BUGÜNKÜ DURUM -2- (Eylül 2018)…. KRİZ: NETİCE-BAŞLANGIÇ

Yaygınlaşan kriz ve olgunlaşan bunalım bugün başlamadı; 2003 Irak işgâline kadar giden tarihî bir arka plânı var.

Kriz;

Aynı 91 işgâlinde Özal’ın sergilediği “dostum Bush” cakası gibi, Amerika ile “stratejik ortaklık”ve “stratejik müttefiklik”in öve öve bitirilemediği, beraberinde de “dostum Obama’ya tavsiyelerde bulunuyoruz” havasının atıldığı; Hillary Clinton’la havada ellerin “çak!” yapıldığı;

Erdoğan’ın “Amerikalı kadın ve erkek askerlerin sağ salim evlerine dönmesi için dua etme”sinin;

Yahudi sermayesinin “öpülüp başa” konmasının ve İsrail Başbakanı’nın Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne getirilip konuşturulması ve ayakta alkışlanmasının;

En son “İsrail’e muhtacız”a varan ilişkilerin anlatıla anlatıla bitirilemediği, millî servetlerimizin Ofer’e-Tofere peşkeş çekildiği, aynı anda da Saddam’ın ve Kaddafi’nin katline erketelik yapıldığı, yetmiyormuş gibi “Emevî camiînde Cuma Namazı kılma” hevesinin ayyuka çıktığı bir devrin kaçınılmaz neticesidir.

Ekonomik krizi daha da derinleştirecek “Kıbrıs”, “Adalar”, “Ermeni meselesi” ve “Kürdistan” projesi gibi temel siyasî problemler hâlâ kapıda bekliyor.

Ayrıca, TSK haricinde iktidarın beslediği ve sayısının 80 binlere kadar ulaştığı söylenen,  doların artışından dolayı maaşlarından şikâyet (!) eden ÖSO isimli bir orducuk daha var. Buna Suriye’den gelen mültecileri de (yaklaşık 5 milyon)  eklerseniz, ekonomik krizin söylenmeyen bazı sebeplerini de anlamış olursunuz. Hazineyi boşaltan, borçlanmayı artıran ve faizleri yükselten bu etkenler, üzerinde konuşulmayıp gizlense de, artık milletin pratik hayatında kriz kendini bütün ağırlığıyla hissettirdiğinden, gizlenecek pek bir şey de kalmadı.

“BOP MERKEZİ” İLE “BOP ÜSSÜ” ARASINDA YAŞANAN AÇMAZLAR VE ORTAYA ÇIKAN TIKANIKLIK

Umumî olarak dünya çapında yaşanan krizlerde “içe kapanmacı” ve “çatışmacı” olmak üzere iki eğilim kendisini gösterir. Şu ân tüm dünyada bu iki eğilimin de varlığını gözlemleyebildiğimiz gibi, aynı ânda bu iki eğilimin çatışmasına da şahitlik ediyoruz. Özellikle krizi ortaya çıkaran ve krizin yaşandığı merkezlerde; iki merkez de aynı…

Trump ile birlikte Amerika’da gündeme gelen “içe kapanmacı” ve ulusalcı politikalar, “dışa açılmacı” ve çatışmacı NeoCon-BOP’çuların politikalarıyla çatışma hâlinde.  Amerikan dış politikasının ne zamandan beri, neredeyse bir arpa boyu yol katedememesinin sebebi, bu iki eğilimin kısır döngü hâlinde çatışmasından kaynaklanıyor.

Krizin hissedilir derecede kendisini göstermeye başladığı ve her geçen gün biraz daha olgunlaştığı ülkemizde ise, krizden etkilenen ve zaten iktidardan hoşnut olmayan kitle, yeni hoşnutsuz kitlelerin katılımıyla daha da büyüyor. Var olan hoşnutsuz kitleye yeni katılımların daha çok iktidardan kopan ve kopmaya devam edenlerden oluştuğunu söylemeliyiz.

Son seçimlerin (24 Haziran 2018) ortaya çıkardığı üzere bu hoşnutsuz kitle, iktidara karşı kendisini temsil edecek ve yaşadığı sorunlara -topyekûn insan ve toplum meselelerini kuşatıcı çapta- çözüm önerebilecek siyasî bir yapıdan yoksun. Bu yoksunluk hissi, krizin de üzerine çökmesiyle bu kitlede gerginliği arttırırken, iktidarla yaşadığı gerilimi de derinleştiriyor. Geçmiş dönemlerden farklı olarak, bu kitlenin kendi aralarında ne ideolojik, ne de sınıf farklılığından kaynaklanan bir çatışma emaresi görülmüyor. Mahçup bir edâda bazı kesimlerin “müttefiklik ilişkisi” yürütmek için attığı adımlar, en adisinden bir çatışma diliyle, “ittifak”tan oluşan iktidarın irili ufaklı medya yapılanması tarafından engellenmeye çalışılıyor.

İktidarla yaşanan gerilim ve siyasî temsilden yoksunluk, farklı kesim ve sınıflardan oluşan hoşnutsuz kitlenin “içe kapanma”sını beraberinde getirdi. İktidar etrafında öbeklenen azınlık ne kadar dışa açık ve saldırgan bir tutum sergiliyorsa, iktidardan hoşnutsuz olan çoğunluk da o kadar içe kapanık ve savunmacı bir tutum sergiliyor. Siyasî, sosyal ve iktisadî krizin yükü altında ezilen ve ezilmişliğini ifâde edebilecek tüm yolların kapatıldığı bu kitlenin içe kapanık ruh hâli, aslında 2002 Kasım’ından başlayan ve uluslar arası güçlerin desteğiyle sağlanan genişlemenin çoktan bitip, yerine özellikle Suriye iç savaşıyla başlayan “daralma”nın son aşamasına gelindiğinin göstergesidir.

İktidarın örgütlü gücü karşısında, sayısı ne kadar fazla olursa olsun bu memnuniyetsiz fakat örgütsüz olan kitlenin bu aşamada hiç bir şansı yok. Bu örgütsüzlük yüzünden içine kapanan ve adeta nefes alamayan kitleler, kelimenin tam anlamıyla her ân infilak edebilecek bir görüntü içinde. Enerjisi biten her şeyin en nihayetinde içe doğru büzüşerek kendi içinde patlaması gibi, hoşnutsuz kitleler de içe kapanmanın son evresine ulaşmış olarak patlamak üzereler. Kitlelerin çözümsüzlüğü ve varolma adına yaşadıkları tıkanıklık fert fert hissedilir olarak bu şekilde kendini gösterirken güvensizlik, adaletten umut kesme ve gelecek kaygısı hep bu yaşanılan ruh hâliyle ilişkili.

Pratik görevleri üstlenecek ve kitlelere önderlik yapacak “gerçek aydın” eksikliğinden veya bu aydının “yol bulamadığı” için sorumluluğunu yerine getirememesinden dolayı biriken hatâ ve yanlışların sebeb olduğu maddî-manevî buhran; toplumun her kesiminin yaşadığı bizce budur.

Bu krizi olgunlaştıran bir diğer husus ise, uluslar arası ilişkilerde bahsettiğimiz tıkanıklık ve siyasî alanın daralmasından dolayı yaşanmakta olan gerginlik.

Suriye’de gelinen son durum “Emevî Camiî’inde namaz kılma”cümlesiyle sembolize edilen tüm politikaların iflâs ettiğini gösterirken, iktidar medyasında, nasıl ki Irak, Afganistan ve Libya politikalarının vahşete varan yanlışlığından yasak getirilmiş gibi bahsedilmiyorsa, Suriye politikasının yanlışlığından bahsetmek de yasak. Hâliyle ekonomik krizin “durup dururken” çıkmadığı ve derinleşme ve yaygınlaşma sebeblerine dair halk kitlelerinin bilgilendirilmesini de bu “örgüt medyası”ndan beklemek şu aşamada pek mümkün değil.

Esad rejimi, Suriye toprak bütünlüğünü tekrar sağlamak için son savunma kalesi İdlib’e operasyon başlatmak için tetikte beklemekte. Amerika’nın Esad rejimine karşı ilk zamanlardaki tavrının aksine, sessiz kaldığı bu süreçte belki de hâlâ “arayı düzeltme”nin bir umudu olarak Erdoğan, Amerikan siyasetinin yürütücüsü gibi davranmaktan kendini alamıyor. Fakat, Amerika-AKP ilişkilerini tıkayan mesele Suriye konusunda Amerika’nın bir adım geri çıkarak Erdoğan iktidarını önde bırakması değil; Suriye savaşının etkisi olmakla beraber, asıl mesele “BOP”un tümü kapsamında düğümleniyor.

Her sıkıştığında iç politika hedefli olarak Erdoğan’ın kullandığı ve Amerika’daki “stratejik ortakları” tarafından bugüne kadar anlayışla karşılanan “Amerikan karşıtı” retorik-söylem, artık sınırlarını aşmış, ilişkiler gerçek bir gerginlik seviyesine ulaşmıştır.

Diğer yandan bu topraklarda Batı karşıtlığı kökleşmiş olduğundan, her dönem Amerikan karşıtlığının toplumda bir karşılığı olmuştur. Fakat, AKP Hükümetleri döneminde bu karşıtlık olur olmaz bir şekilde ve havayı yumruklar gibi o kadar yersiz kullanıldı ki, artık eski karşılığını bulmuyor. Krizin yaygınlaşmasıyla da AKP retoriği-söylemi üzerinden toplumda zaman zaman kendini gösteren bu Batı karşıtlığının derecesi iyice azaldı.

Trump’ın NeoCon’lara, yani BOPçular’a karşı kazandığı zafer, BOPçular’ın Avrupa’daki partnerlerini de etkileyeceği, zaferinin hemen ardından anlaşıldı. NeoCon’ların Avrupa’daki partnerleri-Eşbaşkanları Trump’ın zaferini beklemedikleri için, bizce Amerika’yla bugün yaşadıkları gerilimi de öngörememişlerdi. Erdoğan ne kadar “BOP Eşbaşkanı” olarak NeoCon’ların bölgemizdeki partneriyse, Avrupa’da da Merkel aynı misyonu icrâ ediyordu.

Şunu da ifâde etmekte fayda var; Trump’ı İslâm düşmanıymış gibi gösterip, işgallerin sorumlusuymuş gibi bir algı oluşturan, bu şekilde de Clinton ve Obama’nın dâhil olduğu NeoCon’ların Irak, Afganistan, Libya ve Suriye’de yaptıklarını gizlemeye çalışan, o gün bugün işgalleri alkışlayan BOPçular’ın taşeronları olan medya da aynı medyadır… Bu medyanın temsilcisi bir gazetenin Amerikan seçimlerinin sonuçları daha açıklanmadan “Clinton kazandı!” diye seçim SABAHına ilişkin attığı manşet hâlâ akıllarda. Tabiî ki Trump büyük bir kapitalist, ama, “özel olarak İslâm düşmanlığı yapan bir kapitalist” değil; işlerin konuşarak ve karşılıklı kazanç ilişkisine dayanan süreçlerle yürütülebileceğine inanan bir kapitalist. Daha da ötesi Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun ifadesiyle “Amerika’yı Amerikalılardan korumaya çalışan” bir siyasetçi.

Bu şu demek; 1990’dan beri NeoConlar eliyle işgâl ordularını İslâm Coğrafyası’na gönderen Amerika, geçen şu kadar zaman içerisinde bir çok düşman kazandı. Bu düşmanlar, Büyük Doğu Coğrafyası’nın yaşadığı işgâllerden dolayı tüm öfkelerini Amerika’ya yönelttiler. Bunun en unutulmaz örneği de 11 Eylül eylemi oldu. Ve, onu takip eden birçok öfke saldırısı… Amerikalıların Amerika adına gerçekleştirdikleri bu “yayılma”, kontrolü mümkün olmayan bir öfkeyle karşılık bulunca, bu yayılmayı toparlamak ihtiyacı kendisini dayattı. İşte Trump, Amerikalıların yayılmasından zarar gören diğer Amerikalıların (belki de gerçek Amerikalıların) temsilcisi olarak BU İHTİYAÇTAN DOLAYI sahneye çıktı.

Fakat, kökeni Yahudi-Kissinger’e dayanan NeoConlar, Amerikan siyasetinde o kadar kökleşmiş durumdalar ki, Trump’ın bunlardan güçlü bir mukavemet görmemesi düşünülemezdi. Bizce şu ân bölgemizi ve dünyayı etkileyen krizin kaynağı, Amerika’daki bu “iki Amerika”nın gırtlak gırtlağa mücadelesi.

Amerika-Beştepe ilişkilerinde de işte bu “iki Amerika”dan kaynaklanan bir gerilim söz konusu… Başka bir ifâdeyle, “iki Amerika”nın gırtlak gırtlağa mücadelesi Beştepe-Amerika ilişkilerini de tıkamış durumda.

“İki Amerika” arasındaki mücâdelenin sebebini yukarıda ifâde ettik. İlk önce “Yeni Dünya Düzeni”, daha sonra BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) adıyla Büyük Doğu Coğrafyası’na yapılan saldırının hem ekonomik, hem siyasî ve hem de askerî olarak bir öfke seli hâlinde Atlantik’in öte tarafına dönmesi…

Bugünkü AKP çevreleri, Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi ve işgâle direnen bütün diğer savaşçı liderler hakkında, insan soyunun ne seviyelere düşebileceğini gösteren şu ifâdeleri kullanıyorlardı:

“Amerika bunları kullandı, artık işi bittiği için tasfiye ediyor”…

Aynı vahşeti Esad ve Suriye konusunda da sergilediler.

Biz Erdoğan için bu cümleyi sarfetmeyeceğiz ama, Amerika karşısında da onu Saddam ve Kaddafi gibi gerçek vatansever inanan liderlere de benzetmeyeceğiz. Çünkü o ne Saddam’ın ve ne de Kaddafi’nin kumaşından. Esnaflıktan politikaya gelmiş ve karakteri esnaflık içerisinde şekillenmiş bir lider. Zaten kendisi de “ben tüccarım, her şeyi satarım”, “Yahudi sermayesi de olsa öper başıma korum” derken siyaset yapma biçiminin esnaflığından bağımsız düşünülemeyeceğini söylemiş oluyor.

 

AMERİKA – BEŞTEPE GERİLİMİ ve BOP

Yukarıda ifâde ettiğimiz üzere BOPçular, Amerikan siyasetinde hâlen etkilerini sürdürdüğünden, Trump’a ve onun hayata geçirmeye çalıştığı dış politikaya (içe kapanmacı) güçlü bir mukavemet sergilemekteler. Trump, bu güçlü mukavemetten dolayı, Amerika’yı onların kökleşmiş politikalarının yörüngesinden çıkarıp, kendi politikaları yörüngesine oturtabilmiş değil. Tabiî şunu da söylemek gerekir; Clinton, Obama ve daha önceki Bush ekibi, gözle görülür şekilde dağılmış olsalar da BOP politikaları devam ediyor… Bu politikalar belli bir seviyede kökleştiğinden, illâ ki sonuçları da uzun vadeye yayılmış durumda.

Hatırlarsak;

BOP politikalarını savunanların argümanları şu şekilde özetlenebilir:

Eğer bu politikalar devam ettirilmez ise, Amerika “içe kapanmacı bir devlet” olacağından, buna bağlı olarak da “dünya hâkimiyeti”ni kaybedip, “Yeni Roma” misyonunu yitirecektir.  Bu durum ortaya çıktığı takdirde de, Amerika’nın bölgedeki tek “stratejik müttefik”i İsrail, yalnız ve savunmasız kalarak Müslümanlara yem olacaktır.

Trump yönetimi ise, bu argümanlara karşı:

Amerika’nın “kimsenin sınırlarını korumak zorunda olmadığı”, “dünyanın hâkimi olarak düzenini sağlamak zorunda da olmadığı” tezini ileri sürerek, “herhangi bir Amerikan yönetiminin görevi “başka ülkelerin topraklarını işgâl etmek” değil, onlarla her iki tarafın da kazanacağı ilişkiler yürütmek olduğu”nu iddia ediyor. Ayrıca “Amerikan yönetiminin başlıca görevinin Amerikan vatandaşlarının huzur ve güvenliğini sağlamak olduğu”nu seçim çalışmalarından bugüne kadar devamlı tekrarlıyor. Trump’ın NATO hakkındaki menfi yaklaşımları ise, tüm dünya tarafından biliniyor.

İmparatorluk seviyesinde olup da dünyaya iktisadî, siyasî ve askerî düzeyde bu kadar yayılmış bir devletin ve o devletin temsil ettiği sistemin içe kapanmacı hedefli toparlanması, yayılmasından çok daha zor ve çok daha maliyetli olabilir.

Bu noktada Amerikan merkezli BOP saldırısına hedefleri açısından tekrardan bakacak olursak;

Hedef; güç kaybetmeye ve gerilemeye başlayan “Amerikan İmparatorluğu”na tekrar güç kazandırmak, bunun için Sovyetlerden boşalan nüfûz alanına, yani İslâm Coğrafyası’na saldırmak; bu saldırı ile Amerikan düzenini kabul etmeyen “kötü örnek” bağımsız ve petrol zengini ülkeleri, millîci lider ve kadroları başta olmak üzere askerî darbe ve işgâllerle bu düzene uydurmak;

Hıristiyan Batı’nın bölgedeki stratejik müttefiki İsrail’in güvenliğini sağlamak ve yayılmasını garanti altına almak. Bunu yapabilmek için de Filistin Direnişi’ni güçsüzleştirmek ve teslim olmaya zorlamak;

Bu gayeyle, hem Filistin Direnişi’ne devlet desteği sağlayan, hem de tabiî kaynaklarını Batı’ya peşkeş çekmeyip halkına dağıtan Irak, Libya, Suriye gibi ülkelerin millî iktidarlarını devirmek…

Hedef alınan tüm ülkelerin dış politikalarındaki Baş Düşman’ın İsrail olduğunu da ayrıca hatırlatalım.

Saddam Hüseyin tüm Ortadoğu ve hatta Lâtin Amerika’daki Batı karşıtı hareketlere ilham verirken, Kaddafi de tüm Kuzey Afrika’nın babası sayılıyordu.

Şimdi buraya dikkat edin:

Tüm bu SALDIRILARIN ÜSSÜ de Türkiye!..

Karşımıza çıkan paradoksal duruma dikkat ettiğimizde şu görüntüyle karşılaşıyoruz: Türkiye, BOP’un Amerika’daki merkezleri açısından bölgeye yapılacak işgâlin hem saldırı üssü, hem de BOP saldırısının hedefi… İşte, şu ânki ilişkilerde bir türlü aşılamayan tıkanıklığı bu paradoksal görüntü içindeki gerçek etrafında tahlil etmeye çalışacağız. Çünkü bütün çelişki burada…

Amerikan CNN Televizyonu’nun bizimle gerçekleştirdiği röportajda bir soru üzerine şunları söylemiştik:

Amerika Türkiye’de bir savaş istemiyor. Çünkü her taraf Amerikan hedefleriyle dolu. 70 yıldan beri Amerika siyasî, iktisadî ve askerî tüm unsurlarıyla istediği sistemi zaten burada kurmuş. Gelip düzenli ordularla burada niçin savaşsın? Kendi sistemini yıkmak için mi?

Bu hatırlatmayı şunun için yaptık: Türkiye BOP saldırısının hedefi ama, Irak, Libya, Suriye gibi değil… Oralarda işgâller düzenli ordular ve düzenli askerî birliklerle gerçekleştirilirken, burada plânlanan ise olsa olsa bir takım rötuşlar olabilir. Bahsi geçen ülkelerin her birinin hükümetlerinin millîci olmaları ve Amerikan sisteminden bağımsız karakterlerine de dikkat etmek gerekir.

AMERİKA’NIN AÇMAZINI İYİ ANLAMAK LÂZIM

Trump yönetimi BOP Saldırısı’nı kucağında buldu. BOP Odaklarının tazyiki de söz konusu olunca, bu saldırı, bütün unsurlarıyla “sorun” kategorisinde değerlendirilerek, Trump yönetimi tarafından çözülmesi gerekiyor. Çözüm için ise, “çatışmadan” başka yol kalmadığından, şu ân için, tıkanıklık durumunda işler “yürüyormuş” gibi yapılıyor. Trump’ın iktidara gelme sürecinin ne kadar “problemli” olduğu hatırlanırsa, çatışmanın bugüne kadar ertelenen bir olgu olduğu daha iyi anlaşılır. Amerika’dan başlayarak, tüm dünyaya yayılan krizin ortaya çıkmasına sebep olan çatışmanın taraflarını ise, BOPçular ve AntiBOPçular olarak isimlendirebiliriz.

Bütün hâlinde Amerika’nın Türkiye’ye bakışına geri dönersek;

İki Amerika da düşünce plânında ve farklı gerekçelerle Erdoğan’ın gitmesini istiyor ama her iki tarafın da gerekçesini belirleyen, kesinlikle Erdoğan’ın ideolojik karakteri değil. Trump yönetiminin tavrını belirleyen, kendi ülkesindeki düşmanlarının buradaki partneri-Eşbaşkanı olması. Aslında Almanya şansölyesi Merkel için de aynı şey geçerli. Diğer taraftan, Trump’ın bu sorunlar yumağında “olan olması gerekendir”, “olacak olan olacak” rahatlığı ayrıca dikkat çekici. Bu tavrını belirleyen ise, gerilmiş ilişkilerde Erdoğan’ın “eğer benimle alâkalı bir şey düşünüyorsanız, dikkatli olun. Her tarafı ateşe veririm” tavrı…

16 yıllık BOP aracısı iktidarın varlığı şu ân ABD’nin aleyhine işlemeye başladı. Çünkü iktidar, 16 yıldır uyguladığı BOP politikalarının sonunda ortaya çıkan krizin hedefi konumunda da. “Batı karşıtı” bir tepkiye sebeb olduğundan; şu ân varlığı yaşanan krizin hem sebebini, hem de hedefini teşkil ettiğinden, hükûmetin iş başında kalması, bu şekilde önünü göremeyen Amerikan yönetiminin işine gelmediği gibi, ideâl bir durum da değil.

Diğer taraftan ise, Beştepe’ye karşı oluşan halk tepkisinin altından ne çıkacağını hesab edemediğinden dolayı, gitmesi hiç ideâl değil. Şartlar 20 yıl öncesine nazaran oldukça değiştiğinden, “askerî bir müdahale”yi zaten hiç düşünemiyor. Rusya faktörünün bu seçeneği neredeyse imkânsız kılması ise, ayrı bir gerçeklik…

Yukarıda da ifâde ettiğimiz üzere Irak, Libya ve Suriye gibi ülkelerde BOP Saldırısı resmî ordular ve açık askerî birlikler kullanılarak gerçekleştirilirken -bu kısım önemli- Türkiye’de ise zamana yayılmış daha “yumuşak güç” kullanılarak gerçekleştirilmek istendi.  Özellikle 1945’ten sonraki gelişmelere baktığımızda, Amerikan sisteminin, eğitim başta olmak üzere siyasî, ahlâkî ve iktisadî olarak yavaş yavaş ülkede nasıl kökleştiğini görebiliriz. Batı için Türkiye’nin tarihî arka plânı (Osmanlı-Selçuklu hafızası), yakın tarihindeki İstiklâl Savaşı, coğrafyanın derinliği, Anadolu ahâlisinin ruhunda kökleşmiş Batı karşıtlığı ve bölgedeki misyonu resmî ordularla işgâlini imkânsız kılıyor. Tüm bu sebeblerden dolayı Tanzimat’tan beri yaptığı operasyonların taktik içeriği “sert” olmaktan ziyâde “yumuşak”tır.  Dış ve iç ajanlar eliyle içimizden o kadar çok işbirlikçi elde ettiler ki, sert yöntemlerin getireceği maliyetlere katlanmak zorunda kalmadılar.

 

“TÜRKİYE’YE DIŞARIDAN MÜDAHALEYE GEREK YOK”

Bu meselenin topluca ifâdesini “Terkibî Dava Şeması” başlığı altında İBDA Diyalektiği isimli eserinde işaretlemiş olan İBDA Mimarı’ndan gösterelim:

Nihayet Tanzimat’tan beri hayat iksiri diye sinsi sinsi bize içirdikleri ölüm şurubu, Borjiya’ların yıllar sonra tesir edici zehirleri gibi, tam bir asır ileride tesirini gösterdi (1839-1945); ve bu defa Amerikalılardan dikte ile gelen cebrî hürriyet ve demokrasi (San Firansisco Diktesi) tepemize binince, çeyrek asır içinde, birbuçuk asırlık Batılı gayret semeresini verdi. Bu gayret, bize hürriyet ve demokrasinin hakikatini getirmek yerine, İslâmî nizâmın ruhumuzdaki ulvî mîzanını çiğnetmek kastıyle başlamış ve bu mîzan çiğnetilince de şekil olarak gelen hürriyet ve demokrasi, başıboşluğumuzu ilân ve ifşâ etmekten başka bir şeye yaramamıştır.” (İBDA Diyalektiği, Salih Mirzabeyoğlu, sayfa 48-49)

İç ve dış ajanlar eliyle uzun zamana yayılmış bu işgâlin bir aşamasında, devrimci bir tepki oluşmuş ve bu tepki 1999 yılında rejimi alaşağı etme seviyesine gelmişti. Daha umumî bir ifâdeyle İBDA Tarihi’nde 1919 başta olmak üzere işaretlenen bütün tarihler “zamana yayılmış” bu “yumuşak işgâl”e karşı Kurtuluş İradesi’nin devre devre tecellîgâhlarıdır. İşgâl, zamanla görünmezleştirilip derinleştikçe, Kurtuluş İradesi de aynı şekilde derinleşerek nihâyetinde yaygınlaşmak ve fert ve toplumun şuur süzgecine ideolojiyi yerleştirmek için “İBDA” ismiyle topluca kendisini ifâde etti.

Peki, bu işgâl nasıl görünmezleştirildi ve derinleştirildi?

Cevap çok açık; milletin içinden, teslimiyetçiliklerini gösterebilmek için fırsat kollayan devşirilmiş sağlı-sollu hain ajanlar eliyle…

Özellikle de 1950’den sonra “dış müdahaleye gerek kalmadı”… Çünkü Batı hesabına istenileni dış müdahaleye gerek kalmadan yapabilecek “politikacı” tipi yetişmişti. 1988 yılında “Filistin ve İşkence” konferansı bağlamında bu konuyu, İBDA Mimarı Mirzabeyoğlu’nun “Üç Işık” adlı eserinden takip edelim:

Şunu da haber vereyim size: 1956-1957 tarihlerinde Amerika’nın Türkiye’de bulunan bir görevlisinin verdiği rapor var, onda diyor ki, “Türkiye’de artık Amerikan politikası doğrultusunda hareket edecek olan politikacı tipi yetişmiştir, dışarıdan müdahaleye lüzum kalmamıştır!..” Anlatabildim mi arkadaşlar?.. Ve bugünkü politikacı tipini biliyorsunuz; gönüllü Amerikan uşakları… Ve bizim Müslümanları tavlamaları çok kolay; adam iki kere camiye girdi mi, “namazında, niyazında da, sakalı da var da” bilmem ne… “Amerikan politikası doğrultusunda hareket edecek politikacı tipi yetişmiştir, artık müdahaleye lüzum yoktur” diyor adam; biz kendi kendimize yetiyoruz… Politikacı tiplerine bakın yeter!..” (Üç Işık… Salih Mirzabeyoğlu… Sayfa: 89)

İBDA Mimarı’nın o tarihlerde meseleyi ortaya koyuş şeklinden, Batı’nın kendi dilinde zamana yayılmış “yumuşak güç” uygulamasını gördüğümüz gibi, İBDA’ya nisbetle bu zamana yayılmış “yumuşak güç”e karşı nasıl bir tavır geliştirilmesi gerektiğini ve hangi seviyede bir siyasî şuura sahip olunmasını murad ettiğini anlıyoruz…

“AMERİKA’NIN AÇMAZI”NA DÖNERSEK…

Zamana yayılmış bu “yumuşak müdahale” sürecinde Amerika, toplumun en alt katmanlarından yukarı doğru gelen ve temelinde Batı karşıtlığı bulunan devrimci talepleri, devşirdiği iktidarlar eliyle kendi politikaları lehine absorbe etmeyi / tepkileri yumuşatmayı her dönem başardı. Bir nevî her “bunalım”, politikalarını yeni baştan dizayn etmenin veya “yeni bir ruh”la tekrar uygulamanın vasıtası oldu. 90’dan 99’a geçen zaman içinde olgunlaşan “bunalım” da 2002 Kasım seçimleriyle aşılarak, BOP Saldırısı’nın başlangıcı ve taze kanı yapıldı. Bu süreci daha önceki yazılarımızda izâh ettiğimizden dolayı burada teferruatlarıyla ele almayacağız.

Bugüne kadar ortaya çıkan krizler Özal-Erdoğan çizgisi içerisinde sahtelikler ve göz boyamalarla aşıldı ama “yeni sistem ihtiyacı”ndan kaynaklanan bunalım bir türlü bitirilemedi… Ve bugün, en olgun ve yaygın hâliyle kriz, SİSTEM KRİZİ hâlinde  kapımızda duruyor

Türkiye’nin BOP düzenine uymayan tarafları “resmî ordular” veya “paramiliter” unsurlar eliyle değil de, “yumuşak güç”le traşlanırken, uygulanan tüm BOP politikalarının neticesi olarak millet bütünlüğü bozuldu, toplumun SİSTEMle var olan tüm bağları da koptu. Kopan bu bağları onarıp, “toplumu tekrar sistemle bütünleştirme” gayesiyle Yeni Rejim-Yeni İktidar tesis edilmeye çalışılsa da, 2018’in Eylül ayına nisbetle söyleyebiliriz ki, bu çaba ne bunalımı azaltabilmiş ve ne de krizin “Devrim Krizi”ne evrilme ihtimâlini ortadan kaldırabilmiştir.

Toparlarsak;

2002’den beri iktidarda bulunan siyasî yapının, lideriyle beraber yıprandığı, ancak payandalama (ittifaklar) girişimlerine rağmen zar zor ayakta kalabildiği gizli saklı bir şey değil. Meseleyi “BOP Düzeni”ne nisbetle değerlendirdiğimizde, iktidarın uygulamalarının neticesi hâlinde ortaya çıkan kriz, aslında TÜM DÜNYADA YAŞANAN SİSTEM KRİZİNDEN ayrı düşünülemez. BOP saldırısıyla kendini tahkim etmeye çalışan Liberal-Kapitalist Sistem bunda başarılı olamamış ve çözümsüz -en azından şu ân için-, büyük ve kökleri görünenden çok daha derinlere giden bir krizin eşiğine gelmiştir.

Meselenin bizi ilgilendiren kısmına gelirsek…

Krizin hem “sebebi” hem de “hedefi” olan yıpranmış bir iktidarla -önünü göremediğinden- her “iki Amerika” da daha fazla yürüyemeyeceğini biliyor; bu sebepten dolayı da Erdoğan’ın gitmesini istiyor. Fakat 2002 şartlarında olduğu gibi, bugün de ortaya çıkan “yeni bir AKP” olmadığından, şu ân için bu isteklerini fiiliyata dökmeleri kendi politikaları açısından uygun görünmüyor.

Diğer taraftan ise, BOP politikaları yüzünden toplumda derinleşen bunalım ve gittikçe yaygınlaşan ve Devrimci Öfkeye doğru seyreden Kriz’in Erdoğan üzerinden kendilerine yöneleceğini bildiklerinden ve öfkeyi en iyi onun absorbe edeceği – tepkileri yumuşatacağını düşündüklerinden dolayı da gitmesini istemiyorlar. Amerika ve tüm Batı dünyası için şu aşamada önemli olan, Türkiye’de kökleşmiş Batı Sisteminin öyle veya böyle tüm unsurlarıyla varlığının devam etmesi. Çünkü SİSTEM ÇAPINDA, BOP karşıtı bir devrim hareketini durdurabilecek başka bir alternatif şu ân için mevcut değil. Beştepe’de hem krizin kaynağı hem de oluşan öfkenin hedefi oturuyor; Amerika’nın “açmazı” ve yaşadığı “politik daralma” bizce budur. Mevcut olgular üzerinden yapılacak doğru bir tahlilin daha farklı bir netice verebileceğini düşünmüyoruz.

Rusya açısından ise, durum çok da farklı değil;

Erdoğan İktidarı yerine daha dinamik ve toplumsal desteğe sahip Amerikancı bir BOP hükümetinden ziyâde yıpranmış, ekonomik ve siyasî olarak kendisine muhtaç mevcut iktidarı tercih ediyor. Bugün her alanda hissettiğimiz bunalımın ve yayılan krizin ne getireceğini kimse bilmiyor. Bütün aktörler gibi Rusya da “beklemeyi” tercih ederek, şerlilerin en şerlisi ehven-i şer ile ite kaka yoluna devam etmeye çalışıyor.

 

SONUÇ

Yaşadığımız BUHRANIN KAYNAĞI mevcut sistemin sahibi olan BATI.

DEVRİM KRİZİ’ne dönüşmesi muhtemel, yaşanan sistem krizinden en çok ürkende o. Erdoğan’a kendisini bu yönden muhtaç görüyor:

2002’den beri tüm BOP politikalarını uygulayan -şu ânda da iyi kötü hâlâ çalıştığı- Erdoğan giderse, yerine kimin ve neyin geleceğini bilmiyor; diğer taraftan da devrim krizi nasıl bir SİSTEM ortaya çıkaracak hesap edemiyor. Kriz, devrimci bir nitelik kazanırsa, BOP DÜZENİNE karşıt alternatif yepyeni bir sistemle geleceği, yüksek ihtimâl… Dolayısıyla bu krizden doğacak öfkenin Batı aleyhine olacağını ön görmek çok da zor değil.

Uluslar arası iri aktörler başta olmak üzere tüm dünyayı ve bölgemizi etkisi altına alan bu açmaz ve onun getirdiği “politik daralma” veya “büzülme”, olmadı “içe kapanma”, adına ne derseniz deyin, toplumların kendi içlerinde bir volkan gibi infilâk edeceğinin habercisi değilse nedir? Bu patlamanın neticesinde “yok oluş”lar yaşanabileceği gibi, yeni toplumlar ve onların kuracağı yeni düzenler de ortaya çıkacaktır. “En iyi” ve “en kötü” ihtimâl arasında her türlü gelişmeye hazır olarak, “YENİ DÜNYA DÜZENİMİZ”i, ADALET başta olmak üzere, ana hatlarıyla zihnimizde inşâ faaliyeti, bu süreçte, örgütlü mücadelemizin de ana hedeflerindendir.

Kendi açımızdan, İBDA Mimarı başta olmak üzere İslâm büyüklerinin ruhaniyetine sığınarak tüm inancımızla “doğruyu Allah bilir” kaydıyla söyleyebiliriz ki; bu kriz durumu, 40 yıllık İBDA Devrimi’nin hedefine ulaşması için yaşanacak -veya yaşanmış!- olan son sahnenin perdesinin açıldığını göstermekte. Zorunluluk hâlinde kendisini sokaktaki adama kadar hissettiren köklü “değişim” ve “dönüşüm”, aslında sadece Anadolu topraklarını etkisi altına almış değil. Tüm dünyada yaşanan çözümsüzlük-tıkanıklık yüzünden uluslar arası politikalarda da kendisini ÇÖZÜM olarak dayatmakta. İBDA’nın gösterdiği “Kurtuluş Yolu” istikâmetinde bulunmak mânâsına bu bir AHLÂK Devrimi’dir. İnsan keyfiyetine sahip insanın, ahlâkî oluş sürecinde nefsinde ve vicdanında aldığı kararla, kendisini YAPMAKla zorunlu hissettiği, ahlâksızlığa ve tersi dönmüş ahmak soyuna karşı bir YIKIM Hareketi’dir.

Kendi insanlığını ve ahlâkını İBDA fikir ve aksiyon sistemine nisbetle sokaktan başlayarak inşâ edecek ve onu, insan faaliyetinin en büyük organizasyonu olan DEVLET’e taşıyacak, daha sonra en tepeden aşağıya doğru bu “insan keyfiyeti”ni ve bu keyfiyetin sahip olduğu ahlâkı tekrar sokağa, aileye, okula yayarak bu yıkım hareketini yepyeni bir YAPIM-İNŞÂ aksiyonuna çevirecek “İktidarı Fetih” hamlesidir. Bu hamlenin başarısıyla tersine dönmüş her şey, tekrar yerli yerine oturacak… Türkiye’yi bekleyen de budur, dünyayı bekleyen de… Anadolu’dan beklenen de!

Ahlâk düşmanlarına, mânâ kıyıcılarına ve tersi dönmüş ahmaklara ve din ve küfür YOBAZLARINA bu DEVRİM’de yer yok! Onlar yıkım ekibinin muhatabı… Onlar, BAŞYÜCELİK DEVLETİ’nin fildişi kaldırımlarına ayak basmaya bile müstehak değiller! Ahlâksızlıklarından ve yobazlıklarından Devrim’in ateşiyle arınacaklar.

Bir Devrim’i zorunlu hâle getiren DEVRİMCİ KRİZ’dir. Devrimci Kriz, hangi kesimden olursa olsun insanlığını yaşamak ve insanlığı yaşatmak isteyen tüm gerçek DEVRİMCİLER’i ortaya çıkaracak. Ve, onları İnsanlığın Müjdecisi İBDA Fikir ve Aksiyon Sistemi’nin şemsiyesi ve bayrağı altında birleştirecek. Bu devrimcileri pasifizm ruhunu reddeden ve hiçbir şartta teslim olmayan ve hiçbir rüşvetle satın alınamayan karakterlerinden tanıyabilirsiniz; yani ahlâklarından…

Onlar, zamanın içinden, yaşadıkları zamanın hakkını vermeye çalışırken, “zamanüstü”nü de idrak eden ve imân esası halinde ona bağlanan; insan soyunun ayak izlerini takip edebilmek için gözlerini olabildiğince açmış, bu soyun mesajını doğru algılayabilmek için de zihinlerini berraklaştırmış, yine bu soydan öğrendiklerini, anladıklarını uygulayabilmek gayesiyle örgütlenmiş cesaretin yaşayan-yürüyen temsilcileriAhlâk abideleri

Mensup oldukları sınıf ise, AYDINLAR SINIFI

Ali Osman ZOR

Eylül 2018

BUGÜNKÜ DURUM -1- (Eylül 2018) / Ali Osman ZOR

Bir Cevap Yazın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Adımlar Dergisi sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et