VİCTOR HUGO VE TBMM

VİCTOR HUGO VE TBMM

19. yüzyıl Fransa’sının büyük edibi Victor Hugo ömrü boyunca ne bir ân yazmaya ara vermiş, ne de politikaya kayıtsız kalmıştır. Siyasi kanaatlerinde belli devirlerde köklü değişiklikler olsa bile daima kavganın içinde bir kalemdir o. Kâh bir barikatın ön sırasında görünür, kâh bir çatışmanın ortasında… Bazen binlerce öfkeli kalabalık “kahrolsun!” çığlıklarıyla onu linç etmek için evinin önünde toplanır, bazen “yaşa, var ol!” alkışlarıyla Paris halkının omuzlarında güneş gibi yükselir. Bir bakarsınız sürgünde olduğu yemyeşil bir adada en şöhretli romanı Sefiller’i kaleme alıyor; bir bakarsınız Yüksek Meclis üyesi olarak dokunulmazlık zırhıyla polisleri azarlıyor.

Kendisini sürgüne gönderen İmparator mahkûm ettiği siyasi karşıtları için af kararnamesi çıkarır. İngiltere’ye ait bir adada 10 yıldır sürgün olan Hugo’nun çok sevdiği Paris’e dönmesinde bir engel yoktur artık. Ama buna sevinmek yerine, kendisini mahkûm eden zihniyet hâlâ tahtta oturduğu için bir bildiri yayınlamayı tercih eder. Cümleler edebiyat tarihi açısından sıradan olsa da, politik deklarasyon tarihine altın harflerle yazılacak cinstendir:

-“Özgürlük sürgünde olduğu müddetçe ben de onun sürgününü paylaşacağım. Ne zaman ki özgürlük Fransa’ya döner, ben de dönerim!”

Sözüne sadık kalarak ülkesine dönmek için bir 10 sene daha beklemesi gerekecektir. İyi de yapmış; en olgun eserlerinin birçoğu, bu 20 seneyi bulan sürgünün meyvesidir.

Çok sevdiğim, aman aman bayıldığım yazarlardan değildir. En ünlü eserlerinden Hernani’yi bile Cemil Meriç’in muhteşem çevirisi olmadan sevemezdim. Yine de kayıtsız kalınacak bir edip değildir. Özellikle yazmaya olan tutkusu hayranlık uyandırıcıdır. Parlak tasvirleri baş döndürür. “Bundan bir şey olmaz” dediğin en hurda konudan kocaman bir kitap çıkarır. Şu mısralarda övündüğü belki de yazarlığının bu yönü:

Bin bir sesli ruhumu, hayran olduğum Tanrı / Her şeyin ortasına koymuş, tıpkı bir yankı.”

Onu en çok bir roman, piyes, şiir okumak istediğim zamanlarda değil; milletvekilleri arasında seviyesiz bir tartışma, şamata, kavga olduğunda hatırlarım. Gördüklerim İşittiklerim adıyla yayınlanan hatırâtında, üyesi olduğu 1844 Kurucu Meclisi’ni şöyle tasvir ediyor:

Güzel dilden, güzel sözlerden anlamıyor. Hemen hemen tüm üyeleri konuşmasını bilmedikleri için dinlemesini de bilmeyen insanlar. Ne söylemek istediklerini bilmiyorlar ve susmaya da yanaşmıyorlar. O hâlde ne yapsınlar? Gürültü yapıyorlar.

İnsan bu Meclisin dünden kaldığını ve geleceğinin bulunmadığını hissediyor. Henüz doğmuş ve ölmek üzere. Hem çocuksu, hem bunamış. Tartışıyor, çekişiyor, ilerliyor, geriliyor, evet ve hayır diyor, kızıyor, sabırsızlanıyor, somurtuyor, homurdanıyor. Hem acele ediyor, hem geri kalıyor. Öfkesinde bile bir yücelik, bir derinlik yok. Kasırgalar eseceğine sadece sağanaklar yağıyor.

Sık sık hayale dalarak salonun büyüklüğünü ve Meclis’in küçüklüğünü temaşa ediyorum.” (*)

170 sene öncesinin Paris’ini yaşıyoruz. Şu farkla ki, bizdeki Mecliste bir Victor Hugo yok. Bir başka “küçük” detay ise, onlar barikatın önünde durduğu için kahraman sayılırdı; bizimkiler sığınağa saklandığı için… Eeee, 1844 Paris’i ile 2016 Ankara’sı arasında bu kadarcık bir fark normaldir, değil mi?

Gökhan YAMANGÜL  – 17.11.2016

(*) Victor Hugo, Gördüklerim İşittiklerim, Düşün Yayınları, Çeviri: Şiar Yalçın, 1996, S: 245

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: