen ardından Haçlı seferlerinden kalan antipatinin sona erdirilmesi gerektiğinin altını çiziyor. Ne gariptir ki, Haçlı seferlerinden kalma “antipatiyi” ortadan kaldırmaya dönük cümleler son dönemde bizde de açıktan dillendirilir oldu. Doğuya sarılan da, batıya sarılan da, işe Haçlı Seferleri’nden kalma “antipatiyi” hedef alarak başlıyor.

Fransız şairin kaygısı açık: “İstilâcı bir ırkın –Rusya’yı kastediyor- sanki tabiatüstü bir afet gibi, toprakları, denizleri, milliyetleri, kentleri, dinleri, medeniyetleri, hürriyetleri ve ticareti işgal etmesine korkakça izin mi verecekler, yoksa onu yatağına sokmak için önünde engel olarak birleşecekler mi?

Bunu sorduktan hemen sonra cevap beklediği adresi yazar: “Türkiye cesaret ve kahramanlığı…”

Göl şairi, ünlü şiirindeki kadar karamsar değildir Rusya tehlikesi karşısında. Çünkü: “Avrupa Rusya’nın mutlak kudreti karşısında, bir tabiat felaketi gibi çaresiz kalmayacaktır. Yerinden taşan Kuzey, vaktini şaşırmıştır. Türkiye henüz ölmemiştir.” (3) Evet, Türkiye ölmemeli; çünkü Avrupa ona, onun askerinin kanına ihtiyaç duyuyor. Bu satırları yeni okuduysanız, dünyanın en karanlık adamlarından  “küresel demokrasi finansörü” Soros‘un Lamartine‘den 150 sene sonra Türkiye için söylediğini hatırlamadan geçemezsiniz: “En iyi ihraç malınız, askeriniz.”

Fransız edip daha sonra Yunan bağımsızlık hareketini destekledikleri için Batı adına günah çıkartır ve bizim gönlümüzü almaya çalışan satırlar yazar: “O zamanlar genç olan biz bile, doğuda geçenleri bilmeden, ne insanları, ne yeri tanımadan, Yunanlıların eski medeniyetleri için hayranlık duyarak Osmanlılara karşı haksız davrandık. Bizde herkes gibi aldandık. Doğuyu ve Batıyı Moskof istilâsına karşı koruyan Osmanlı İmparatorluğunu parçalamamak ve Yunanistan’ı himâye ederek Osmanlı camiası içinde federal bir devlet hâline getirmek icap ediyordu.” (4) Hayret, “aldandık” tabiri bize özel değilmiş. Türkiye Tarihi yazarının da bu ifadeye sarılması gösteriyor ki, siyasette “aldanmak” kavramı, her şey olup bittikten sonra ihtiyaç halinde başvurulan bir manevra yöntemi, bir çeşit aldatma sanatıdır.

İşin özeti şu: Osmanlı’nın artık batıyı tehdit edecek gücü kalmamıştır. Ama Rusya yeni bir yola girdi. Batıyı tehdit ediyor ve istilâya yelteneceği muhakkak. Türkiye şu durumda bir tampon vazifesi görüyor. Biz Rus saldırganlığını doğrudan göğüslemeyelim. Türk askerinin kanı ucuz; ona gerekli desteği verelim ve bizim sınır karakolumuz vazifesini gördürelim.

Bu satırların yazılışından sonra bahsedilen politika 1. Dünya Harbine kadar göreceli olarak uygulandı ve o konjonktürde bizim de işimize geldi. Rusya kabuğuna sığmıyordu ve Osmanlı’nın tek başına onu karşılayacak gücü yoktu. Savaşlar sınır komşusu olarak bizim topraklarımızda oldu, esas asker gücü bizden oluştu; Avrupa ise takviye birlik ve teçhizatlar göndererek bizim ayakta kalmamızı sağladı ve tehlikeyi kendi coğrafyasından olabildiğince uzak tuttu.

Bu stratejinin tam ve esaslı olarak tatbikata geçmesi ise 2. Dünya Harbi sonrası NATO’nun kuruluşu ve Türkiye’nin bu işe dâhil olmasıyla başlar. Konu yine Rusya tarafından gelen bir tehlikedir, ama bu defa “millet” adına değil, “ideoloji” için yapılan bir saldırı… S. Huntington’ın meşhur Medeniyetler Çatışması kitabında tasvir ettiği tarihi süreç… Hatırlayalım mı?

 

ÇATIŞMANIN TEMELLERİ

Son 20 yıl içinde politikayla az buçuk ilgilenip Medeniyetler Çatışması tezini duymayan yoktur. Varsa da, bir zahmet artık ilgilenmesin. Samuel P. Huntington Yahudi kökenli bir Amerikalıdır. SSCB’nin dağılıp dünyanın tek bloklu bir hâl aldığı yılların hemen başında ortaya attığı tez ve oluşturduğu yankı, onu herhangi bir siyaset bilimcisi ve ABD Savunma danışmanının ötesinde bir şöhrete eriştirmiştir. Soyvetler Birliği ve onun güdümündeki Varşova Paktı dağılınca, bütün meşruiyetini ona karşı olmakta bulan ve zaten o olduğu için var olan Kuzey Atlantik Antlaşması Paktı (NATO) başta olmak üzere birçok organizasyonun ne olacağı tartışmaya açılmıştı. Varşova Paktı ortadan kalktığı için NATO’nun da tasfiyesi dillendiriliyor, ABD ise kendi güdümündeki böyle bir gücü dağıtmak istemiyordu. İşte tam bu noktada Medeniyetler Çatışması tezi imdada yetişti.

Bu eserin yayınlanış tarihiyle Mirzabeyoğlu‘nun Başyücelik Devleti – Yeni Dünya Düzeni’ni neşretmesi aynı yıllara, 1990’ların ortasına denk düşer. İslâm âleminin olup biteni hiçbir şey anlamadan seyrettiği ve kayıtsızca kendisine biçilecek rolü beklediği bir vasatta, ilk Irak saldırısının mesajını bütün detaylarıyla idrâk ve izah eden ilk ve tek kişi olan Salih Mirzabeyoğlu satranç tahtasına kendi taşını sürmüştü. Evet, dünya yeni bir düzene geçiyor; ama kimin patronluğunda?

Batının Fransız devrimi öncesi çatışma ve savaşlar “idare ettikleri toprakları genişletmeye teşebbüs eden prenslerle imparatorlar arasında” meydana gelmiştir ve bunlar Krallar Savaşı olarak kategorize edilir. Yahudi asıllı ABD siyaset bilimcisine göre 19. Yüzyıldan başlayarak 1.Dünya Savaşı sonuna kadar olan savaşlar ise milletler çatışmasıdır. Kralların ve prenslerin topraklarını genişletmek için yaptıkları savaşların yerini millet için yapılan savaşlar almıştır.

Tam burada yine Lamartine tarihinin altını çizmek gerek. Huntington’ın “milletler çatışması” diye tasnif ettiği dönemde yazılmıştır ve mezkur önsözde Batı ile Türkiye’nin müttefik olmasını isterken çatışmanın millet kaynaklı olduğuna vurgu yapar: “Bundan böyle milletler yeryüzünde birbirlerini öldürmenin ve birbirlerinden nefret etmenin sebeplerini dinde aramayacaklardır.” (5) Görülüyor ki, batı kendi tarihsel süreçlerini sanki başkalarında karşılığı var gibi herkese dayatmaktadır. Belki Osmanlı Tarihi yerine Türkiye Tarihi adını seçmesi de bu sebepten…

Ve sırada batının kendi iç hastalıklarının neticesi olarak patlak veren ideolojiler çatışması: “Rus ihtilali ve ona karşı gösterilen bir tepkinin neticesi olarak, milletler mücadelesi yerini önce komünizm, faşizm-nazizm ve liberal demokrasi arasında ve daha sonra da komünizm ve liberal demokrasi arasında cereyan eden ideolojiler mücadelesine bıraktı. Bu sonuncu mücadele, Soğuk Savaş esnasında, iki süper güç arasındaki mücadelenin mücessem ifadesi olmuştur. Bu süper güçlerin hiç birisi, klasik Avrupaî anlamda millî devlet değildi ve her birisi hüviyetini kendi ideolojisinin terimleriyle tarif ediyordu.” (6)

huntingtonPeki şimdi? Soyvetler Birliği dağıldı ve Amerika bir anda “Yeni Dünya Düzeni” jargonuyla tek başına kalıverdi. Krallar çatışması, milletler çatışması, ideolojiler çatışması derken “tarihin sonu mu” tartışmalarının yapıldığı günlere geliverdik. ABD Savunma Bakanlığı danışmanı ve meşhur Harvard Üniversitesi’nde kürsü sahibi Huntington “hayır” diyor, henüz tarihin sonu değil. Şimdi çok daha büyük bir savaş var kapıda. Bundan öncekiler esasen “Batı medeniyeti içindeki mücadelelerdi.” Bir başka deyişle “batıya ait iç savaşlardı.” Oysa şimdi “milletler arası siyaset Batılı görünüşün dışına çıkıyor ve Batı ile Batılı olmayan medeniyetler arasında” (7) yeni bir devir başlıyor. İşte yahudi kökenli siyaset bilimcinin Medeniyetler Savaşı olarak adlandırdığı sürecin hikâyesi budur.

Bu tez, Batıya karşı alternatif olarak sunulacak herhangi bir medeniyet – hayat tarzı teklifine karşı Batılıların şiddet başta olmak üzere çeşitli “tedbirler” almalarını meşrulaştırmak ve “anlaşılır kılmak” için üretilmiştir. Telegram (8) bahsi de bu “tedbirler” dairesinde değerlendirilebilir. Çünkü 1995 senesinin hemen başında neşredilen Başyücelik Devleti (9) tamı tamına bu alternatif tekliftir.

Esasen Soyvetler’in dağılmasının hemen akabinde ABD ve onun kuyruğundaki yancı ülkelerin bunu beklermiş gibi Körfez’e çöküvermeleri de yeni dönemin Batı ile İslâm arasında yaşanacağının apaçık ilanıydı ama bunu o gün sadece BİR kişi görebilmişti.

 

YENİ BİR DÜNYA KURULUR VE…

İsmet Paşa’nın meşhur “Johnson mektubunu” az buçuk memleket meseleleriyle ilgilenenler içinde bilmeyen yoktur. Rum çetelerinin Kıbrıs’ta katliama başladığı dönemde Adaya müdahale tartışmaları başlamıştır. Sene 1963. Dönemin ABD Başkanı tarafından Başbakan İsmet İnönü’ye bir uyarı mektubu gelir ve ABD’nin kendilerine verdiği silahları Kıbrıs’ta Rum çetelerine karşı kullanamayacakları söylenir. “Silahı biz veriyorsak, bizim istediğimize doğrultacaksınız” dayatması o günden bugüne “batı cephesinde” hiç değişmemiştir. Nitekim 1974 Kıbrıs çıkarmasında da aynı problem yaşandı. İsmet Paşa her ne kadar ardında duramasa da, bu küstahlığa tarihî bir cevap verdi: “Yeni bir dünya kurulur ve Türkiye orada yerini alır.”

Paşa, rotayı Rusya’ya çevirmekten bahsediyordu ama bunun yerine Kıbrıs’a gönderdiği filoların rotasını yarı yoldan geri çevirmeyi tercih etti. Kimbilir, belki de bu hadiseden birkaç ay önce Talat Aydemir’in teşebbüs ettiği darbe girişimini bir ikaz olarak almış ve aklına Rusya ziyaretinden hemen sonra tepetaklak edilen muarızı Menderes gelmiştir; bilemiyoruz.

Bizi ilgilendiren kısım ise “Türkiye orada yerini alır” bölümü… Tanzimat’tan bugüne bir “yer kapma” ve “yer alma” tartışmasının içindeyiz. Şahsiyetini muhafaza kaydıyla elbette yer alınır, yer değiştirilir, yer gösterilir vs. Şahsiyetçilik ise bir fikir ve buna bağlı olarak pek tabii bir ahlâk davasıdır. Bu aynı zamanda güçlü olmayı gerektirir. Gücün temini, bunun için fedakarlık yapılacak ve “kırmızı çizgi” kabul edilecek noktalar vs. Bütün bunlar kim olduğunu ve ne olması gerektiğini bilen ve buna bütün samimiyetiyle iman edenlerin güç dengeleri içinde hesap edip temellendirileceği “adımlar”dır. Diğer türlüsü mayın eşekliğine rızadır ve artık böyle milletlere hayat hakkı kalmamıştır. “Küstüm oynamıyorum, karşı mahalleye gider orada oynarım bak” restleri(!) ne kucağına oturdukların, ne de “karşı mahalle” tarafından ciddiye alınacak değildir.

Oysa meselenin “yer alma” değil, “hissedar olma” meselesi olduğunu Necip Fazıl çok önceden, Paşa’nın Reis-i Cumhur olduğu Tek Parti yıllarında yazmıştı: “Bir dünya doğuyor ve bu dünyanın doğuşunda hissedar olmayan milletlere artık içtimaî mânada ölüm ve yokluk düşüyor.” (10)

Tarih daima belli ittifaklar ve ihtilaflar içinde akıp gelmiştir. Batının kendi iç buhranını “prensler çatışması” diye adlandırdığı devirlerde Osmanlı Devlet aklı, bu ittifak ve ihtilafların bazılarını “evlilikler” üzerinden yönlendirdi. Aslında tarihle ilgilenen arkadaşlardan birisinin bu evlilikler üzerine ciddi bir araştırma yapması, ayrıca ufuk açıcı olacaktır. Hangi şartlarda kimlerle ne gibi evlilikler yapılmış ve bunların tarihe etkisi ne olmuştur? Tabii bu işler batıda da böyle yürütülüyordu.

“Milletler çatışması” denilen süreçte ise ittifak ve ihtilaflar daha başka gerekçeler üzerinden şekillendi. Uyanan Rusluk “gurur ve şuuru” İstanbul’un şahsında Ortodoksluğun liderliğini ele geçirmek, modern çağın yeni Doğu Roma’sı olmak, Avrupa’ya karşı Patrikhane üstünden manevi ve Boğazlar üzerinden maddi taarruz başlatmak istiyor, bunu açıkça dillendiriyordu. Dostoyevski‘nin günlüğünü okuyanlar edebiyattan çok bu “hayallerle” karşılaşacaktır. Çeyiz olarak şehir alıp verme devri çoktan kapanmış, vatan sınırları kutsallaşmış, milletler bağımsızlık ve ülke bütünlüğü derdine düşmüştü.  Bir zamanların Moğol saldırılarını hatırlatan ve Necip Fazıl’ın “Moskof Yumruğu Altında Türk” (11) başlığı ile levhalaştırdığı devirlerde, Katolik dünyasından alınan nisbî desteğin, bizim olduğu kadar destek verenin de çıkarına olduğunu yukarıda yazmıştık.

“İdeolojiler çatışması” sürecinde de Türkiye’nin Soyvetler Birliği karşısında “demokrasyalar cephesinde” yer almasını dünyanın bugün geldiği noktadan ve günümüzün tek taraflı verileri üzerinden büsbütün mahkûm edemeyiz. Şeklen bağımsızlığa bile tahammülü olmayan Stanilist bir ideolojiye karşı ölmek yerine sürünmeyi seçmek, dönemin şartlarında mazur görülecek arızî bir seçimdir. Mazur görülemeyecek olan ise, ölümü gösterenlere karşı sıtmaya razı olma tavrının arızî bir durum olmaktan çıkıp aslî bir devlet stratejisine(!) dönüşmesi ve bunun olmazsa olmaz gibi kitleye yedirilmesidir. Sürünene düşen vazife, bıkmadan usanmadan kendisini ayağa kaldıracak milli şahlanış imkânlarını aramak olması lazım iken, hâlini meşrulaştırmak için sürüngenliğe övgüler sıralamak bizim demokrasi tarihimizin özetidir.

Ve Soyvetlerin çöküşüyle beraber batının bizi korumak ve kollamak için “ideolojik” bir kaygısı kalmadı. Salih Mirzabeyoğlu şu satırları 1995 senesinde yazmıştı: “Demokrasi ve liberalizmden, Birleşmiş Milletler Teşkilâtı ve Avrupa Ortak Pazarı’na kadar; fikir ve kuruluşlar plânında içiçe bir yumak olarak şekillendirilen “Yeni Dünya Düzeni”, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa’nın birbiriyle rekabet ortamı içinde de olsa bizim gibi ülkelere biçtiği parya statüsünde müşterek, bir hegomonya sistemidir… Elbette “hayır!” diyoruz: Ülkemizden başlayarak teklif ettiğimiz “Yeni Dünya Düzeni”miz ile!..” (12)

1991 senesi özellikle bizim adımıza tarihin bir kırılma noktasıdır. Tafsilatı İBDA Diyalektiği’nin “Tarih Muhasebemiz” (13) levhasındadır. Aslında Necip Fazıl’ın İdeolocya Örgüsü eserinin Mirzabeyoğlu tarafından Başyücelik Devleti adıyla yeniden işlenmesinin sırrı da bu tarihte yatar. Yeni ve baş düşman artık Amerika’dır.

Necip Fazıl’ın İdeolocya Örgüsü’nü kaleme aldığı yıllar, Soğuk Savaş denilen çift kutuplu dünyada “demokrasya ile komünizma” yani sürünmekle büsbütün ölmek arasında bir tercihe zorlandığımız yıllardı. Ölmek mecazi bir ifâde değil; tek hatırlatmak istediğim, 1922 senesinde 10. Soyvet Kurultayı’nda “Ukraynalılar bile dört kurucu unsur arasında kabul ediliyor da, niçin çok daha büyük nüfusa ve köklü bir tarihe sahip millet olan Türkler SSCB’nin kurucu unsurları arasında sayılmıyor” dediği için başına gelmedik kalmayan ve sonrasında büsbütün yok edilen; nerede, ne zaman ve nasıl öldüğü dahi bilinmeyen, adeta buharlaştırılan Sultangaliyev’in altını çizmek yeter. Yeni ittifakların arefesinde ona ve tezlerine dair ayrıca konuşmak icap edecek.

mirzabeyoglu-baran-28x37.inddBaşyücelik Devleti eseri, çift kutuplu dünyada yazılan ve buna dair bazı stratejik mevzuları da içinde barındıran İdeolocya Örgüsü‘nün, Amerika’nın “tek başına patron” olup “dünyanın jandarmalığına soyunduğu” şartlarda yeniden ele alınması ve o stratejik vahitlerin aynı hakikate nispetle yeniden şekillendirilmesidir. Amerika’nın 91 Irak saldırısıyla birlikte avutulup idare edilecek “ahmak fil” zamanı geride kalmış, bu tarihle birlikte esas mücadele, onun “Yeni Dünya Düzeni” dayatmasına karşı istikâmetlenmiştir. Her şart altında sürdürmeye çalıştığımız “esas düşman Amerika ve bölgemizdeki işbirlikçileri” temel politikası bu kaynağa dayanır.

Öyleyse İsmet Paşa’nın cümlesini biraz değiştirip, yeniden okumanın zamanı gelmedi mi? Artık “yeni bir dünya kurulur ve Türkiye orada yerini alır” değil;

Yeni Bir Dünya Kurulur ve Merkezi Türkiye Olur!

Demenin sırası gelmedi mi?

29 Kasım 2014 tarihinde Haliç Kongre Merkezi’ndeki tarihî konferansın son bölümlerinde Mirzabeyoğlu kelimesi kelimesine şu mesajı vermişti:

“-Yeni bir dünya düzeni kurulacaksa, biz de diyoruz ki, buradan başlasın!”

Bundan böyle ittifaklar ve ihtilaflar bu gaye etrafında şekillenecek. Çünkü batının açtığı yeni yolda -ki birisi bunun adına Medeniyetler Savaşı dedi- bize hayat hakkı yok. Devlet aygıtını 1991 öncesinin denge ve stratejileri etrafında sürdürmeye çalışanların payına maskaralıktan başkası düşmeyecek ve dış politikada saplanacakları bataklık sonlarını getirecek. Dün Stalin‘in Sultangaliyev’e reva gördüğünü, bugün “Yeni Dünya Düzeni” patronları kendilerine karşı KİM, ne “alternatif” teklif ederse ona reva görüyor. 1991 sonrasından bugüne bu milletin yeni “Moskof”u Amerika’dır. Çünkü dün Moskof’u milli düşman ilan ettiren şartlar, bugün çok daha derin tesirleriyle onun şahsında tecessüm etmiştir.

 

BİR ZİYARETİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Cp4tRepWIAEpVIDAmerika Savunma Bakanlığı Danışmanı Huntington, Batı medeniyetinin kendisine alternatif olarak sunulacak her teklife karşı, şiddet dahil alacağı tedbirleri meşrulaştırıcı tezler üretirken, Rusya Devlet Başkanı Putin’in Dış İlişkiler Başdanışmanı Alexander Dugin geçtiğimiz günlerde Ankara’nın Bağlum köyünde Abdülhakîm Arvasî Üçışık Hazretlerinin kabrini ziyaret etti.

aleksandr_dugin_ruBüyük Devletler, politikalarını, muhatabı olan ülkelerin en ince liflerini tetkik ederek şekillendirir. Bizim bu ziyaretten anladığımız, Rusya Anadolu’daki gerçek muhatabını arıyor ve Amerika’nın tasfiyesi davasında dayanılacak esas adresi gösteriyor. Bir şeyin farkında ki, Amerika’ya karşı oluşturmak istediği cepheyi, varlığını onun projelerine borçlu olanların sözlerine güvenerek yerine getiremez. Bu sebepten doğrudan Anadolu ruhunun gerçek temsilcisini, esas muhatabını arıyor.

Muhatap derken, bunu tek cepheli değerlendirmemek gerekir;  siyasette bu kelime yerine göre “ortak”, yerine göre “dost” ve  yerine göre kavga edeceğin “düşman”dır. Bizzat batı projelerinin var ettiği kişi ve zihniyetlerle Türkiye’nin batıya sınır karakolu vazifesi görme paradigmasından kurtulamayacağının farkında olmalılar ki, Anadolu’nun gerçek sahibine, birleştirici EL’e selâm veriliyor.

Dış politikada bu tür “sembolik” ziyaretlerin anlamı çok büyüktür. Lamartine‘in bir dönem politikaya da bulaşmış “romantik” bir edebiyat adamı ve “Türk dostu” sıfatıyla 19. yüzyılda Türkiye’ye yakıştırdığı misyon, 20. yüzyılın ortasında NATO şemsiyesiyle kurallara bağlanmıştı. “Rus karşısında dalgakıranlık” olarak biçilen bu rol, son 25 yılda kardeş-komşu topraklarımıza saldıran Amerika’ya, yüz karası bir desteğe dönüştü. Şüphesiz bu zinciri kıracak olanlar bizzat bu zincirin var ettikleri değildir. Dolayısıyla Alexander Dugin‘in Bağlum ziyaretini İBDA’nın 1991 çıkışından bağımsız değerlendirmek, siyasî akıl noktasında çuvallamak olur.

Ne tevafuktur ki, bu ziyaretin olduğu günlerden hemen evvel Salih MİRZABEYOĞLU’nun kaleme aldığı yazının başlığı: BAĞLUM (HER YERDE…)’dir. Yazının sonundaki tespit ise bir başka “harika” tevafuk: “İttihad ile İttifak’ı birbirine karıştırmamak gerek… Sistem, gerçek ittihad fikrinden doğar!” (14)

Dün NATO şemsiyesine girenler, ne oldukları ve ne olmaları gerektiğinin sistem ve şuuruna sahip olmadığı için ittihat ile ittifakı birbirine karıştırmıştı. 3. Dünya Savaşı’nın arefesinde gözden kaçmaması gereken bir ikâz!

Hakan YAMAN / ADIMLAR Dergisi
27.08.2016

DİPNOTLAR:

1) Cemil MERİÇ, Mağaradakiler, Ötüken Yayınları, 2.Basım, 1980, s: 313
2) Necip Fazıl KISAKÜREK, İdeolocya Örgüsü, Büyük Doğu Yay. 6.Basım, 1991, s: 72
3) Alphonse de Lamartine, Türkiye Tarihi, 1.Cilt (Aşiretten Devlete), 1.Baskı, Tercüman 1001 Temel Eser, Hazırlayan: Mehmet Uzmen, s: 14
4) Alphonse de Lamartine, a.g.e. s: 15
5) Alphonse de Lamartine, a.g.e. s: 14
6) Samuel P. Huntington, Medeniyetler Çatışması, Vadi Yayınları, 2.Baskı, Ekim 1997, Hazırlayan: Murat Yılmaz, s: 16
7) Samuel P. Huntington, a.g.e. s: 16
8) TELEGRAM, ülkemizde “Zihin Kontrolü” olarak anılan “elektromanyetik dalgaları hedefe yönlendirebilen çeşitli cihazlarla, uzaktan zihin ve beden kontrolünü sağlama ve yönlendirme faaliyeti” dar mânâsı yanında, Sayın Salih Mirzabeyoğlu’nun 15 yılı cezaevlerinde ve son iki yılı da dışarıda olmak üzere, bütün şiddetiyle günümüzde de –bugün de!- maruz kaldığı işkencenin, saldırının adıdır. Batının askerî-istihbarî-ilmî literatüründe “remote mind control device”, “neuro-electromagnetic weapon”, “non-lethal weapon”, “directed energy weapon”, “psychotronic weapon”, “radio frequency weapon”, “electromagnetic radiation weapon”, “psycho-acoustic correction equipment”, “remote neural monitoring”, “electronic harassment” vesair adlarla kaydettiği Telegram, bütün yönleriyle bu saldırılara maruz kalan Mirzabeyoğlu tarafından, literatüre sokulmuş bir kavramdır.
9) Salih MİRZABEYOĞLU, Başyücelik Devleti – Yeni Dünya Düzeni, İbda Yay. 1.Basım, Ocak 1995
10) Necip Fazıl KISAKÜREK, a.g.e. s: 81
11) Necip Fazıl KISAKÜREK, Moskof, Büyük Doğu Yay, 5.Basım, 1995, s: 105
12) Salih MİRZABEYOĞLU, Başyücelik Devleti – Yeni Dünya Düzeni, İbda Yay. 2.Basım, 2004, s: 9
13) Salih MİRZABEYOĞLU, İBDA Diyalektiği, İbda Yay. 3.Basım, 1995, s: 59
14) Salih MİRZABEYOĞLU, /olum-odasi-b-yedi-324-baglum-her-yerde-salih-mirzabeyoglu/

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: