BAŞKASININ PEŞİNE TAKILANLAR, ONU MERKEZE ALIR
Abdurrahman Dilipak
“Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!”
Bugün, her şeyi yeniden düşünmemiz gereken bir zaman.
Türkiye 100 yılı gibi gelecek hayalleri kurarken bir yandan da insanlık tarihinin en zor zamanlarından birini yaşıyoruz. Fitne zamanıdır. Günlük, gündelik şeylerle meşgul ediliyoruz! Son DSÖ kararından haberiniz var mı? CoVID, mRNA’yı arayacağınız günler geliyor. Mesela ekmek meselesinden daha önemli. Ölüler yemek yemezler. Tehdit İHA-SİHA’larla bertaraf edilecek cinsten değil. Eğer bu DSÖ fitnesini anlayıp bundan yakamızı kurtaramayacak olursak, felâketin dehşetini anladığımızda geri dönüş için çok geç kalmış olabiliriz.
Bugün, herşeyi yeniden düşünmemiz gereken bir zaman. İnsan-insanlık tehdit altında. İnsanın olmadığı yerde insanlıktan ya da devletten, milletten, ümmetten, ulustan, halktan sözetmenin ne kadar anlamı olabilir ki? Ben, bu kıyamet kavşağında size nerede durduğumu anlatmaya çalışacağım bugün..
Ben, muhkem nas ile sabit olmayan bir konuda kendi tercihimin iddiacısı değilim. Benim fikir ve eylemimin tam aksi yönünde bir irade, söz ve eylem en az benim kadar tercihim kadar doğru olabilir. Rabbim bizi uyarıyor: “Size hayır gibi gelen şeylerde şer, şer gibi gelen şeylerde Allah hayır murat etmiş olabilir.” Biz bilmeyiz Allah bilir.
Önemli olan Allah’ın rızasını aramak ve bunu yaparken usul ve şartlarını yerine getirmek. İnsanlara bakıp şaşıyorum, kendi zanları konusunda nasıl da eminler ve buyurganlar. Ve onların peşinden gidenler, başlarındakilerden nasıl bu kadar emin olabiliyorlar. Hayır, hayır, bin kere hayır. Bu yol, yol değil. Bu bir çıkmaz sokak.
Hani din büyüklerinizi ya da devlet ya da herhangi bir konuda önde giden, itibar edilen kişileri İlâh ve Rab edinmeyecektiniz. “Biz din ve devlet büyüklerimizi İlâh ve Rab edinmedik ki” diyeceksiniz. Zaten bu ayet geldiğinde Hatem İbni Adiy de aynen böyle demişti. Resûlullah da ona şöyle demişti: “Hani onlar size bir şey söylerdi de, siz o konuda düşünmeden, araştırmadan, o şeyi kabul ya da red etmez miydiniz, işte bu onları İlâh ve Rab edinmek demektir.”
Allah ve Resûlü dışında kesin delil /Hüccet/Taklit makamı olarak kabul edilecek kimse yoktur.
“Resûl”, zatı olarak değil, sıfatı olarak, Allah’tan o vahyi bize getiren, açıklayan, uygulayan, kişi olarak, Cebrail tarafından bize ulaşan vahyin doğru anlaşılması açısından Resûl beşer olarak özel bir yere sahiptir. Onun için biz O’nun adını anarken “abduhu ve resuluhu” deriz. O’nu risaleti dışında mutlaklaştırarak İsevilerin yaptıkları gibi “İlâh ve Rab konumu”na yükseltmeyiz. O şirk olur.
Hal böyle olunca, o din adamları (!?) ve devlet adamları da kim oluyor. Biat konusu, cenneti satın alacak bir eylem için örgütlenmeyi ifade eder. Biat’ta bir kişinin başka bir kişiye bağlanması değil, Nass’a mugayir olmayan, Nass’a dayalı bir uygulama konusunda tarafların karşılıklı olarak birbirlerine verdikleri sözün uygulanmasına yönelik idari tasarruf akdine bağlılık sözüdür.
“Sizden olan genel emr”, sözleşmeden doğan yükümlülükle ilgili ve sınırlı bir emir yetkisini ifade eder ve o kişinin o yetkiyi bizden alması ve bize hesap vermesi gerekir. Burada keyfilik yoktur. Her konuda mutlak bir bağlanma da yoktur. Usûl olarak istişare ve şûra gibi Şer’î kuralların usul ve esasa ilişkin olarak eksiksiz uygulanması gerekir. Yoksa masiyette itaat yoktur. Muhkem nas ile sabit bir konuda istişare de olmaz.
Bizim Allah’ın rızasına talip olmamız gerekiyor. Onu aramamız gerekir. Duamız “Yarab bize Hakkı Hak, batılı batıl göster” şeklinde olması ve Hak’da toplanmayı istemeliyiz. Benim zannımın gerçekleşmesi değil, aslolan İlâhî rızanın gerçekleşmesidir ve nefsimizi buna hazırlamalıyız ki, bağışlananlardan olalım.
İslâm Dünyası’na bakıyorum da, insanlar lider denilenlerin etrafında nasıl da savruluyorlar! Hitler zamanında, Stalin zamanında da, coğrafî keşifler döneminde de insanlar dehşetli bir savruluş yaşandılar. Bölgemiz ve İslâm ülkelerinin bu hâli korkutuyor beni. İnsanlar hep bir kurtarıcı bekliyorlar. Hep, “mucizeler gösterecek ya da keramet sahibi biri, ya da kırallar soyundan bir kurmay”…
Hani Ben-i İsrail, İşaya peygambere gelip yardım istemişlerdi de, o Talut size rehberlik etsin dediğinde öyle demişlerdi. Oysa tanrı kral Calud’u öldürecek olan, kılıcı ve zırhı olmayan, elindeki sapanla Calud’u öldürcek olan, çobanlık yapan Davud olacaktı.
Bu ayetleri okuyoruz da peki bunlardan bir ders alıyor muyuz. Gaybe imânımız ne durumda? Hep “yaptık-yapacağız” sözleri duyuyoruz. Rızkımızı verenler onlar ya! Göklerin hazinesinin anahtarı onların elinde, göklerin ordularının komutası da onlarda, haşa! Ve bu konuda Bekâ’dan söz ediyorlar. Bu sözler Allah’ın gazabına davetiyedir. Hayır! Hayır! 1000 kere hayır. Bu gidişin sonu hayır değil. Fe eyne tezhebun! Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak.
Bu seçim, geçim meselesi, beka meselesi haline getirildi ya, bundan sonra iki yakamız zor bir araya gelir. Bu ölçüde dehşetli bir savruluşun sonunda toparlanmamız zaman alacak ve çok zor olacak. İnşallah geri dönüşü imkânsız olan bir felaketin eşiğine gelmemişizdir. Her halükârda sonuçta büyük bir felâkette yaşanacak olsa, her anlamda ağır bir bedel ödedikten sonra, acılı ve zor bir sürecin ardından yine güneş doğacak, ama çok ağır bir bedel ödersek ya? Nefsimize taht kuran cahilliğin ve zalimliğin faturası ağır olacak korkarım. Dün böyle büyük bir fitnenin ardından bir imparatorluğu kaybetmiştik, bugün neyi kaybedeceğiz göreceğiz.
Sadece aklımızı değil, merhametimizi de kaybettik. Merhamet etmeyene merhamet edilmeyecek. Affetmeyenler affedilmeyecek. Tabi zalimlerin de önce üstlerindeki haksız edinimlerden vazgeçip, tevbe etmeleri gerekir. Üstlerindeki kul hakkından arınmaları gerekir. Ve sonra da zahid bir hayat yaşamaları gerekir.
Kendi zannını merkeze alanlar, kendi nefsini merkeze almış olur.
Başkasının peşine takılanlar, onu merkeze alır.
Bu bir topluluğun kollektif zannı da olabilir.
Biz merkeze HAK’ı alalım.
Kendimizi, bize ait olanı değil, bizim ait olduğumuz makamı merkeze alalım.
Selâm ve dua ile..
Kaynak: abc gazetesi