SALİH MİRZABEYOĞLU’NDAN… “TOP MU, TEREYAĞI MI?” *

SALİH MİRZABEYOĞLU’NDAN… “TOP MU, TEREYAĞI MI?” *

.

“TOP MU, TEREYAĞI MI?” (*)

“(…..)

Daimon: Ruhtaki asalet; prens, şövalye… “Tanrılarla yaşa. Ruhunun kendisine vazife olarak verilmiş şeylerle doyum bulduğunu sürekli olarak Tanrılar’a gösteren ve Zeus’un her insana kendisinden bir parça, bir yol gösterici ve gözcü olarak verdiği Daimon’un istediği her şeyi yapan kimse, Tanrılarla yaşar. Bu Daimon, her insanın kendi anlayış ve aklıdır.”… Bu Panteist Tanrı anlayışı, bu şekilde yaşamanın tabiî mantığı, “insan yapıp ettiklerinden ibarettir”in fazilet kanadıdır. “Doğruluk, iyilik, yiğitlik, zayıfı koruma, ölüme kahkahayla yürüme”; Roma asillerinden, malûm şövalyeler sınıfınakadar dallanıp budaklanan, çeşitli görüntülere bürünen, ama aslında bu yüceliklerin ve yüceltmelerin bulunduğu bir “mîr”lik anlayışı. “Sadece yaşarken varsın ve yapıp ettiklerin neyse sen o’sun!” ahlâkı. Dünyanın başka yörelerinde, Çin’de, Japonya’da vesaire, yüceltilen bu soydan bir şövalye ruhu-daimon, bu mistik, çeşitli versiyonlarıyla beraber her oluş gibi düzünden değil de tersinden tecelli zemini bulunca, ortaya sadece bir “nefs heykeli” çıkmaktadır. Roma’da, senatoda kendisine “yalan söylüyorsun!” diyen muhatabının sözü üzerine, kolunu dirseğine kadar sıvayıp alev alev yanmakta olan o ateş çanağına sokarak “bir Roma vatandaşı yalan söylemez!” diyecek kadar doğruyu acıyla çarpıştırarak üstünde tuttuğunu gösteren şahsiyet; efendim, her ne kadar bunlar İslâmî ahlâka vurularak çizgi dışı tutulacak şeyler ise de, yer ve zaman icâbı İslâm haysiyetini gösterme sırasında misâl de teşkil edebilir! Bunlar, kendisine höt denir denmez, papaza kızıp oruç bozar gibi tam ters bir çizgiye giren ve homoseksüel yahudi Garih’in kanatları altına girip eğitilen, sonra da bütün bunları utanmadan bir yiğitlenme tavrı için “ben geliştim!” diye ilân eden pezevenk sürüsünün anlayacağı şeyler değildir! Nietzsche’nin “üstün insan ”timsâlinde “duyguları baskı altına aldıktan sonra geriye ne kalır?” diye söylettiği şu kesiksiz yapıp etme-fatihlik ruhîliği ve “arî ırk” ideali, bilir misiniz ki, din (hıristiyanlık) de dahil bütün yerleşik düzen kokmuşluklarına karşı yeni bir ruh vadiyle ortaya çıkar ve bu cümleden olarak bütün faziletlere lânetler yağdırırken, bir kategorize icabında “fazilete göre yaşama” sınıfına dahil olur! Bu cümleden olarak, Nietzsche’nin ünlü “Zerdüşt Böyle Diyordu” isimli eseri, Doğu mistisizmine âit ilhâmlarla birlikte, Romalı Aurelius’un felsefesi ile de alâka içindedir; söylemiş olalım… Üzerinde durduğumuz görüşlerle ilgili bu soydan dikkat çekmeleri, bir takım kaba sınıflama papağanlığı içinde malûmatfuruşluk taslama ve görüşleri kaybettirme geleneğine aykırı ve bir takım alâka nisbetleri içinde gerçeği gösterme usulü diye anlayın! Bir geçiş vesilesi olarak, Nietzsche’nin bir sözü: “Tanrı öldü, Tanrıyı biz öldürdük!”… İnsanın bizzat İlâhlaşması-Tanrılaşmasını gösteren bu sözün, Epiktetos’un insanın ölümüyle her şeyin bitişine dair stoa anlayışıyla, Aurelius’un eşyayı Tanrı gören ve insanı ilâhîleşmeye çağıran stoa anlayışı arasında her ikisinden mülhem bir yerde oluşunu, -Nietzsche’yi bildiğimiz için-biliyoruz. Bunun doğrusu, bir velinin naz makamında söylediği şiirdir: “Bizi yarattıysan ne oldu? Sen bize muhtaç idin, biz sana müştak!”… “Sen bizi var ettiysen, biz de seni!”… Hani Allah, bilinmek için Âlemi-insanı yarattı ya! Var olmak, “bilinmek” demek olduğuna göre? Biz bunu, romanlarımızda, var olmak “Zorunlu Varlık”ı mecburi kılıyor olması bakımından, Allah’a inanmayanların bir tevil hilesi ile nasıl da kendilerine bir “bilen” temini yoluna gittiklerini-çelişkilerini inceledik… Şimdi gelelim, Nietzsche’den Mafya’ya: Dünyanın çeşitli yerlerinde, her biri kendi şartlarından doğma bu tür yapılanmalar olduğunu biliyoruz. Birtakım özenti ve türedi oluşlar bir yana, -ki onun da bir sosyolojik ve psikolojik tahlile mevzu yanı var-, bu tür oluşlar bir “mistikî” nüve belirtirler. Genelde zaruretlerin “suç” diye nitelendirilen fiillere ittiği bu insanlar, ister ekonomik, ister intikam, ister mücerret bir güç isteği saikiyle zümreleşmiş olsunlar, o ilişkilerin raconlarını ve değerlerini belirlediği bir “hayat biçimi” içindedirler. İsyan, intikam, cesaret, güç, şu, bu. Mafya -Sicilya-misâli üzerinden vulgarize ederek söylemek gerekirse, buna dair yüzyıllar öncesine dayanan efsaneler vesaire bir yana, hayatın sair zaruret ve bahanelerini toplayıcı söz şudur: “Eline silâhı alıp adamın karşısına geçtiğin zaman, o ânda sen bir Tanrısın; çünkü onun ölümü yahut yaşaması, senin küçük bir parmak hareketine bağlıdır!”… Hayatı yapıp etmekten ibaret gören anlayışın suç versiyonu! Hırsız çingenelere -Romanya’da- âit şu sahne ne kadar müthiş: At hırsızlığından idama mahkûm olan adamın yanına, günah çıkarmak ve onun “ruhunu kurtarmak” için telkinde bulunmak üzere papaz geliyor. Konuşma sırasında neşeli çingenenin ona söylediği şu: “Peder, sen ruhumu kurtaracağına şu bedenimi kurtarsan daha iyi değil mi? Peder, sen hiç çalınmış bir at etinin tadını bilir misin?”… Şimdi Hitler: “Alman milleti, tereyağı değil, top-silâh istiyor!”… İktisat kitablarında, ekonomik tercih bahsinde “tereyağı mı top mu?” diye klâsik bir misâl olarak değinilen bu husus, gûya akl-ı selime hitabla “elbette tereyağı!” vezniyle işlenirken, işin aslının “fazilete göre mi yaşamalı, hazza göre mi?” esasında mühürlü olduğunu anlayan yoktur. Bugün her biri birbirinden hödük boş takım elbiseler hâlinde salınan ve yaşlarının gençlikten döndüğü veya dönmeye başladığı bir çağda, daha önce bastırdıkları duygularının şartları bulur bulmaz birdenbire şahlanışı hâlinde “medenî dünyayla birleşmeliyiz!” tekerlemesine sarılan hazcıların durumundan bir misâlle: Başlarında daha önce söylediğim, homoseksüel bir yahudinin geliştirmeyi becerdiği bir pezevenk. Said-i Nursî Hazretlerinin “büyük zuhur”dan önce çıkacağını söylediği “din pezevengi” veya o zümreden birkaç örnekten biri. (Tabir, Said-i Nursî Hazretlerinindir.) Bunun sevk ü idaresinde zümresi, görünüşte onların emrine tâbi ve işi gücü müslümana tehdit ve dış dünyada ise tavuk güçler. “Bu kadar da olur mu?” diye insanı çıldırtan ve rüyâda bile bu hisse düşürecek olan şey oldu: Kıçına tekme, enseye tokat, başa çuval. Tepki (!) de müthiş: “Acaba yanlışlık mı oldu?”… “Biz, gerçekçiliğin bütün şartlarına uyarak tahriklere kapılmadık, onurumuz zedelenmedi!”… Yok ki zedelensin! “Top mu, tereyağı mı?” misâlini, “haysiyet, şahsiyet, gurur zevki mi, tereyağı mı?” diye anlarsanız, yerinizi daha doğru tayin edersiniz.

Tedaî: Üstadım’ın, o ânda vesilesi olmayan birbirinden kopuk notlar hâlinde ama bir musikinin akıp giden notaları hâlinde bana intikâl ettirdiği mânâları, yeri geldikçe “Yevmiye” bahsi olarak aktardığım ve işlediğim malûm. Onlardan biri: “Ne olduğunu bilmezler, gerçekçilik diye bir şey tuttururlar. Süleyman (Profesör Yalçın), 7 yaşından beri namazını bırakmamış biri; Amerika’ya gitti, orada iki sene kaldı, gelince baktım sağda solda “ben gerçekçi oldum!” diye bir şeyler geveliyor. Çağırdım, “ne diyorsun sen?” dedim. Gerçekçi! Ne gerçeği?”… Bir gerçekçi: İstanbul’a geldim, iş bulamadım, 15güne yakın sokaklarda hiçbir şey yiyip içmeden dolaştım, yattım. Bir hayat kadını (fahişeye şimdi böyle deniyor ya!) beni görünce evine götürdü, yedirdi, içirdi. Birkaç gün sonra “ben de çalışabilir miyim?” dedim… Gerekeni yapıyor ve kafada peruk, işe çıkıyor. “Şimdi kazancım iyi, Allah’a şükür!”… İşte, o mürted olanların gerçekçilikleri, globalleşmeleri, dinler arası diyalogları, yahudî lobileriyle “al takke ver külâh!” ilişkileri, dine sövmenin kılıflı görüntüsü hâlinde “din milliyetçiliğine karşıyız!” lâfları, “eskiden orospu çocuğunun biriydim!” der gibi bir istikrah tavrıyla laikliği yüceltmeleri vesairenin ardından, “Allah yardımcımız olsun!” diye bir de ekstra kaşarlıkları yok mu, aynen o ibne zavallı; üstelik o zavallıya hayâli çatlatacak bir yerde de olsa belki bir mazeret bulabilirsiniz ama, bu zavallılara onları doğuran analarından sulbünden gelen çocuklarına kadar dehşet şübhesiyle bakmaktan kendimi alamıyorum.

Tedaî: Kıçına tekme, enseye şaplak, başına çuval; bunlar, bahsettiğimiz zümre veya bütün gelmiş geçmiş, geçmişi tenekeliler soyu boyunca bundan başka bir şey olamadılar, olamazlar. Bizsiz olamayacaklardır da. Pislik hazcı tipinin dışındaki, “büyük hayâlleri” gerçeği yönlendiren ve eline geçen fırsatı yiğitçe değerlendiren din gerçekçileridir ki, -onlar yalnız Allah’ın emirlerini dinlerler-, senin gerçekçilik adına Amerika’nın helâ taşlarını yaladığın yerlerde, ikiz kuleleri zeminle bir edip “süper devlet” palavrasını yerle yeksan ederler.”

(…)

Kaynak: Büyük Muztaribler –Düşünce Tarihine Bakış / 2. Cilt / Salih Mirzabeyoğlu / İbda Yayınları / Aralık 2003 / Shf:208-212

* Başlık bize aittir -Adımlar-

Bir Cevap Yazın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Adımlar Dergisi sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et