MANTIK – DİYALEKTİK İLİŞKİSİ ÜZERİNE / Cem Türkbiner
Bu makalenin gâyesi; diyalektiğin, mantık ile olan ilişkisini göstermek ve mantığı iptal edici bir alternatif olduğu zannının bâtıllığını ortaya çıkarmaktır. Herhâlde bu bir idrak meselesi olmak durumundadır ki, doğru olan da onunla başlamaktır. Yanıltıcı fikirden Allah’a sığınarak…
İdrak
Batı lisanlarında “perception”, “perzeption”, “percepzione” gibi kelimelerle ifade etmeye çalışılan “idrak” mefhumu, Türkçe lisanına Arabça’dan geçen bir tabirdir. Bugün Türkçe’de “algı, algılama” gibi mânâlar verilmektedir. Terminoloji olarak idrak mefhumu, duyum/sensation/ihsas hâdisesinin bazen aynı, bazen ayrı ve hatta bazen de zıddı olarak anlaşılagelmiştir.
Kelimeler; fiilleri, nesneleri ve mefhumları açıklamak için ihdas edilir. Bir mefhumu açıklayan veya onu karşılayan bir kelime, o mefhumu tam olarak ifade edemiyor veya yanlış anlaşılmasına yol açıyorsa, tabii olarak “kavram kargaşası” denilen durum ortaya çıkar. Bundan kaçınmak için, kelimenin etimolojik anlamından hareketle tarihî serüveni içinde kazandığı diğer anlamların analizi gerekecektir. Bir misal; “akıl” kelimesi Arabça “ukl” kökünden türer ve “bağlamak” anlamındadır. Önceleri, “deveyi bağlamak” için veya “deve kösteği” olarak kullanılan bu kelime, bilâhere “düşünceleri ve mefhumları birbirine bağlayan meleke”ye verilen bir isim olmuştur.
İdrak mefhumunu Latinler “perceptio” kelimesiyle ifade ediyordu. Etimolojik karşılığı “action de recuillir”, “ürün kaldırmak, devşirmek, toplamak” anlamındadır. Buradan hareketle, algı hâdisesinin ilk verileri olarak “perception” denilmektedir. Nitekim önce duyum/sensation, sonra idrak/perception, daha sonra anlama/conception meydana gelir.
İdrak, “drk” kökünden oluşan bir kelimedir. Bu kökün oldukça zengin mânâlarına şahit olmaktayız. Ezherî’ye göre “devenin göğsündeki kolan halkasına bağlanan bir iptir ki, bu ip hörgüç semerine bağlanır”. İbn Side’ye göre ise “su kovasının ağaç sapını kalın halatla irtibatlayan ip parçasına da denir ki, bu şekilde halat suyla temas edip de çürümez”. “drk” kökünün, bunların ötesinde kazandığı anlamlar şöyledir:
– Hayvanların yular ipleri
– Yağmur damlalarının birbiri ardına inmesi
– Denizin en dip yeri
– Uçurumun dibi
– Av sürmek
– İzlemek, ardına düşmek
– Erişmek, ulaşmak, elde etmek
Görüldüğü gibi gerek etimolojik anlam ve gerekse buna bağlı olarak verilen diğer anlamlar, “idrak” kelimesinin tahlilini rahatlıkla yapmamıza imkân verecek kadar çoktur. Buradan yapılacak bir tahlilde görülecektir ki, bu kelimenin öz anlamı “erişmek, kavuşmak, yakalamak”tır. Nitekim Amr bin İlyas’ın lakabı “müdrike”dir. Kaçan bir deveyi koşup yakaladığı için bu isimle anılmıştır.
Arap lisan âlimleri “drk” ile “drc” masdarlarını zıd anlamda kullanmışlardır. Kademeli iniş “derk” ile ifade edilmişken, kademeli çıkış “derc” ile açıklanmıştır. Hattâ bu sebeble “derecâtu’l-cennet” (cennetin dereceleri) ve “derekâtu’n-nâr” (cehennemin çukurları) tâbirleri kullanılır. Buradaki anlam, “derinliğe inmek, derinliği yakalamak”tır. Bu anlamlara paralel olarak Kur’ân’da geçen “lâ tudrikuhu’l-ebsâru ve huve yudriku’l-ebsâre …” (gözler O’nu idrak edemez bilâkis O gözleri idrak eder …) âyetinden “künhüne varmak, ihâta etmek” mânâlarını anlıyoruz. Kur’ân’ın diğer âyetlerinde geçen “idrak” kelimesinin hepsinde “erişmek, yakalamak” mânâları mevcuddur. Meselâ, “le’ş-şemsu yenbağî lehâ en tudrike’l-kamere …” (Ay’ı idrak-‘a erişmek güneşe düşmez …) ve “Eynemâ tekûnû yudrikkumu’l-mevtu ve lev kuntum fî burûcin müşeyyedetin …” (Nerede olursanız olun, sağlam kaleler içinde de bulunsanız, ölüm sizi yakalayacaktır-idrak edecektir …)
Şimdiye kadar ki analizler ile “erişmek, yakalamak” mânâlarını bulduğumuz “idrak” mefhumu, bilgi probleminin önemli kelimelerinden biridir. İnsan bilmeye, nesneler ise bilinmeye muhatabdır. Bilgi de bilen ile bilinenin ilişkisinden meydana gelir. Bilen, bilinen ile iki tür irtibata girer: Duyular ve akıl yoluyla irtibat. Duyular bize kavramların bilgisini getirirken akıl bu kavramlarla bir hükme varır ve bu faaliyet neticesinde nesne hakkındaki bilgi ortaya çıkar. Duyuların yokluğu kavramın yokluğunu, aklın yokluğu ise hükmün yokluğunu gösterir. İşte duyuların getirdiği izlenimler ile aklın hükümleri arasında cereyan eden hâdise idrak ile ilgilidir. Şu hâlde idrak, duyum ile doğru orantılı olarak zihinde beliren nesne hakkındaki tasavvurumuz ve bunun neticesi olarak nesneyi kavramamızdır. Burada idrakın, şuur ile bir ilişkisi de söz konusudur.
Akıl yoluyla idrak, gerek duyu idrakı hakkında aklın vereceği hükümlerle olsun ve gerekse aklın kendine mahsus olarak yaptığı birtakım akıl yürütmeler, kıyaslar ve isbatlarla olsun, eşyanın sıfat, hassa ve arazlarını idrak etmekten ve bunlardan cevherleri soyutlama işlemi yapmaktan öteye gidemez. Mutasavvıf Sadreddin Konevî, bu konuda İbn Sînâ ile aynı görüşte olduklarını İcâzu’l-Beyân’da bizzat kendisi açıklar: “İbn Sînâ’nın da eserlerinde eşyânın hakikatini bilmek, beşer kudretinin dışındadır. O’na göre insanın gâyesi, eşyânın havassını ve lâzimelerini idrak etmektir.”
Bir şey hakkında tenkit yapılacaksa, her şeyden önce o şeyin kendi sınırlarını nasıl çizdiğini bilmek gerekmektedir. Akla yapılan kritikler, akla bir sınır tâyin etmekten ibârettir ve düşünce tarihi boyunca çokça çiğnenmiş bir yoldur. Lâkin, köyünün deresi ile “doymayan”, nehirlere, denizlere ve nihâyet ummanlara çıkmak isteyen birinin, altındaki kayıktan şikâyet etmesi kayığa bir hakaret olmadığı gibi, su ile tek teması köyünün çamurlu deresinde çamaşır yıkamaktan ibâret olan avamdan birinin de diğerini yanlış anlayıp ezbere kayığı küçümsemesi komiktir ve yine bir idrak meselesidir.
Mantık – Diyalektik
Diyalektik kelimesi eski Grekçe olup, “karşılıklı konuşmak” veya “konuşma sanatı” şeklinde târif edilmektedir. Fakat tarih boyunca kelimeye, hassaten felsefe alanında başka mânâlar yüklenmiştir. Bu yüzdendir ki, tek bir târif içerisinde tüm bu çeşitliliği verebilmek imkânsızdır. Ayrıca bizim hedefimiz, diyalektiğin felsefî târiflerini incelemek veya yeni bir târif vaz’ etmek değildir.
Diyalektik kavramı bazen “diyalektik mantık” şeklinde kullanılmakta ve böylelikle bir tür mantık olduğu ifâde edilmiş olmaktadır. Fakat mantık, sembolik bir dile sahip olan ve bu dilin nasıl kullanılacağına dâir kendi kurallarını belirlemiş bir nizamdır. Bir diğer hususiyeti ise bir isbat metodu olarak kullanılabilmesidir. Hâlbuki diyalektik, ne bir sembolik dile sahiptir ne de bir isbat metodu olabilir. Buna karşılık diyalektiği, bir düşünce üslûbu olarak anlamak mümkündür. Nasıl ki düşünce; sezgiye dayalı düşünce, pratik düşünce, romantik düşünce vs şeklinde olduğu gibi çeşitlere ayrılır, diyalektik de bu şekilde görülebilir. Dolayısıyla mantık ile diyalektik arasında bir zıdlık söz konusu olmadığı gibi, aralarında bir kıyas yapmak da doğru değildir.
Diyalektiğin temel hususiyetlerinden birisi, tez ve antiteze sahip olmasıdır. Tez ve antitez, birbirine göre zıd veya çelişik durumda bulunabilir. Esasında diyalektiğin bu kadar fazla sayıda farklı târifinin olmasının sebebi, zıdlık ve çelişki kavramlarının farklı felsefî yorumlara açık olmasıdır. Nitekim düşünürler, zıdlık ve çelişkinin sadece düşünce plânında, sadece tabiatta ve hem düşünce hem de tabiatta bulunduğu gibi farklı anlayışlara sahip olarak diyalektik düşünceye bir temel aramaya çalışmışlardır. Şimdi diyalektik düşüncenin öngördüğü zıdlık ve çelişki kavramlarını mantık açısından inceleyelim.
Çelişik iki ifâdenin birlikte sahip olduğu tek özellik, birinin doğru olması hâlinde diğerinin yanlış olacak olmasıdır. Meselâ, “bazı kalemler siyahtır” ve “hiçbir kalem siyah değildir” şeklindeki iki çelişik önermeden biri doğru ise diğeri yanlıştır. Zıd iki önermenin özelliği ise, birlikte doğru olamamaları fakat birlikte yanlış olabilmeleridir. Meselâ, “bütün kalemler siyahtır” ve “hiçbir kalem siyah değildir” önermeleri bu durumdadır. Bazı önermelerin ise birlikte doğru olabilecekleri dikkate alınırsa, sentez bu önermeleri, yani tez ile antitezi birlikte ihtiva edebilecektir. Nitekim “bazı kalemler siyahtır” ve “bazı kalemler siyah değildir” şeklindeki iki önerme, “kalemler çeşitli renklerdedir” şeklinde ve sentez özelliği taşıyan bir önermeyi birlikte doğrulayacaktır.
Diyalektik düşüncenin diğer bir temel özelliği, bilgilerimizin sürekli gelişebildiğini kabul etmesidir. Çünkü ulaşılan her sentez, yine bir tez olarak yeni bir antitez ile tekrar ilişkiye girer. “Kalemler renklidir” şeklindeki bir önerme ile kalem hakkında tam ve eksiksiz bir bilgi ortaya konmuş olmamaktadır. Bazı kalemlerin tahta, bazılarının plastik, bazılarının mâdenî, bazılarının değersiz, bazılarının değerli olması, kalem hakkında bilgi veren lâkin o nesneyi tek başına hiçbir zaman tam olarak tasvir etmeyen ifâdelerdir. Dolayısıyla bu tür önermelerle ulaşılan her sentez, o nesne hakkında yeni bilgilere dâima açık kapı bırakacak, bu sûretle de bilgilerde bir süreklilik sağlanacaktır.
İbn Sînâ’nın mantığına göre, zihindeki her bir şey bir ilimdir. İlim ise ya tasdik ya da tasavvurdur. Tasavvurlar birbiri ile ilişkiye girip tasdikleri oluştururlar ve oluşan yeni bir tasdik, bizzat başka bir tasavvurla tekrar ilişkiye girebilecek bir tasavvurdur. Burada müthiş bir hikmet vardır: Zihninde iki küllî bilgiyi sağlamış bir insanın, âlemdeki bütün küllîlerin ilmine vakıf olması mümkündür. Küllî bilgiyi nokta ile sembolize edersek, iki noktadan üçüncü bir nokta doğacak, bu üçüncü nokta diğer iki nokta ile ayrı ayrı yeni noktalar oluşturabilecek, oluşan yeni noktaların her biri diğerleri ile yeni yeni noktalar doğuracak ve bu şekilde arta arta devam edecektir. İşte hangi noktanın hangi nokta ile nasıl bir ilişkiye girebileceği, mantık sanatının uhdesindedir. Su bir nokta olsun, uzunluk da başka bir nokta… Suyun uzunluk ile vasıflanamayacağının bilgisi ancak mantık ile mümkündür. Şimdi, “Uzun su da olur” diyenleri kendi hâllerine terk edip küllîye dâir kısa bir târif yaparsak; öyle bir bütündür ki, parçaların artması veya azalması onun bütünlüğüne bir halel getirmez. Misâl, “Hegel bir insandır” cümlesinde Hegel cüzî, insanlık ise küllîdir. Hâlbuki eğer ilişki, küllî-cüzî değil de kül-cüz ilişkisi olsaydı, parça çekildiği an bütün bozulurdu. Şöyle devam edelim, küllî-cüzî ilişkisinde cümle tersinden kurulamaz. Yâni “İnsanlık bir Hegel’dir” denilemez. Dolayısıyla kendinden belirdi ki; küllî, cüzînin bir cüzüdür. İnsanlık, Hegel’in hem bağlı olduğu küllî hem de Hegel’i oluşturan bir cüzdür. Yine dolayısıyla, Hegel’i kaldırdığımız anda insanlık küllîsi küllîliğinden bir şey kaybetmez fakat insanlık cüzünü kaldırdığımız anda Hegel kül’ü kül olma vasfını yitirir. Bu incelikleri; zihnin çalışma usûllerini öğrenmek için İbn Sînâ’yı ıskalayıp O’nun tam sekiz asır sonraki ucuz ve eksik bir yağmacısı olan Hegel’i bekleyenlere ve üstelik bugün hâlâ Hegel’in İbn Sînâ’yı çelici yeni bir alternatif olduğunu zannedenlere ithaf ederim.
Tez ve antitez arasındaki ilişki ne şekilde olursa olsun, bu ilişkinin mantık açısından incelenebilmesi gerekmektedir. Aksi takdirde, meselâ “kalem siyahtır” ve “hava yağmurludur” gibi herhangi iki önermenin niçin birbirine göre tez ve antitez olamayacağı açıklanamaz. Yâni iki yargı veya kavramın birbirine göre tez ve antitez durumunda olabilmesi ve sentezle aralarında bir ilişkinin kurulabilmesi için “zıdlık”, “çelişiklik” veya bunların dışında yine mantık açısından ele alınabilecek bir bağın mevcud olması gerekir.
Diyalektiğin bir de canlı ve cansız tabiatta, toplumda, insanda, yâni her türlü nesnedeki değişmeyi veren, bu değişim üzerine kurulduğu kabul edilen bir usûl hatta bir kanun olduğu da söylenmektedir. Nitekim materyalist filozoflara göre diyalektik, her türlü nesnede ortak olan bir özelliğe işaret etmekte, nesnelerdeki değişimi ifâde etmektedir. Materyalist felsefeye göre canlı, cansız her türlü nesne bir hareket ve değişim içindedir. Nesnedeki hareket ve değişim iç ve dış etkenlerce sağlanır. İç etken, o nesneyi o nesne yapan, onun var olmasını sağlayan tez ve antitez birlikteliğidir. Birbiriyle çatışma hâlinde bulunan tez ve antitez, değişimin de sebebi durumundadır ve o nesnenin tâbiri câzise iç dinamiğini oluşturur. Değişimden söz edince bir de dış etkenleri göz önüne almak gerekir. Dış etkenler bazen, denge hâlinde bulunan iç etkenleri, yâni tez-antitez birliğini bozarlar. İç ve dış etkenlerin birliği ise yine birer tez ve antitez olarak yorumlanır. Materyalist felsefeye göre, değişmeyi ve hareketi kabul etmek, adeta zorunlu bir şekilde diyalektiğin de kabul edilmesini gerektirmektedir. Çünkü her türden nesnenin özünde bir çelişki, bir çatışma vardır ve diyalektik de bu çelişkinin açıklanması demektir.
Diyalektiği, her türlü nesnenin tâbi olduğu bir kural veya ortak bir özellik olarak görmek şüphesiz söz konusu olamaz. Çünkü her türlü hareket, değişim ve gelişimin aynı kurala bağlı olması, birbirinden çok farklı nesnelerde, fiziğin, kimyanın, biyolojinin, sosyolojinin, psikolojinin, astronominin, ekonominin ve diğer disiplinlerin konusu durumundaki nesnelerde ortak bir yasanın geçerli olması demektir. Birbirinden böylesine farklı nesneler için eğer ortak bir yasa varsa bile, kendi tutarlılıkları adına bu durumun deneyle, gözlemle ve bilimsel bir yolla isbatlanması gerekirdi. Bugüne kadar bu yolla bir isbat etme olmamıştır. Materyalist felsefe için tez ve antitez bir tasarı olarak değil algılanabilen bir nesne olarak var olmalıdır.
Problem çözmek, çok yönlü bir süreçtir. Bu süreçte; sezgi, ibda faaliyeti, tecrübe, estetik vb faktörlerden söz edilebilir. Dolayısıyla yeni bir bilginin, yâni antitezin teşhisi ve yeni bir sentezin ortaya konulabilmesi ancak söz konusu faktörlerle açıklanabilir. Hegel ise senteze ulaşmayı bu faktörlere birlikte “hürriyet” vasıtasıyla ele almıştır. Hürriyet sayesinde antitez demek olan alternatiflere yönelmek söz konusu olabilir.
Özellikle Hegel’den sonra diyalektiğin yeni bilgi kazanma süreci olarak görülmesi, mantıkla diyalektik arasında bir aykırılığın bulunduğu inancının doğmasına yol açmıştır. Mantık ile diyalektik düşünce arasındaki bu ve buna benzer kıyaslar, mantığın yanlış değerlendirilmesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü mantık, nesneler âlemi hakkında doğrudan bir bilgi vermek durumunda değildir. Dolayısıyla mantığın, diyalektikten umulduğu şekilde, gelişimi ve değişimi temsil etmesi söz konusu olamaz; bu açıdan bakıldığında aralarında kıyaslama yapmak da bâtıldır.
Her şeyin sürekli değiştiğini felsefesinin temeline koymuş olan Herkaleitos’un deyişiyle “bir nehirde iki kere yıkanılamaz”. Fakat eğer her şey her an değişiyorsa, ne nehire giren insandan ne de nehirden bahsedilebilir. Bir nehirden, bir insandan veya herhangi bir nesneden söz edebilmek için o nesnenin belirli bir zaman aralığında -ki bu süre de nesnelere göre değişir- değişmeden kaldığı kabul edilmelidir. Öte yandan nesneleri, değişme özelliklerine rağmen birtakım kavramlarla ifâde eder, bu yolla onları anlamaya çalışırız. Elimizdeki kalem evet, yazıyı yazarken değişse de ve diğer kalemlerden farklı da olsa, “kalem” kavramının bir misâli olmaya devam etmektedir. Diğer bir deyişle, elimizdeki kalem hakkında bir bilgi elde etmek için sadece belirli bir andaki özelliklerinin dikkate alınması yeterli olabilir ve işimizi görebilir. Ayrıca, başka bir açıdan kalemi incelemek isteyebilir ve geçmişini de dikkate alabilirim. Böyle bir incelemede yine belirli bir noktada durmak ve belirli bir zaman aralığında kalmak gerekecektir. Aksi takdirde, kalemin ağaçtan, o ağacın bir tohumdan, tohumun başka bir ağaçtan meydana geldiğini, bu süreç içerisinde yer alan topraktan, sudan, minerallerden, kalemi yapan makineden, makineyi yapan insandan, yâni hiçbir şekilde tamamını kuşatamayacağımız zenginlikte nesnelerden ve ilişkilerden bahsetmek gerekir. Böyle sonsuz gerilemenin mümkün olup olmadığı şöyle dursun, olsaydı bile her bir evresi yine değişime muhatab olacağından şu andaki zaman aralığı içinde incelenmesinden farklı olmayacağı da açıktır.
Nesnelerin bir süreç içinde incelenmesi, esasen birçok bilimin zaten konusu içerisindedir. Tarih, sosyoloji, fizik, biyoloji bu konuda tipik örneklerdir. Bu bilimler ile mantık ilkeleri arasında bir karşıtlıktan da bahsedilemez. Değişimi ve gelişimi inceleyen bilimler, mantığın ilke ve kurallarını kullanabilir. Yâni nesnelerdeki değişimin dikkate alınması gerektiğini söylemek, zorunlu olarak mantığın bir kenara bırakılmasını gerektirmez. Bu durumda da, değişimin incelenebilmesi ve anlaşılabilmesi zaten bilimlerin konusu içinde yer aldığına göre, bu konuda sadece diyalektiği yetkili kabul etmenin hiçbir dayanağı kalmayacaktır. Netice olarak, gelişimin ancak diyalektik ile anlaşılabileceğini öne sürmek doğru olmadığı gibi, diyalektik ile mantık arasında herhangi bir uzlaşmazlıktan da söz edilemez.
Diyalektiğin yeni bir bilgi edinmek için bir keşif usûlü olarak düşünülmesi, mantıkla olan ilgisinin ve ayrılığının başladığı noktadır. Her şeyden önce mantığın bir isbat usûlü olması, aralarındaki temel farklılıktır. Bununla birlikte, diyalektik düşünüşün cereyan ediş şeklini, kısımlarını ve benzeri özelliklerini tasvir etmek ve açıklamak ancak mantık ile mümkündür. Ayrıca diğer her vasıta gibi diyalektik düşünüş vasıtasıyla ulaşılan bilgiler de mantıkî bir tutarlılığa sahip olmak zorundadır. Bu özellikler, mantık ile diyalektiğin ilişkisinin hangi açıdan ele alınması gerektiğini göstermektedir.
Diyalektiğin hedefi, mantığın alternatifi olmak değil, sultasından kurtulmaktır. Hâlbuki bu istek, ne sadece onda zuhur etmiştir ne de son olacaktır. Lâkin insanoğlu eğer herhangi bir konuda herhangi bir müşterek oluşturacaksa; mantık, zorunluluğunu devam ettirecektir. Kimse bundan şeytânî bir zevk alıyor değildir; heyhât ki, bu âlemin yasası budur.
Cem TÜRKBİNER
ADIMLAR Dergisi