KALEM KUDRETİ VE VASIFLANDIRMA
Sonsuz sayıda kabak çekirdeğinden keyfiyet… En ciddi bir mevzuu bile kolayına getirici ve çerezlikler seviyesinde değerlendiren, resmi etiketi ne olursa olsun bizzat kendi mevzuunun bulaşıkçılığını aşmamışken, “hava-cıva” otorite sıfatıyla başı sonu belirsiz tahliller yapan “pozcu-gösterişçi” bir mizaç. Bir adam hem Müslümanlık iddiasında bulunur, hem de Freud’un “Oedipus Kompleksi” ile bir insanın bir insana bağlılığını izâh eder ve bu kafayla utanmadan azarlayıcı(!) tonda akıl vermeye girişirse, düşünün ki kaç türlü cinayet işlenmektedir. Nasıl olsa ne arayan var, ne soran!
O ve 20-30 sene köşe muharrirliği yaptıktan sonra birdenbire –Akıncı Güç’ten sonra– Necip Fazıl’ı keşfeden(!), “Necip Fazıl’la Başbaşa” isimli eserimi taklit ederken (Ödül de aldı!) oldum olası “çapraz” bakışını değiştirmeyen; birilerine –meselâ bize! – “âleme akıl vermekle olmaz!” makamında yazı döktüren, bunu söylerken bizzat şu cümlesiyle akıl verdiğini anlamayan “kabak” muharrir örneği…
Gözleri bantlı suçlu fotoğrafları gibi, teşhirin zât üzerindeki menfiliğini önlemek, öte yandan mânâlarını sergilemek ve ibret mevzuu olarak tahlil etmek; verdiğimiz iki misâl bunun için… Örnekleri istediğiniz kadar çoğaltın!
Netice olarak: İncir çekirdeğini doldurmaz fikir keyfiyetiyle, vatan, millet, din, devlet, medeniyet, fazilet, ilim, çağdaş teknoloji vs. klişeleri geveleyen veya İslâmî mücadele adına bugünden yarına ömürsüz makale döktüren, sığ, pişkin, sığ ve pişkinliği nisbetinde de üstad(!), ilim adamı(!) veya sanatçı geçinenlerin, BÜYÜK DOĞU ile mukayesesi veya hâllerini bilmedikleri için, fikirler(!) ileri sürmüş olduklarından bahis, abes… Büyük Doğu dışında mütalâa edince de, kendilerinde mukayese ölçülerini bulacağımız bir “müdir-hâkim” fikir vasıfları yok ki, bunun hakikatinin ne olması gerektiği yolundan Büyük Doğu’yu işaretleyelim. Bu başıboşlara söylenecek tek söz:
— “İşin başında yepyeni bir ahlâk ve dünya görüşüne malik olma şartı var. Tıpkı visâl odasına girerken malik olmamız icap eden fizik şartların, ruhî şartlarımızın emrinde olması gibi… SİZ BÜYÜK DOĞUCU MUSUNUZ, DEĞİL MİSİNİZ?”
O hâlde… Hem camiada ve kıyısında köşesindeki PİSLİKLERİN, hem de İslâm dışı çevrelerin yanlışlıklarının gösterilmesi, kirlerinden arındırılması ve BÜYÜK DOĞU hamamında yıkanarak hayatın hakikati hüviyetine büründürülmesi, “vasıflandırma” işimizin bir yüzü! Bu işi 1975’te başlayan bir fikir ve hareket tarzı olarak bugüne (1985) kadar biz gösterdik, kavgasını biz yaptık, Büyük Doğu’nun dışında gazel atanların havasını biz söndürdük, telif hakkımızın parsa toplamaya elverişli verimini kapmak için de olsa, kıyıdan köşeden henüz kuru-sıkı keyfiyetini aşmamış BÜYÜK DOĞU şuurunu biz uyandırdık, uzaktan kumandalı robotlara giden sinyaller de, şimdilik ve sadece bizden, bizim TESİRİMİZDEN.
Kalem kudreti bu değil mi?
Anlama temin eden sağlam bir “anlayış-görüş”ten daha amelî bir yol, bir pratik düşünülemez… Defterini dürdükleri zannı içinde sevindikleri bir zamanda, “baba horoz taklidi yapan piliçleri”, “Necip Fazıl efsanesine son verenleri”, “Necip Fazıl yargılanıyor” diye özel sayı çıkaranları, “Kubbealtı” tünelinde “Akademi” mecmuasıyla Necip Fazıl dışı edebiyatçılık oynarken bizden sonra onu keşfeden eski kalemleri, Büyük Doğu yerine istimna tabiri içinde “Diriliş”ini empoze etmeye çalışanları, Büyük Doğu’yu ilmî bulmadıkları için yüksek(!) ilimleriyle(!) küçümseyenleri, “sağın hesabı benden sorulur” diyen ve bizim fışkırışımızdan sonra Necip Fazıl pohpohçuluğuna soyunan kabak ve kıytırık muharrirleri; ve bütün bunlar olurken, “boynu bükük” sessizliği ve öküzlüğü ile yakınlığını(!) sürdürenleri, sayısız aşanları, tek kelimeyle “kavruk ve düşük çocuk” hükmündeki şöyle veya böyle kaçanları… Bunlar, bugün hafızaların bunaklığına sığınarak mazilerini ÖRTBAS etmeye çalışıyorlarsa, BÜYÜK DOĞU pratiğini hakkıyla temsil etmişiz demektir.
Üstad’ın vefatından sonra bütün kesimlerin parsa kaygılı telâşesi, YENİDEN İŞLEYİŞ usulümüzün zaferidir.
Açıkça söylemek icabederse… Fırının uzaktan sıcaklığını hisseden ve Büyük Doğu Mimarı’nın muhteşem kaleminin büyüsüne kapılanların hiçbiri, ateşin içine girmişliğin keyfiyetini bilememişler, O’nun gerçek rolünü ben gelinceye kadar anlayamamışlardır… Doğrudan doğruya şu:
— “Ben olmasaydım, bir nevi kim vurduya gitmişti!”
Herşeye sahtesi musallat ya, buraya kadar anlatılanlardan ortaya çıkabilecek bir sapık anlayışa da temas etmek ihtiyacındayım… Hemen söyleyeyim:
— “Benim belirttiğim ve bende belirtilmiş her kıymet, yaptığım herşey Büyük Doğu’nundur; ve ben, –iftiharla söylüyorum–, her zerremle Büyük Doğu’nun tesiri altındayım!”
Usta ve çırak ilişkilerinde, istisnaları olmakla birlikte genel olarak kendi ayırıcı yönünü belirtme cehdi umumiyetle ayrılık getirir; ve temelinde çırağın gölgede kalma ve görünememe ukdesi vardır. Ya tesir altında kalmayı inkâr, ya o tesirden sonra kendi yolunu bulmuş olduğunu izâh cehdi, veya “faydalanmış” olmaktan dolayı takdir iletme görüntüsünde, daha ileriye ulaşmış olma imâsı, vesaire… Bu türlü bir ahmaklık benim hayatımdan geçmediğine ve hiçbir zaman “kendi kendine gelin güvey olma” durumuna düşmediğime göre, Büyük Doğu üzerindeki tasarruf hakkım mevzuunda bütün “antipatik” bakışlara söyleyeceğim söz, bir İslâm büyüğünün, devamlı kendisinin sözünü kesip “bu filâncanın” diye münasebetsizlik eden bir adama verdiği cevaptır:
— “Be kahpenin kardeşi, ben kimim?”
Bu hüviyet içinde söylemek hakkımdır ki, “nesil yoğurdum!” demiyorum; Büyük Doğu Mimarı’nın yoğurduğu neslin yepyeni çehresini çizdim ki, açılan geçitten yaş hesabiyle de nesiller geçti!
(Salih Mirzabeyoğlu, Hikemiyat-(Tefekkür ve Hikmet), s.146-150, İBDA Yayınları, 2.Basım)