HÜR SAVAŞÇI’DAN NOTLAR – ONLAR VE BİZ
Bugün 31 Ekim 2017. Almanya, devlet geleneği olarak 500 sene sonra ilk defa tüm ülke çapında ‘Reformasyon Bayramı’ adı altında bir Hıristiyan mezhebi olan Protestan dini bayramını kutluyor. Dolayısıyla resmi tatil günü. Böylece 1 Kasım ‘Azizler Günü’ ile birlikte artık Almanya’da iki gün üst üste dini bayram kutlanacak. Bu iki günü birbirine bağlayan gecenin “Halloween”, yani “Cadılar Bayramı” olması işi daha bir enteresan kılsa da üzerinde durmaya pek değmez. Sokaklarda öcü olmaya meraklı envai çeşit kostümlü zibidilerin arasından Hür Savaşçı’nın evine geldim.
– “Efendim, nasıl buluyorsunuz bu Protestanlık çıkışını?”
– “Çok değil, bundan beş ay önce, 25 Mayıs tarihinde Obama Almanya’ya gelmiş ve Şansölye Merkel ile birlikte “36. Protestan Kiliseleri Günü” kutlamalarına katılmıştı. Malûm Obama Protestan’dır. Daha evvel bu kutlamalara katılmak için Almanya’ya gelen başka bir ABD Başkanı olmuş mudur bilmiyorum, yani hatırlamıyorum. İşin ilginç tarafı, aynı gün Brüksel’de, yeni NATO karargâhının açılışı için Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da katıldığı liderler zirvesi gerçekleşmişti. Yani yan tarafta milyonlarca sivil katili NATO yeni açılış kokteylini düzenlerken bu tarafta Obama katıldığı panellerin birinde, “Aldığım kararlar sivilleri öldürdü” diye günâh çıkarmış, ardından bu sivil ölümlerinin IŞİD’lilere ulaşmanın tek yolu olduğunu söyleme küstahlığında bulunmuş, katilliklerinin mazeretini sunmuştu. İnsan ister istemez, “Nasıl yani?” diye soruyor. Masum insanların bir değeri yok mu? Bunlar açısından demek yok. O zaman İslâm Savaşçıları’nın yaptıkları eylemlerde sivil kayıplar olmasını niye bu kadar sert kınıyorlar ki? Onların da bir şeylere ulaşmak istediği ortada değil mi? Ki Batı’nın katlettikleri yanında bunlar Almanların dediği gibi “Ein tropfen auf dem heissen stein.” (Sıcak taşın üstündeki bir damla). O kadar az ki, değerlendirmeye bile gerek yok anlamında.”
– “Obama’nın gelmesiyle mi Almanya bugünü ülke genelinde tatil ilân etti diyorsunuz?”
– “Yok sanmam. Protestanların son beş senedir Alman Parlamentosu’na bir baskısı olduğunu okudum. Obama’nın bizzat katılmasıyla işin rengi değişti ve güzelleştirmeye gidildi, ardından büyük bir jest gerçekleşti. Ki bu işin tarihine bakacak olursak, 500 yıllık bir mücadeleleri var ve mezhebin kurucularından, daha doğrusu teorisyeni Martin Luther adlı bir Alman. Avrupa’da bir diğer öncüsü İsveçli Jean Calvin. Ama asıl işin çıkış noktası Luther’dir. Bugün Merkel’in de katıldığı Kilise Programı’nın özetini izledim haberlerde, bütün vurgular mezhebin kurucusu olarak görülen Martin Luther’e yapıldı ve tezleri Evangelist bir papaz tarafından okundu.”
– “Neden Evangelist?”
– “Araştırdığım kadarıyla Evangelistler Protestanlığın alt kollarından biri. Şöyle ki, her Evangelist Protestan’dır ama her Protestan Evangelist değildir. Yani başka Protestan kollar veya Protestan akımlar da vardır. Bunlar bazı temel konularda birleşirler, bazı konularda da ters düşerler. Anlaşılacağı üzere Protestanlık çatı isimdir. Ama en fazla zıtlaştıkları ise Katolikler ve ismi de Katolikliği protesto ettikleri için alıyorlar. 1517 senesinde Martin Luther, Katolik Kilisenin kapısına düşüncelerini veya Katolikliğe ve Papa’ya reddiyesini kaleme aldığı bir kâğıt asıyor, 1529 tarihinde de ilk defa Reformcu olarak kuruluşu ilân ediyor. Protestanlar yoğun olarak Katolikler üzerinde etkiye sahip olsalar da Ortodokslar tarafından hiç benimsenmiyorlar. Ruhanî bir Lider’e kesinlikle karşılar ve cemaatlerinden olanlar İncil’i diledikleri dilde okuyabilirler, yani Yunanca ve Lâtince okumak zorunda değiller. Her kilise ve kurum kendi kendine idare etmek durumunda. Kiliselerinde heykel vs. gibi motifler bulunmuyor ve kaynak olarak sadece İncil’i kabul ediyorlar. Tabi kendi İncillerini…”
– “Hıristiyanlık içersinde bayağı bir yayılmışa ve güçlenmişe benziyor?”
– “Benziyor değil öyle. Kendi aralarında belki de onlarca mezhebe bölünen bu üç ana mezhebi şöyle şekillendirelim; Katolikler ağırlıklı olarak güney bölgeleri İtalya, Fransa, Portekiz ve Latin Amerika ülkelerinde; Ortodokslar Rusya, Yunanistan, Bulgaristan ve Sırbistan gibi doğu bloğu ülkelerinde; Protestanlar da Merkez Batı diyebileceğimiz başta ABD, İngiltere, Almanya, İsveç ve kuzey İskandinav ülkelerinde mevcut. Reform sonrası başka mezhepler de meydana geliyor. Mesela Anglikanizm, Kalvenizm, Baptizm gibi. Anglikan Kilisesi İngiltere’ye özel denilebilir ve Katoliklik ile Protestanlık arasında orta yolu bulmak için kurulan bağımsız bir mezhep. Protestanlık üzerinde devam edelim. Araştıranlar bilir, ABD’yi Evangelistler kuruyor. Bunlara, Protestanlık içerisinde daha tutucu ve muhafazakâr bir kesim olan Puritenler’in devamı deniliyor. Prutinler de 17. Yüzyıl’da, yine İngiltere’de kurulmuş bir mezhep. Genel anlamda bakacak olursak, bütün mezhep ve kurumlarıyla birlikte Protestanlar, Katoliklerin veya Papa’nın şaşalı ve gösterişli hallerinden daha uzak ve farklı olmaları yanında daha özgürlükçü ve yenilikçi, aynı zamanda bugüne kadar daha mütevâzı ve arka planda görünmelerinin ardından gittikçe belirginleşmeye, devletler üzerinde hâkim olmaya ve nihayetinde ön plana daha çok çıkma gayretleri gütmeye başlıyorlar. Netice itibariyle Müslümanlara bakışları hiç değişmeyecek olan bu Haçlı güruhu Hıristiyan mezhepler ne plânlarsa plânlasınlar, yapacakları her hamlede kendi aralarında çıkacak bir hâkimiyet kavgasına da hazır olsunlar. Bugün Hıristiyanlık içerisinde mezhep kavgaları halâ bitmemiştir ve ne zaman patlak vereceği meçhûl olsa da meselenin her an ilginç hâdiselere gebe olduğunu tarihi açıdan belirterek ifâde edelim. Velhasıl Batılılar Müslüman ülkelere “Demokrasi ve yan kuruluşlarını” zorla dayatırken kendileri dinî meselelerine sahip çıkıyor ve açıkçası “Siyasî Hıristiyanlık” yaptığını, Hıristiyancı olduğunu gözümüze sokmaktan çekinmiyor. Şimdi bizimkilere sorsan hemen Katolikler daha sert, Protestanlar daha ılımlı falan diye zıplar ama o iş öyle değil. Nasıl Katolik Papa, Türklere karşı Haçlı İttifâkı’nı kurduysa, Protestanlık kurucusu Martin Luther Türkler hakkında şu ifadeleri kullanmıştır; “Türk, günahkâr Hıristiyanlara Tanrı tarafından verilmiş bir ceza ve şeytan”. Ayrıca Almanları Türklerden korunmak için Tanrı’ya dua etmeye çağırdığı da biliniyor. Yani bunu bugün reddetmeyeceklerine göre?”
– “Şu ân itibâriyle bizim durumumuz da pek iç açıcı değil efendim. Yani mikrofonu bir emzik gibi ağzından düşürmeyen şunca siyasetçiden veya aydından bu olup bitene karşı ciddi mânâda ne fizikî nede fikrî bir hamle göremiyoruz.”
– “Bu kadar karamsar olma demek isterdim. Aslında bizim de tarihimiz açısından bakarsan kim, ne ve neci olduğumuz tamamen belli. Şu ânki süreç, bunların tekrar su yüzüne çıkma mücadelesi ile alâkalı. Yani Anadoluculuk ve Türk Ruhu davasını samimi ve ciddi olarak anlatma gayreti güdüyoruz. İnsanlarımızın bunu anlamasını ve sahiplenmesini istiyoruz. En azından buna hazırlıklı olmalarını… Bizim çilemiz de bu! Büyük Doğu – İBDA Sistemi’nin ortaya koyduğu tüm hakikatler ile yapıyoruz bunu. Son yıllarda ortaya atılan tüm tez veya antitezlerle Türk’e bir kimlik arayışı yapılsın dursun. Yok Türkler Arapların etkisi altında, yok Batılıların, yok Şamandı, yok Bektaşîydi falan. Şimdi, bu şıklar için şurada bir Türk veya Türk cemaati Arap, Batı, Rus, Amerikan, Şaman veya Bektaşî ekolünde karar kılmış, hatta son zamanlarda modaya ayak uydurup daha bilmem neyle allanıp pullanmış olabilir. “Türkler böyle şey yapmaz” gibi bir ucuzculuk yapacak değiliz, değil mi? Öte yandan bir bakıyorsun, kişi hıyar satan bir manav ama sanki eczacılığı yalayıp yutmuş da, yukarıda sıralananlar üzerine bu edayla bir başlıyor reçeteler sunmaya… Yahu bin iki yüz küsûr senedir -ki belki başından beri, çünkü bazı kaynaklara baktığımızda da böyle ipuçlarına rastlayabiliyoruz-, Türkler İslâm’da karar kılmış ve hiç vakit kaybetmeden ilim, irfan, bilim, yönetim, askerî mevzularda dönemin farklı İslâm topraklarında farklı devletlerde görev aldıkları gibi, yine aynı şekilde kendi müstakil devletlerini kurmaya gitmiş ve Türklüklerini daima muhafaza etmişler. Bunlardan sadece bir tanesi (Savefî Devleti) bir değişik ekol olan Şiîliği devlet politikası olarak savunmuş -ki birgün bunun sebeplerini psikoloji olarak ele alacak olanlar da çıkacak diye düşünüyorum-, diğerlerinde böyle bir şeye rastlamak mümkün değil. Yani Hindistan’dan Doğu Türkistan’a, Kırım’dan Mısır’a kadar muazzam hissedilir bir şekilde Ehli Sünnet çizgisinde Ehli Beyt ile omuz omuza bir yaşam sürmüşler ve bu merkezde savaşmış ve hükmetmişler. Diğerlerini bir kenara koyalım, bizzat merkez Anadolu’ya veya Anadolu merkezli İslâm Âlemi’ne bakacak olursak, bundan farklı bir tablo görmemiz imkânsız. Türkler İslâm’dan sonra Araplaşmadılar, resmen İslâmlaştılar. İslâmcı oldular. Şunun bunun değil bizzat İslâm’ın emrine girdiler. Neticede Şiîlik veya Bektaşîlik de bu kaynaktan oluşma oldukları bilindiğinden diğer ekolcükler birer kırıntı olarak kalıyor.
Ama kimse Türklere Halifeliği altın tepsi ile sunmadı. Hele de sonradan Sünnî olduklarına binâen girişilen saftirikçe yaklaşımlar aşırı terbiyesizce. Yavuz Sultan Selim Han, Şiî Safevî Devleti’ne karşı ülkesini koruma ve kovma işini yaptıktan sonra Sünnî olan Memlûk Devleti’nin üzerine yürümekle mezhepçilik değil bütüne tâbi bir “işi ehline teslim etme” mücadelesi güttüğünü cümle âleme göstermiştir.
Yaranın merkezini tesbit etmezsen nasıl tedavi edebilirsin? Gerekirse neşteri vurmalısın. Gelelim mevcut hâlimize… Evet, bir büyüğümün sık sık tekrar ettiği gibi en acısı “Devlet Adamı” yetiştirememenin sıkıntısını yaşıyoruz. Sanki siyasetçilere milleti nasıl oyalar, nasıl kandırabilir de oy potansiyelini yükseltebilirin eğitimi veriliyor. Aslî mânâda siyasetçi yetişmiyor, Devlet adamı yetişmiyor. Aydın kesim biraz şov, biraz reyting olsun derdinde, ucundan azcık bir şeyler geveliyor o kadar. Siyasî İktidar içinde bundan ötesi imkânsız. “Metal Yorgunluk” falan hikâye. Bence büyük bir doymuşluk ve kendi çaplarına göre zirveyi gördükleri için fikirler tamamen tıkanık durumda. Osmanlı hakkında bunu Kanunî devrine formülleyen Üstad Necip Fazıl bize müthiş bir miras bırakırken, gördüğümüz kadarıyla Osmanlı’nın yüzde biri olamayacak bir modern çağ partisinin sadece zan ve vehm ettirmesiyle elbette sınırları zorlaması uygundur fakat bu saatten sonra sağlıklı hamleler düşünülemez artık. Daha açıklayıcı olması adına meselenin özeti Sayın Ali Osman Zor Bey’in 2015 tarihinde kaleme aldığı bir yazıdan not aldığım aşağıdaki şu satırlarda;“
“Siz, Demokrasi oyunu içinde kurduğunuz “çadır tiyatrosu”nun devamı için “seçim” adı altında Milleti oyalamaya, kandırmaya devam edin. Ama bilin ki yalanla, kandırmayla iş görme dönemi artık kapandı.
Başkalarının tarafı ne olursa olsun, bizim tarafımız ne sizin ne de onların tarafı… Muradı kestirebilme gayreti içerisinde “taraf ilzam etmez olan” Kaim’in tarafındayız!
Kaim’i bildiniz, değil mi?
Sona yaklaşmakla beraber, Hesaplaşma bitmedi.”
Anlıyoruz ki, bizim değişmeyen tek bir gündem maddemiz var, o da “İÇ OLUŞ” süreci. Bu süreci bütün yaralarımıza merhem, bütün dertlerimize derman ve gücümüzü koruyucu, geliştirici ne gibi faydalar varsa bütün reçeteleri ile sunan İBDA ile gerçekleştirirken, bu aziz oluşma gayretlerini yol kenarına oturmuş çekirdek çıtlayan seyircilerin, bizi kızdırmak için çıkardığı kuru gürültüye feda etmemeye çalışıyoruz.
Etmeyeceğiz de!
Çünkü bizim niyetimiz şurada veya burada yapılan zulümlere salya sümük ağlar gözüken bir ahmaklığa ve gevezeliğe düşmek değil. Bizim özelliğimiz dış baskıları gayet iyi bilirken, iç baskıcıları da gayet yakından tanımamız ve hedefimizi belirlerken hepsini birden enseleyici olmamızdır.
Bu yüzden tekrar etmekten çekinmeyelim ve demin belirttiğimiz sıkıntılar için çözüm ortaya koyarken ufak birde analiz vermiş olalım.
Eğitim için sistem, sistem için aksiyon, aksiyon için fikir, fikir için diyalektik, diyalektik için ideolocya. Bütün bunları derleyen ve toparlayan, imân temelli bir devlet şart. Bu devleti teklif eden ve Türkiye’nin tek orijinal ve millî fikir sistemi İBDA‘yı tanımalı ki, namuslu devlet adamı, siyasetçi, sanatçı, doktor, eğitici, sporcu, mühendis, âlim, bilim adamı gibi meslek ve statülere talip olanların nasıl olması gerektiğine dair bir değerlendirme yolu açılsın.
Osmanlıya, Atatürk’e, laikliğe, demokrasiye hatta İslamcılık ve Türklük anlayışına hiç bulaşmadan açık açık şunu ortaya koyalım; ne olduysa oldu ama İslâm’a muhataplığımız öyle ya da böyle devam etti. İmân’ı, dincilik kabalığı veya Arapçılık safsatası olarak lanse edip, gericilikle bağdaştırmaya çalışanlara rağmen. Hâlbuki Diyanet’i şeriatçılar kurmadı; ya da Atatürk, Kur’ân’ın Türkçe meâlini hazırlaması için Elmalılı’ya tâlimat verdiği için bir şeriatçı değildi! Yani eleştirilmesi gerekenler ile dedi kodusu yapılan bin bir türlü şey içinde ne yazık ki anlayışlarımızda da o derece karışıklıklar meydana gelmiş ki, bugün, çok doğal olarak anlaşılması gerekenleri sanki bin yıldır hiç tanımamış ve görmemiş gibi Fransız kalıyoruz. Biz, Büyük Doğu İBDA Fikriyatına nispeten fikir yürüttüğümüz için, Türklük ve İslâmcılık üzerine söyleyecek çok şeyimiz var ve bunları ilelebet savunacağımız meseleler olarak ele alıyoruz. Kumandan Mirzabeyoğlu konferansında, “Konuşacak şeyleri olan varsa buyursun” diyerek, aslında tek teklif sahibi olarak diğer kesimleri düşmanlaştırmadan ve ötekileştirmeden fikre davet ediyor. Bu davete net ve samimi tavır İslâmcı geçinenlerden değil de solcu kesimin yakından tanıdığı Sarp Kuray beyden geliyor. Bugünlük son olarak bunu belirtip bitirelim. Aşağıdaki sözler kendisine ait:”
Mirzabeyoğlu; vicdanın, adaletin temsilcisi ve ifâdecisidir. O devrimi zaten yapmış. Konsepti kurmuş. Muazzam derinlikli bir fikir meydana getirmiş. Yeni İnsan; o konseptte ve o ahlâkla şekillenecek!
İnsanlar, insanlığı, İslâm’ı ve Allah’ı Mirzabeyoğlu’ndan öğrenecekler! O’nun düşmanları, bizim düşmanlarımızdır. O’nun düşmanları O’nun güzelliğini çekemeyen çirkin ve pislik tiplerdir. Bu pislikler O’na ve bize diz çöktürmeye çalışıyorlar. Ama yapamazlar! Biz kimseye diz çökmedik, çökmeyiz!
Kumandan, bırakın diz çökmeyi 1 milim bile yamulmadı, yamulmaz. Yeni Türkiye’yi biz beraber kuracağız. O’nun iktidarında hiçbir adaletsizlik olmaz. Ölümüne romantik olan birinden kötülük gelmez. O’nun iktidarında herkes, herşeyinden emindir. O, hakikat arayıcısıdır. (…)için söylenen sözün hakikati Kumandan için geçerlidir; asıl ‘Suyu Arayan Adam’ Kumandan’dır. O, hakikat aşığıdır. Zaten bütün kurgular da O’nu gömmek, yok saymak için. Ama tutmadı, tutmaz.
Mirzabeyoğlu kitlelerle buluştu. Daha da buluşacak. Gerçek adalet ve vicdan iktidar olacak!
Nihan ÖZTÜRK