KONUŞMALAR – 6

Nihan ÖZTÜRK

Orhan: “Küçük, büyük dememek lâzım. Bilgi önemli şey ve insan bilgilendikçe gelişim sağlıyor. Neydi o cübbeli bir bay, “ne yapacağım İngilizceyi?” diye falan laflar etmişti. İster istemez bu gibi şeylere ilgi duymasan da sosyal medya bir şekilde önüne getiriyor; son zamanlarda farkettim bunu. Hani, “sen bir bak bakalım canın çekiyor mu?” hesabı!”

Murat: “Gerçek evrim teorisi de bu olsa gerek. El, kol, kanat, kıl, kuyruk derken insanı insan yapan meseleler arada kaynıyor. Bende o dediğini ilk izlediğimde, “şükürler olsun ki atalar senin gibi düşünmüyordu” diye geçirmiştim içimden. Bir arkadaştan işitmiştim -İngilizce mevzusuyla alâkalı-, dil, lisan deyip geçmemek gerekiyor. Kaç lehçesi varmış. Mesela çiftçisi, köylüsü daha bir değişik lehçe kullanıyor. Kuzeyi farklı güneyi farklı. Bizdeki gibi, Karadeniz’in doğusundan tut da Ege’nin güneyine kadar çaprazlama bu her yerde bu böyle.”

Orhan: “Amerikalıların İngilizcesi de var. Yanlız burdaki iş bir gelişmeden ziyâde bir farklı yumuşamaya gitmiş.”

Murat: “Aynen. En süperi (!) de onların ki; gevşek gevşek…”

Orhan: “Harbiden berbat, fakat dilleri o. Onlar içinde Ugandaca çok iğrenç. Fakat demin insan-minsan dedin de, İnsan etkileyici bir kelimeymiş, şimdi net bir şekilde algıladım.”

Murat: “Evet, haklısın galiba. Hem nazik hemde çabuk benimsenebilen bir kelime. Üstelik, neredeyse bütün meseleleri içinde toplayan bir çatı isim; İns-an! Maceracı, araştırıcı, tecrübe edici, geliştirici, yükseltici ve yeryüzünün gözbebeği ama bir o kadar hepsinin tersi.”

Orhan: “Gözü kör olasıca kötüden ötürü, neylersin!”

Murat: “Hep kötüden mi ötürü? Ya iyiden yanaların şapşiklikleri?”

Orhan: “İyi’nin suçu ne? Bu yüzden iyiden taraf görünen bütün şapşallardan ısrarla uzak durmak lâzım. Hatta elden geldiğince iyiden uzak tutmak.”

Murat: “Nasıl olacak bu iş? Çok rizikolu ve abartılı bir cümle değil mi ‘iyiden uzak tutmak’?.. Hoş yeri geldi mi senin bayağı bir radikal olabileceğini düşünebiliyorum.”

Orhan: “Ne demek istediğimi gayet iyi anlıyorsun. Geçen tamamlanmamış bir hikâyenin kısa bir kesintisini okumuştum ve müthiş heyecanlanmıştım. Alışkanlıklardan bahsediyordu. İnsan, alışkanlıklardan ibaret hissini uyandırdı. İyi veya kötü alışkanlıklar meselesinden öte, alışkanlıklarla devam eden hayat. İşin içindeki sevgi ve bilinçli olması da sonraki dava.”

Murat: “Evet, sonra?”

Orhan: “Sonrası ne olsun? Samimi ve ömrünü gerçekten devrime adamış ve remz şahsiyet olan devrimci bir adamın senin, benim gibi olmayacağını bilmemiz lâzım. Devrim adamında rizikosuz hiç bir işi olmaz. Her sözü ve her aksiyonu rizikoludur. Her radikal söz ve aksiyon da rizikolu değil midir?”

Murat: “Elbette, birbirini besleyici. Her radikal karar, rizikosunu beraberinde getirir.”

Orhan: “Bu da bir çeşit alışkanlıktır. Yakasına yapışmıştır bir kere. Kurtulması imkânsız ve amansız bir serüvendir artık hayatı. Neşesi, esprisi, aşkı, kavgası, türküsü, bakışı, gülüşü, konuşması, inancı, nefreti…”

Murat: “Önemli olan da bütün bunları bilinçli yaşayabilmesi sanırım!”

Orhan: “Karıştırma şimdi. Ona daha var. Hücrelerine kadar bağlanmıştır artık diyebiliriz. Bazen sokaktaki yığınlar arasında dolaşırken bu, şu, peki ya orada duran kişi bütün gün ne düşünüyor acaba diye kendi kendine sorma gereksinimi duyan kişi. Hakikaten, bunca insan, ân be ân ne düşünebilir? Yürürken, dururken, ekerken, biçerken, güderken, otururken, gözlerini kapatıp, en sessiz ve kendi kendine kalmışken..”

Murat: “Ne düşünecek? Ne düşünmesi gerekiyor?”

Orhan: “Ne büyük imkân düşünebilmek! Ve kimsenin aldırdığı yok. Düşünme işini vermişler bilim adamlarının eline, sanıyorlar ki bütün iş “mikrobik olanı nasıl çözeriz”i düşünmekle alâkalı. Hayır efendim, düşünmenin daha sonsuz çeşitleri var. Nasıl sadece maddeyle sınırlanabilir ki? İnsanı rahatlatıp kontrol altına alabilsinler diye hür ruhuna ve düşünme melekesine kıyıyorlar! İşte devrimci, bu uydurulmuş alışkanlıkları kontrol edebilen ve tam da dediğine karşı direnen adamdır. Zaman bu zaman. Direniş zamanı! Radikal ama rizikolu. Yobazca değil, her şeyi içinde hazmederek. Neyin nasıl gelişeceğini bilemediği ama sezebildiği hücum ânını gözleyici bir savaşçı tadında. Bir er, eri gelir bir general. Seviyorum ordu muhabbetlerini biliyorsun, elimde değil.”

Murat: “Zihnimizdeki durumunu bilemem şu ân, ama genimize mi işlenmiş artık, bilemiyorum. Bizdeki en farklı örgütlerde de bu görülebiliyor. Sağcısı solcusu farketmez. Hemen silâhlanalım. Hep şiddet!”

Orhan: “Niye başka yerler farklı mı? Örgütlenmenin şöylesi böylesi mi olurmuş? Örgütlenmek demek bir hedefi gaye edinmek değil mi? Ne için olursa olsun. İsterse sadece yeşil bir dünya için olsun. Yeri geldi mi çatışmaya açık olmuyor mu durumlar?”

Murat: “Öyle! Mesela Almanya’da, kendilerini “Son Nesil” diye adlandıran çevreci gençleri duymuş olabilirsin. Bir isyan içindeler ve kendilerini yollara falan yapıştırıyorlar. Evet yanlış duymadın dostum, ellerini asfalta falan yapıştırıyorlar ve polisler zor bela müdahale ediyor. Çok inatçılar ve eğitimliler. En son meclise de gözlerini dikmişlerdi.”

Orhan: “Desene her yerde bir direniş, bir dikleniş rüzgârı esiyor. Farkında olmasakta, ilgimizi çekmese de birileri bir yerde kendi mücadelesine devam ediyor.”

Murat: “Birgün kendisini anarşist diye ifade eden bir arkadaşla, modern düzenin savunucusu başka bir arkadaşla buluşup sohbet etmiştik. Mevzu öyle uç noktalara gelmişti ki varlığı ve yokluğu tartışmaya başladık. Dünya’nın nasıl varolduğunu tespit edebileceği kanısıyla devamlı geliştirilen ve yüzbinlerce mercekten oluşan teleskopla bilmem kaç milyar ışık yılı ötedeki bir resmin çekilebileceğini dile getiren arkadaşa anarşist arkadaşın ‘Ee sonra, ne olacak, ne elde edeceğiz?’ demesi geldi aklıma. Bir ân afallamıştım.”

Orhan: “Hani, “çevre dediğin sadece yeryüzü meselesi ile sınırlı değil”in aynısı… Marsa gitme mevzusunu konuşmuştuk ya, dünyayı delik deşik ettikleri yetmiyormuş gibi fezayı da didikliyorlar. Üstelik dünyanın yörüngesi komple çöp dolu. Bu gençleri de anlamak gerekiyor. Neticede bilimin de önemi var. Eski Mısır’dan tut müslüman âlimlere kadar astroloji ile uğraşmış insanlar. Oralardaki değişiklikler burayı da etkiliyor. Medcezir gibi. İşte dönem dönem belirli şeylerin yükselişi ve alçalışı da sanırım buna benzer şeyler. Fikirler gibi, aksiyonlar gibi. Kimi zaman yaprak kıpırdamaz ve rüzgâr esmek bilmez. Zaman olur esmeden durmaz.”

Murat: “Neticeye bağlanana ve murad hasıl oluncaya kadar diyebilir miyiz?”

Orhan: “Fazla derinine inemeyiz. İnsekte çıkamayız dostum. Bu sadece bir oldu bitti meselesi değil ki. Bugünkü hâlimize bakacaksak yüzyıllık, bin yıllık bir yükseliş, düşüş, bitiş ve kayboluş hikâyesinin ardından tekrar göz kapaklarını kıpırdatmaya kadar varan bir hareketleniş, doğuş, buluş, davranış ve oluş mücadelesi diyebiliriz.”

Murat: “İnsan olma mücadelesi mi?”

Orhan: “Belki de! Bu dünyada en zaruri, yani en asgari düzeyde düşünmeyi yeterli bulan bir ferde kadar insanın insan kalma, insan olma, insanca hayat sürme ve insanca idare edilme gibi istekleri olmalı. Bazı şeylerin farkına varmalı. Ahlâkî düşüş derken genel anlamda bir kötüye gidiş var. Doğası ayrı konu, ekonomisi ayrı ve saire. İnsanca idare etme hususunda her konunun yetkilisi kendi mevzuunda iktisat yapmış olmalı ki bir ilerleme kaydedilebilsin. Bundan kaynaklı değil mi kendi memleket meselemiz olan dön baba dönelim aynı yere meselesi!”

Murat: “Görevini yerine getirme şuuru ile bağdaşıyor bütün bu dediklerin. Yani yine en başta ahlâk.”

Orhan: “Ahlâk, insanın en baş meselesi. Adaletli olmayan ise ahlâksızın tekidir zaten. Ahlâk, ferdî ibadetleri yerine getiriyor olmaktan ibaret değil. Ferdi ibadetlerini yerine getiriyorsun ama içtimaî mesuliyetler sözkonusu olunca düşmanın yolunda ilerliyorsun, ne işe yaradı? Bir nesil düşün; eli ayağı düzgün bir neslin oluşması için tam olarak neye ihtiyâç var ve ne kadar zaman gerekiyor?”

Murat: “Bir kırk, elli sene?”

Orhan: “Tamam, arzu edilen nesil öyle pat diye gelmez, bu doğru! Fakat fikrin, aksiyonun, şuurun ve ahlâkın en üst seviyeye taşınabildiği her sistemde olduğu gibi böyle üstün bir nesil geliştirmek işten bile değil. Hele bu zamanda iyi hazırlanmış bir eğitim konseptiyle 10-15 sene. Zaten idare dediğin de hep bu hedefin peşindedir. Her konuda görev bilincini hazmetmiş, benimsemiş ve kilitlenmiş genç bir nesil.”

Murat: “Yani lâftan ibaret kalan ve tadından yenmez nesil muhabbeti değil.”

Orhan: “Dindar nesil veya modern nesil demekle bitmiyor bu işler. Sadece ne olmalarını söylemekte yetmiyor! Nasıl ve niçin olmaları gerektiğini de en net bir şekilde ortaya koyabilecek kafa lâzım. Avrupa ile karşılaştırılsa en genç nüfusun bizde olduğunu varsayalım. Böyle giderse bir 10-15 sene sonraki nüfusumuzun hâlini hayâl etmek bile istemiyorum. Ortada yığınla genç bir güç ama onları elde avuçta tutabilecek kaabiliyeti sergileyemeyen kocaman bir boşluk düzeni. Feci!”

Murat: “Bir Çin atasözü sanırım, şöyle diyor; Gençler bilseydi, yaşlılar yapabilseydi!”

Orhan: “Çok hoş bir söz. Aklın yaşı yoktur sözünü de es geçmeden tecrübenin ne kadar büyük bir nimet olduğunu belirtici. Şimdi futbol laklakçıları gibi televizyonda anıra anıra konuşan tipler gibi tecrübelerini aktaranları da kastetmiyoruz elbette. Eğitim diyoruz ama anlatmak istediğimiz neslin hamurunu yoğurabilecek eğitmenlerin de nasıl bir seviyede olması gerektiğini en azından anlamış ve kaçırmamış olduk. Demek oluyor ki yalnız düzgün yetişen bir nesil ister istemez aynı atmosfer ve enerjiyi bir diğer nesle aktarabilir. Yeter ki demin bahsettiğimiz gibi görev şuuru ve bilinci kıvamına ersin.”

23 Aralık 2022

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: