BAŞKANLIK BİR ŞEKİL… HANGİ “RUH”U TEKLİF EDİYORSUN?.. CEVAP?!
Bir şey diğer bir şeye dış yüzden veya lafzen benziyor olabilir, bunun yanında aynı benzeşen veya benzeştiği ileri sürülen şeyler birbirine tamamen zıt mânâlara hizmet edebilir.
Bu izahatları başa almamızın sebebi, düşmanlarımızın bizleri bu dış yüz benzerlikleri üzerinden avlamaya çalışmaları. Unutulmasın, avcı keklikleri de kekliktir ve yine Don Kişot, Şeytan’a, “Senin adamların niçin Allah Allah diye bağırıyordu?” diye sorduğunda, Şeytan’dan aldığı cevap malûmdur: “Şeytan Şeytan diyecek halleri yoktu ya!”…
“İslâm’da yönetim şekli yok, yönetim ruhu vardır.” Şekil, ruha uyarsa makbuldür. Yoksa Başkanlık tek başına matah bir şey demek değil. Nasıl ki tek başına parlamenter sistem matah bir şey değilse. Aslolan ruh ve mânâ ve o ruh ve mânâya yataklık edecek kalıp. Eğer kalıp-şekil, bu ruh ve mânâya yataklık edemiyorsa, şekil ve kalıpta ısrar etmeye devam etmek, İslâm ruhuna aykırılığı İslâm zannetmeye çıkar ki felâketlerin büyüğü buradan doğar. Bir şeyin kıymeti, hizmet ettiği mânâya izafeyledir.
Üstad’ın işin dış yüzünü bir tarafa bırakıp, öz ve asıla dair gösterdikleri gayet açık.
İş, dış yüz görüntüsünden ibaret kalacak olduktan sonra, Kanunî devrinin satvet ve haşmetine bakarak söylenecek söz bulunamaz ama asıl olarak bu satvet ve haşmet, gözlerin boyanmasına, sapmanın fark edilememesine yol açmıştır. Yani, birileri ruh yerine şekille kayıtlı olarak, şahısla kayıtlı olarak konuşuyorsa, orada göz boyamaya dikkat etmek gerekir. Şekil ve şahıs ancak fikirden, ruhtan, mânâdan dolayı gündeme gelebilir ve öncelikle de o fikir ve ruhun ne olduğunun gösterilmesi icap eder.
O hâlde, biz, her şeyden önce benzeşen şekle ve söylenenlere değil, öz ve o özü gösterecek şekillere bakmakla mükellefiz.
Bir devlet başkanı ki sıradan bir devlet başkanı da değil Muhteşem Kanunî, Kanunî Sultan Süleyman, nerede hata yapmış nasıl yapmış, işte:
“İnsanoğlunu mabud mevkiine çıkarıp insanoğullarını ona mahkûm kabul etmekte en müthiş edebiyata malik bulunan Fars ve Bizans dünyası, İslâmın, hakca en zayıf köleden farklı görmediği devlet reisine, elbette ki, İslâmî hükümlere karsı da hâkim mevkide bulunmayı telkin edecekti. Nitekim bu gizli tesir Kanunî çağındadır ki, «Şeyhülislâm»lar, bir memur gibi, Padişahın iradesiyle nasp ve tayin edilmeye başlanmışlardır. Önceleri, şûrâya benzer bir heyetçe seçilirlerdi.” (NFK, İdeolocya Örgüsü)
Devlet başkanı, kendisini -hakça- en zayıf köleden daha güçlü görmeyecek…
Fars ve Bizans tesiri ile İslâmî ölçülere hâkim mevkide görünmeyecek.
Bunlar nasıl oluyor?
Devlet Başkanı, Şeyhülislâmları kendisi atamaya başlıyor.
Yani, devlet başkanının şeyhülislamları kendisinin ataması, İslâmî hükümlere karşı mahkûm mevkide olmaları gerekirken kendilerini hâkim mevkide görmeye başlamalarından.
Şeyhülislam, bizzat devlet başkanı tarafından atanınca ne oluyor, ne olmuştur?
Daha önce bu görevlere gelmeler, ilmî liyakat -ehliyet- sahibi bir heyet tarafından seçilmeyle gerçekleşiyordu. Kanunî bunun yerine Şeyhülislamları kendisi atamaya başlamakla, hatır-gönül fetvalarına yol açıldı. Yani, devlet başkanını da denetlemekle görevli olan Şeyhülislâmlık makamı, bu denetleme görevini yapamaz hale geldi. Böylece Devlet Başkanları, böyle bir denetleyici ve men edici kontrol mekanizması olmadan, adeta mutlak bir güç sahibi gibi davranmaya başladılar.
Demek ki, devlet başkanına denetim ve kontrol şarttır, bu denetim ve kontrole tabi tutulmayan devlet başkanı-başkanlığına havi böyle bir sistemin, İslâm’a karşı başkaldırı içinde ve İslâm’a karşı başkaldırı ruhunu yaşatıyor olması bedahet.
Yani burada temel mesele şahısların ne kadar samimi olup olmadıkları filân değil, sistem olarak o sistemin ifade ettiği mânâ. Şayet şahıs gerçekten samimi ise zaten, önce bu denetim mekanizmalarını kursun.
İşte, insanın böyle bir sapmaya dûçar olmaması için de “sistem” şarttır. Sistem, şahısların sapmasının da önüne geçerek nefslerinin eline düşüp, şeytanın oyuncağı olmaktan korur. Sistemi doğru kurmadan işi şahıslara tevdi etmek, hem Allah’a hem de mahlûkata karşı kötü niyetten ileri geçmez. “Sistem”, işleri fertlerin vicdanına terk etmek ve sapma olmayacağını ummak yerine, bir takım mekanizmalarla bu sapmanın önüne geçmek için vardır. Sistem doğru kurulmaz veya doğru kurulan sistemler sonradan bozulursa, devlet başkanının kendisini hakikat karşısında hâkim mevkide görmesine yol açılmış olunuyor.
Buradan da zulüm doğuyor.
Adaletsizlik doğuyor.
Keyfîlik doğuyor.
Necip Fazıl, böyle bir kontrolsüz gücü İslâm’a tersleşme olarak görüyor ve zaten kendi kurduğu sistem olan Başyücelik Devleti’nde, Başyüce’ye neredeyse sınırsız yetki verirken, o derecede de kontrol ve denetim altına da alacak mekanizmaları da sistemine koymuş olduğunu görüyoruz. Yani Başyüce dahi böylesi kontrolsüz bir şekilde yetki kullanma hakkına haiz olamaz, bu hakkı kendinde görmek İslâmî ölçüler karşısında kendisini hâkim görmek, Allah’a karşı Allah’lık iddiasına kadar gidecek bir cinayetten başka bir şey değil.
İster kişinin kendisi, isterse de bir başkası, fani bir fertte böyle bir yetki görmek istiyorsa, o kişi Firavunlardan bir Firavundur.
Şimdi, nedir bu kontrol mekanizmaları?
Getirilmek istenen yeni sistemle kıyaslayarak anlatırsak, anlaşılması çok daha kolay olacaktır.
Getirilmek istenen sistemde Cumhurbaşkanı’nın Meclis’i feshetme yetkisini elinde tutmasına aykırı olarak Başyüce, tek başına Yüceler Kurultayı’nı feshedemez. Başyüce’nin Yüceler Kurultayı’nı feshedebilmesi için, Yüceler Kurultayı’nın en azından yüzde kırkının kendisi ile beraber olması gerekir. Sırf bu da yetmez, bu yüzde kırk ancak referandum için gerekli şarttır. Yani Başyüce Yüceler Kurultayı’nı feshetmek istediğinde Yüceler Kurultayı azasının en az yüzde kırkını yanına almak mecburiyetinde olduğu gibi, bir de bunu millete tasdik ettirmek, milletin de kendisiyle aynı fikri paylaşıyor olması gerekecektir.
Oysa getirilmek istenen yeni sistemde Cumhurbaşkanı Meclisi istediği zaman feshedebileceği gibi, bunun için ne meclis azası içinde bir desteğe ihtiyacı olmadığı gibi ne de millete sormasına gerek yoktur. Canı istiyorsa, yapar ve kimse de niçin böyle yaptın diyemez. Oysa Başyüce Yüceler Kurultayını feshetme gereğini önce Yüceler Kurultayı içinde Yüceler Kurultayı’nın yüzde kırkına sonra da millete kabul ettirmek durumunda kalacak, son noktada millet Başyüce ile aynı fikirde olmadığını gösterdiği anda da Başyüce düşecek ve yeni bir devlet başkanı seçimi gerek olacaktır.
Getirilmek istenen sistemde Cumhurbaşkanı istediği gibi meclisi fesheder ve sonra seçime gidilir. Cumhurbaşkanı aynı zamanda parti başkanı olduğundan, seçilecek vekilleri de kendisi tayin eder. Oysa Başyüce’nin vekil seçme, Yüceleri belirleme gibi tayin edici bir yetkisi yoktur. Böylece Yüceler ile seçimle gelen vekiller arasındaki temel fark da ortaya çıkıyor: Yüceler, yalnızca hak ve hakikate karşı kendilerini mesul hissedecekken, vekiller kendilerini seçen parti başkanına karşı mesul oluyor ve dolayısıyla da kendileri hakkında parmak indirip kaldırma makinaları şeklinde aşağılayıcı bir fikrin hâkim olmasına yol açılıyor.
Diğer yandan, getirilmesi beklenen sistemde, meclis, Cumhurbaşkanını ancak 2/3 çoğunlukla görevden düşürebiliyor. Teoride mümkün gözüken bu hâl, vekilleri seçenin önce parti başkanı ve sonra da Cumhurbaşkanı olan şahıs olması bakımından, pratikte muhal… Yani Meclisin Cumhurbaşkanını düşürmesi teorik olarak mümkün gözükürken gerçekte bu muhal… Dolayısıyla Cumhurbaşkanını düşürmeyi mümkün kılıyor zannı uyandıran bu madde, aslında bir yalandan ibaret. Bu maddenin gerçek niyetinin, düşürmeyi mümkün kılmak değil, düşürmeyi mümkün kılıyormuş gibi göstermek olduğunu söyleyebiliriz. Yani güya devlet başkanının hak ve hakikat karşısında hesaba çekilebileceği vehmini uyandırmak maksatlı bir aldatmaca…
Peki Başyücelik’te Yüceler Kurultayı Başyüce’yi düşürebilir mi?
Kocaman bir “evet!”
Yüceler Kurultayının yüzde yetmiş beşinin kararı ile bu gerçekleşir.
Bu oran yüksek gözükebilir ama hiç de değil.
Yani, getirilmek istenen Cumhurbaşkanlığı sisteminde meclisin cumhurbaşkanını düşürmesi yüzde altmışla mümkün değilken, burada yüzde yetmiş beşle mümkün. Çünkü Yüceleri seçen Başyüce değil ve hiçbir Yüce de hak ve hakikatten başka kimseye bir şey borçlu değil.
Oysa vekillerin nasıl seçildiği, bu seçimin nasıl bir kepazelikten ibaret olduğu malûm…
Denetimin bir diğer mekanizması da hukukî olanı.
Getirilmek istenen sistemde, tam da Üstad’ın Kanunî misalinde gösterdiği üzere, Cumhurbaşkanı kendisini yargılayabilecek hâkimleri ve o hâkimleri denetleyecek diğer hâkimleri de kendisi tayin ediyor…
Yani sistem içinde Cumhurbaşkanı’nı kontrol edecek, denetleyecek hiçbir mekanizma yok.
Yalnızca “seçim” denilen bir aldatmaca ki onun da nasıl manipüle edilebileceğini, edildiğini anlatmaya gerek yok.
Başyücelik Devleti bir ruhtur ve o ruhun özü de Devlet Başkanı’na icrada namütenahi bir selahiyet tanırken, yine aynı namütenahilik içinde kontrol ve yaptırıma da tabi tutulmasıdır.
Zira İslâm, zıt kutuplar arası muvazenenin üstün nizamıdır ki, yetki ve kontrol zıt kanatlar olup, biri olmadan tek kanatla uçmaya kalkmak, frensiz, dümensiz ve iniş takımı olmadan uçmaya benzer. Uçarsın ama inemez, çakılırsın.
A. Baki AYTEMİZ