ATİLLA ÖZDÜR’ÜN ANISINA; SALİH MİRZABEYOĞLU İLE MÜLÂKAT
Dün, 27 Ağustos 2021 Cuma günü vefat eden Atilla ÖZDÜR ağabeyin 1984 tarihinde Kumandan Salih MİRZABEYOĞLU ile gerçekleştirdiği röportajı, merhumun anısına yayınlıyoruz…
Kumandan’ın ADIMLAR ve NECİP FAZIL’LA BAŞBAŞA eserlerinde yayınlanan söz konusu röportajı, Salih Mirzabeyoğlu’nun takdim ettiği şekliyle Necip Fazıl’la Başbaşa’da yer alan “Mülakat” başlığıyla paylaşıyoruz.
Bu vesile ile Kumandan Salih Mirzabeyoğlu ve Üstad Necip Fazıl Kısakürek’e ve henüz vefât eden merhum Atilla ağabeyimize Allah’tan rahmet diliyoruz…
ADIMLAR
MÜLÂKAT
El sıkışmaların yemin yerine geçtiği, bütün gözlerde doğrunun parladığı, bütün gönüllerde sevginin hararetle yaşandığı bir ülke… Batılı sanatkâr ve mütefekkirin hayâlini kurduğu bu ülke şartları, gerçek bir İslâm toplumunun aşk ve vecd yerindeyken yaşadığı iklimin, bilerek veya bilmeyerek tasvirinden ibarettir… Oysa bizim şimdiki hâlimiz!.. Bu çerçevede fazla bir söz israfına girmeye gerek yok… Ama, yarın nereden nereye ve hangi keyfiyetle savaşarak geldiğimizi göstermek bakımından, yayınlanmayan mülâkatlarımı ana fikirlerini işaretleyip belgelemeden yokluğun buz denizine salamam… Nitekim bu mevzuda tasvibini gördüğüm Üstadım’a, durumu hülâsalandırarak rapor ediyorum… İşlerine geldiği yerde kendi bağırsaklarından çıkan gurultuya payanda olarak faziletten dem vuranlara karşılık, aşk, sadakat, çıkar hesabında olmama ve aziz fikri yere düşürmeme şuurum bunu gerektiriyor… Samimiyete aşık olan ben, isim ve cisimler değil de mânâlar üzerinde olmak bakımından has isimlerden bahsetmezken, bir kişinin ismini vermeden edemiyorum: Atilla Özdür… Gerçekten samimi, temiz, namuslu bir adam… Gölge dergisinin ilk çıkışından itibaren, zaman zaman yanımızda göründü… Riyakâr ilişkiler içinde bindiği arabanın türküsünü çalan çanak yalayıcılardan değildir; bu yüzden de 60 yaşın eşiğinde, zaman zaman dolmuş şoförlüğü yaparak nafakasını çıkarmak zorunda kalır… Oysa onun pabucunu silebilme durumunda bile olmayanlar, 500.000 tirajlı gazetelere kadar kapılanacak kapılar bulmuş, keyif ehlidirler… Gerçek bir fakir fukara dertlisi ve emeğin gerçek değerinin verilmesi için çırpınan sahici idealist… İşte onun benle yaptığı ve yayına hazır durumunu gördüğüm mülâkat, ismimden köpek gibi titreyen ve hasetten kadın gibi çatlayan yüreklerce yayınlatılmadı… Üstadıma aynen okuyorum:
– “Salih Mirzabeyoğlu ile röportaj yapacağımızı duyurduktan sonra, bir hayli mektup aldım. Özellikle genç kesimin hissiyatına tercüman olduğuna inandığım bu mektupların mahiyeti gözönünde tutulursa, ona hazırlanmış sorular yöneltmek yerine, sohbeti açıcı ve tabiî bir akış içinde hatırlatıcı sorular sormayı uygun gördük… Ona ilk sorum şu: Belirli bir mevzu tayin etmedim… İstedim ki, içinde bulunduğumuz Mayıs ayının mânâsını da bütünleyen bir sohbet içinde çeşitli meselelere temas edilsin… İlk sorum şu: Nasıl bir soru sorulmasını isterdiniz?.. Yani ilk soru…”
– “Konuşmacıya konuşma şevki vermek, onu konuşturabilmek bir marifet… İlk önce şunu söylemeliyim: insanoğlu tarih boyunca hayat karşısında şu soruyu sordu: Fazilete göre mi yaşamalı, yoksa hazza göre mi? Burada uzun uzun derinleşmek durumunda değilim… İslâm fazilete göre yaşamanın hakikatini, bunun ölçülerini temsil ediyor. Şimdi bu gözlükle manzaraya bakılsın…”
– “Misâllendirirsek iyi olur zannediyorum…”
– “Haklısınız… Öbür tarafta, fazilete göre yaşamanın hakikatine mensup olanların, “nefs murakabesi” diye bir melekeden mahrum olarak, hazcılığın türlerini temsil içinde yaşamaları… Eğer “olmak” diye bir ıstırabı duymuyorsak, dünyayı nakışlandırma marifetini buna nisbetle anlamıyorsak, bu düşünce olmadığı zaman kendimizi toprağa atılmış bir tırnak parçası olarak hissetmiyorsak, hissettireceğimiz bir şey de yok demektir… Hani bazı ahmakların gaflet derecesini gösteren bir söz vardır: “Dünya’ya bir kere geldik!”… Hazcılığın dövizi bir söz!.. Oysa adam, dünya’ya bir kere gelmekten dolayı telâfi imkânı olmadığını, bundan dolayı “zaman israfı” içinde olunmaması gerektiğini anlamaz!.. şey… başta sorduğunuz…”
– “Nasıl bir soru sorulmasını istediğinizi sormuştum…”
– “Tabiî ki, rahmetli Üstadımız Necip Fazıl’ın şahsında tecelli eden muazzam mânânın hakikatinin ne olduğunu!.. Zaten hangi soru sorulursa sorulsun, ona anlatıyorum, ondan anlatıyorum, onun şahsında tecelli eden mânânın muhasebecisi sıfatıyla anlatıyorum!.. Biraz önce söylediklerim de, en önce sorulmasını istediğim soruyla ilgili… Sadece alkol kokulu cenaze çelenklerinden daha adi pohpohçuları onun mânâsına bulaştırmama hassasiyeti değil, aynı zamanda alkol kokulu cenaze çelenklerini de defetmiş bir şuur önünde, -biliyorsunuz herkes seyrederken o işi de biz yaptık-, Necip Fazıl’ın şahında tecelli eden muazzam mânânın hakikati nedir?.. İdeali aramayla toprağa bağlanma arasındaki bir berzahta kıvranan insanoğlunun “oluş” ıstırabını, İslâmın hakikatine nisbetle heykelleştiren adam!.. Beş asırlık tarih dilimimizle birlikte, içinde yaşadığımız çağın nabzını yakalayan adam!.. Necip Fazıl budur… Eşya ve hadiseler karşısında ruhun “nasıl” tavrını İslâm’ın hakikatine göre gösteren, bunun diyalektik ve estetiğini mutlak “üst dil-üst mânâ”ya nisbetle gösteren adam… Fikir, sanat, aksiyon, bütün “oluş” hakikatiyle onu bu ifadeler çerçevesinde tarif etmiş oluyoruz!..”
– “Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin Üstadımıza, “sende iki şey ifrat halinde: Muhabbet ve zeka!” deyişini, Üstadımızın da size “sende ifrat hâlinde tecrit var; benim bugüne kadar yokluğundan en fazla şikâyet ettiğim mücerret fikir istidadı çok fazla!” ifadesini hatırlıyoruz…”
– “Kendisindeki tecrit kumaşının gösterilmesini ısmarlayarak… Hemen belirtmeliyim: Ruhun eşya ve hadiseler karşısındaki “nasıl” tavrına mukabil ben, Büyük Doğu’nun “niçin?” buudunu heykelleştirmekle mükellefim!.. Altına bizzat sığınanların temin edeceği en umumi keyfiyet şemsiyesini, yani İBDA’yı açmış bulunuyorum!”
– “İfadenizi biraz daha açar mısınız?”
– “Şöyle… Büyük Doğu Mimarı’na “has ve hususi bir nisbet” içinde “doğrulayıcılık usulü” ve “intikal mihrakı”nı temsil ediyorum… Erbabına, bir adım daha atarak söyleyeyim: zat sevgisi ve bunun nisbeti… Zattan zuhur eden dışyüz menfiliğindeki engelleri aşıp, onlardaki el değmemiş hikmet incilerini devşiren “tek”!.. Ben bunu böylece öz hayatım olarak sergiledikten sonra bir kısmının sezdiği ve anladığı, dönme tabiatlı veya dönmelerin hiç anlamadığı incelik!..”
– “Buna göre Üstadımız?..”
– “Rahmetli Üstadımız, beni yetiştirme misyonunun her ân bitişikliği içinde ve mütefekkir yetiştiren mütefekkir çehresiyle, yapanı yaptırandadır… Atı koşturan suvâri!.. Fail olmak yerine, münfail sıfatta… 500 senedir beklenen ve bugün dünyanın beklediği mütefekkirdir ki, onun kavgasını yaptığı mânânın olanca keyfiyetini delillendirecek… “Necip Fazıl’ın erişilmezliği bahsinde ne söyleyebilirim?” gibi, sümüklü çocuk ağzıyla ondan ve mânâsından habersiz adamların bahisleri ve onu kendi şahıslarında küçültmeleri bir yana, İslâma muhatap anlayışı yenileyen adam, ruhun “nasıl” tavrını temsil edici olarak, benim için misyonu kelimenin gerçek mânâsıyla sürekli bir kaynak hükmündedir…”
– “Sizin hakkınızdaki değer hükmü?”
– “Benim hakkımdaki değer hükmünden önce, “değer hükmü” hakkındaki değer hükmümü billûrlaştırmalıyım… Necip Fazıl’ın mânâsı ve misyonu anlaşılıyorsa, bir müslüman için “Nobel ödülü” bile güneş yanında kibrit alevi kadar sönük kalır… Kıymeti sahibinden bilerek gayet açık söylüyorum!.. Bir misâl vereyim… Ölünün arkasından yapılan törenlerde saksı gibi dikiliyorlar; “mânevî huzurunda” filân diye… O dikilişin bir işe yaramadığını biliyorlar ama, “mânevî olarak” diye… Yani “mânâ ve mânevîlik”, orada bir hakikat değil, ne yapacağını bilememenin getirdiği köpücük bir espridir… Onların canı cehenneme ama, bir müslüman için “mânâ ve mânevîlik” böyle anlaşılırsa, bu seviyede anlaşılırsa?.. Biz, ruhî varoluşun en yüksek hakikatini hürriyette ve mânâyı en yüksek hakikat olarak bildiğimize, bunun mutlak ölçülerine sahip olduğumuza göre, “mânâ ve mânevîliği” dönmelerin şivesiyle teleffuzdan kaçınalım… Şimdi söyleyebilirim: Necip Fazıl tarafından “dünyanın beklediği mütefekkir namzedi” olarak karşılanma haysiyetimin hakkıyla söylüyorum ki, bana verilebilecek daha büyük dünyalık hiçbir ödül yoktur!… Mânâda nesep bağının, ruh ve fikirde nesep bağının ne olduğunu hissettirebiliyor muyum?.. Veya, önümü açma ihlâsını yaşayacak yerde, ayaklarıma dolanma ve çelme atmaya davranma cinayetini işleyenleri…”
– “Bu güzel sohbeti şimdi onun sanatı bahsine döndürsek…”
– “Evvelâ şunu söyleyeyim: Necip Fazıl’ın üslubunun dünya görüşüne ve misyonuna ait sırrını ilk defa ben işaretledim… Herşeye sahtesinin musallat olması gibi, “ah!.. Ne üslûp, erişilmez!” gibi lâflar… “Falancaya benziyor ama, ondan da üstün!” filân… “Kültür Davamız” isimli eserimde, onun üslûbunun fikre ait mânâsını işaretledim: “Derinliğin derinliğini ve anlatılmazın anlatılmazlığını hissettiren”… Önce şunu anlamak lâzım: Görme melekesinin görülecek şeyle anlaşılması gibi, hayâl bir melekedir… Tasavvuru, sureti idrak eder… Sembolün hakikati de budur; çoluk çocuk sembolü değil… Bunu hissederiz, sonra fikrederiz… Onun üslûbundaki sembol, mecaz, teşbih ve istiare gibi unsurlar, İslâmcı bir estetik idrakının temelleri ve diyalektiği ile içiçe!.. Malûm ve olmalı… Bizim için, “doğrunun olmadığı yerde güzel de yoktur!”… Fikrin kendini değil de, düzenini ve tertibini ifade eden “diyalektik” ne ise, doğru ve iyinin zarafet ambalajını gösteren estetik de “güzel”e nisbetle o… Doğrunun güzellik usulüyle âlet özellikleri içinde temini… Fikrinde ve sanatında, telkin ve sindirmenin dili… Bu mânâda, rahmetli Üstadımızın nesri de şiir dilidir… “Mensur şiir” filân demiyorum… Üslûbu kelime tertibi açısından değil de kelimelerin arasına kıvrılmış bir his edası olarak anlarsak, onun üslûbunu dış yüzden birilerine benzetenlerden ayrılmış oluruz… Doğruyu güzellik usulüyle veren adam…”
– “Bunlar hep lif lif açtığın, açılması ve anlaşılması gereken mevzular… Sohbet yerimizin sınırını gözönünde tutarak, bir mevzuda yoğunlaşmayı değil de, çeşitli mevzulara teması istediğimizden, başka mevzuya geçmek istiyoruz… Siyaset mevzuunda…”
– “Siyaset… İnsan organizmasının yaşama adına faaliyetleri, savunması, korunması, hayata uyum adına yaptığı topyekûn hareketleri neyse, bir ideolojiye göre mânâsı o… Şuurun muhtevasını ele veren…”
– “Yani siyaset yapmayalım derken…”
– “Elbette saçmalık… O da “siyaset yapmama” siyaseti!.. “Siyaset yapalım, yapmayalım” demek… Bunlar bir şey demek değil… Şimdi iki gurup gelse, ikisine de karşıyım!.. Üstadımızın bir noktalaması var: “Ağız yolunu bilmez, kaşık çalar pilava!” diye… Siyaset, hareket olarak, vasıta olarak, hedef ve gaye olarak, “olunması gereken”in tertibidir, âletidir, her basamakta ve her türlü görünüşü içinde, “ruh ve fikrin sindirileceği” vesiledir, manivelâdır… “Olunması gereken”e ait en küçük bir imaj’ın, “yapılması gereken”e ait en küçük bir fikrin olmadığı yerde de, “yapmayalım!” demek budalalık… “Siyaset yapmayalım!” derken, siyaset yaptığını bilmiyor!.. Malûm mânâsıyla siyaset… Her siyasî olay bir sosyal olaydır ama, her sosyal olay siyasî bir olay değildir; olaya siyasîlik karakterini veren şuurdur… Hadiseye yanaşan insan şuuru… “Olunması gereken”e ait bir fikir ve imajın olduğu yerde, “gerektiği yerde gerekeni yapmak” vardır… Gerektiği yerde gerekeni yapmak; yapmanın “nasıl” ve “niçin”ini bilen için… Kendisini ifadelendiremeyen zıtlıkların dışında kalan idrak budur. Meselâ… Diyelim ki, “hareket olmadan kadro doğmaz, kadro olmadan da hareket olmaz”… Tekerlemeciler ve sahte akıl yürütücüler, bu türlü ikiliklerde her zaman gerekenin tesbitinde acizdirler; hain ve rizikodan kaçış vesaire gibi şeylerin üzerinde durmuyorum… Lider, liderin rolü vesaire gibi bir sürü husus… Olunması ve yapılması gerekenin “nasıl” ve “niçin”ini kestirene, burada “gerektiği yerde gerekenin yapılması” idrakı, “karar” keyfiyeti var… Karar; öz ilminin müntehasındaki marifet, sanat… Ne dersen, de; bunun şuuru var… Sahtesini defederek söyleyelim ki, önce ne olunmak gerektiğinin şuuru ve her davranış buna nisbetle…”
– “İslâmî tefekkür bahsinde…”
– “İslâmî tefekkürün hakikati, “has oda” sırrına giden yolun döşenmesidir… Olunması ve yaşanması gereken hayatın yolu… Şimdi bir mesele: Adam ortaya çıkıyor, “tasarruf yapalım, kemer sıkalım, çok iyidir!” filân… Onun hayat anlayışına cevaben söylüyorum: İmkânım olduktan sonra niçin kemer sıkayım?.. İmkânım yoksa, niçin senin gibi kemer sıkma ihtiyacında olmayanlardan olmayayım ve bunu istemeyeyim?.. Senin de bir ömrün var, benim de… Benimki kemer sıkma ile geçecek ve sen zevk ve sefa içindeki idareci, üstelik sırtımdan muvaffak olmuş bir tip çizeceksin!..”
– “Bahsi değiştirsek iyi olacak!..”
– “Değiştirmek yerine bağlıyorum… İktisadî faaliyetler ruha bağlı bir zaruretin yerine getirilişidir ve bu mânâsıyla da ahlâka bağlı bir alt sistem teşkil eder… Ahlâk; fail olmak yerine, münfail sıfat… Yapanı yaptıran… “Niçin şöyle yapayım, niçin böyle davranayım?” diye sorduğum zaman, enayi yerine konulmadan ruhî dayanaklarını isterim… “Zarurî ihtiyaçlar, refah ve mutluluk” gibi lâflar… Bunlar hakikatini hayat önünde duran anlayışa göre verir; ahlâkî sistem… Bir Alman için bira zarurî ihtiyaçtır, bir Avrupalı için tatil, tiyatro, sinema zarurî ihtiyaçtır… Ya bize göre?.. Bir misâl vereyim: Hazcı bir anlayışa göre programlı yaşayan Amerikalının savaşta bunlardan mahrum kalmasının ruhî depresyonu, mahrum ve iktisaden geri kalmış ve “mistik” bir bünyeye sahip ülke askerinde olmuyor… Niçin?.. Bilmem anlatabiliyor muyum?.. Şunu yapın, bunu yapın, şöyle yapalım, böyle yapalım… Herşeyden önce neyiz biz?.. Neye göre ne yapalım, neye göre ne yapılması gerektiğini söyleme hakkını nereden buluyorsun kendinde?.. Meselâ bir Başbakan’ın, hazcı bir anlayışın bütün nimetlerini, lüks ve israfı sergilediği bir aile dekoru içinde fakir fukaraya “kemer sıkın!” demesi ayıp oluyor!.. İstersen sıkma; o da madalyonun diğer yüzü…”
– “Yani demek istiyorsunuz ki…”
– “Bağlıyorum… Bütün insanlığın ve bizim tek meselemiz var… Meselelerin meselesi: Ruh ve anlayış…. Hangi ruh ve anlayış?… Vergisi de, algısı da, tasarruf ölçüsü de, herşey, herşey kendisine nisbetle yapılacak… Herşeyin mutlak mânâsıyla ölçüsünü veren, herşeyin hakikatini kendine nisbet edeceğimiz “Mutlak Fikir – Mutlak Ahlâkî Sistem”… Ölçü bu olduktan sonra, sıkıntıya katlanmak da ne, seve seve ölünür!..”
– “Rahmetli Üstadımızı anıyoruz…”
– “Eğer hatırlamak, unutkanlıkta bir çakıntı olarak anlaşılıyorsa, uykusuna kadar onunla dolu bir adamı bu hizada mütalâa etmek yanlış olur!.. Ben, kelimenin gerçek mânâsıyla bitişik yaşadığım bir şahsiyete nisbetle fikir serdedenim… Dolayısiyle, ne söylesem, söylenen odur, onun içindir, ona nisbetledir!
– “Sevgili Üstadımıza Allah’tan rahmet diliyoruz!.. Bütün mümin ve müslümanlara!.. Bu sohbet için teşekkür ediyorum ve bu vesileyle “Kayan Yıldız Sırrı” isimli şiir kitabımızın 2. baskısının çıkışını da duyurmayı vazife biliyorum!”
Sağlığından daha diri ve üzerimdeki nüfuzu tesirli Üstadım’ın mânâ çehresinde memnuniyet çizgileri… Verdiğim raporun devamını dinlemeyi, bir daha ki sefere bıraktı.
Kaynak: Necip Fazıl’la Başbaşa… Salih Mirzabeyoğlu… İBDA Yayınları