12 HAZİRAN DÜNYA ÇOCUK İŞÇİLİĞİ İLE MÜCADELE GÜNÜ VESİLESİYLE
Ahmet ÖLÇÜLÜ – Hüseyin TURAN
Yapılan çalışmalara göre Dünyada en az 160 milyon çocuk işçi çalıştırıldığı düşünülüyor. (63 milyon kız ve 97 milyon erkek)
TÜİK 2019 (Çocuk işgücü anketi) verilerine göre, ülkemizde çalışan çocuk işçi sayısı ise 720 bin.
Ankete katılmayan ve beyan etmeyen çocukların varlığı da unutulmasın.
Çocuklar sadece fizyolojik değil, psikolojik olarak da yetişkinlere göre daha savunmasız. Çalışan çocukların en çok maruz kaldıkları ve gelişimlerini olumsuz etkileyen başlıca etkenler ise aşağıdaki gibi:
Türkiye’de son 7 yılda en az 443 çocuk iş kazaları nedeniyle hayatını kaybetti.
Yaşananlar en son çocuk işçi ölümü ise geçen hafta Ankara’da, 13 yaşındaki çocuk işçi Harun Yıldız’ın, bir otomobil atölyesinde, üzerine yük asansörü düşmesiyle oldu.
Mesele: Çocuklar çalıştırılmalı mı?
Bizde, malûm, çıraklık diye bir sosyal olgu var. Çocuklar küçük yaşlardan itibaren özellikle aile işletmelerinde çalışmaya başlar; babalarının, amcalarının, dayılarının olmadı ailenin bir tanıdığının yanına zanaat öğrenmek üzere çırak olarak verilir.
Anadolu’da yüzyıllara dayanan bu gelenek bir problem olmaktan öte varoluşumuzun maddî kaynağına sosyal zemin teşkil etmiştir.
Yüzyıllardır yolunda işleyen bu yapı, yani çıraklık, son zamanlarda göze batmaya başladı.
Sebep belli: Kapitalizmin dünyaya yayılıp hâkim olması neticesi mahallî kurum ve müesseseleri de kendi çıkarları doğrultusunda dönüştürüp istismar etmesi.
Yani burada temel problem çocuk işçiiliği değil de kapitalizmde aranmalı. Mesele çocuk işçiliği değil, kapitalizmim çocuk, yaşlı, genç, kadın, erkek köleleri.
Çocuklar, bizim toplumumuzun ahilik geleneğinden gelen ustalarına teslim edilirken problem yoktu ama ustalar ne zaman patronluğa evrilmeye başladı, (*) çıraklar dahil tüm çalışanlar için de problemler başladı. Tabiî burada çıraklar, yani çocuklar en korumasız kesimi oluşturuyor olması bakımından özel bir dikkat istiyorlar.
Son zamanlarda zaten çocuk işçi problemi de yaşanmaya başlamıştı. Sanayide ustalar, ellerindeki altın bileziği kendilerinden sonrasına aktarmak üzere yetiştirecek çırak bulamamaktan şikâyet etmeye başlamışlardı.
Yani, çocuğu çalıştırsa, bu çocuğun hakkını nasıl koruyup kollayacaksın, çalıştırmasan, bu meslekler nasıl devam ettirilecek?
Hayatın her sahasında görülen içtimaî müesseselerin yozlaşması, istismarı ve yok olmaya doğru gitmesinden çıraklık da payına düşeni alıyor ve aslında kimse ne yapacağını bilmiyor.
Yok olanın yerine ne koyacağız?
Çocuk işçiliğini kökten reddetmek ve yasaklamakla problem çözülecek mi yoksa geçmişin usta-çırak ilişkisini yeni bir ruhla yeniden ihya etmek mi gerekiyor?
Biz ne dersek diyelim, hayat boşluk kabul etmiyor. Türk çocukları zorunlu eğitim sebebiyle uzun zamandır çıraklık piyasasından çekilmeye başlamışlardı, bugün onların yerini göçmenler alırken yarın karşımıza çıkacak olan tablo şu olacak: Bir meslek dalında eğitilmiş göçmenler iş güç sahibi olmuş çalışırlarken, üniversiteyi bitirip işsiz kalan gençlerimiz de bu göçmenlerin yanında vasıfsız işçi olarak çalışmak zorunda kalacaklar. Kendi vatanımızda başkasının işçiliğini yapmaya başlayacağız.
Kapitalizmin istediği tam da bu değil mi?
Bu vatan sözde bizim ama kapitalizmin buyruğu geçiyor. Onlar bu vatanda, bu vatanın has evlatlarının değil, kendilerine ucuz iş gücü olarak kim hizmet edecekse onların varolmasını istiyor.
Yani, ucuz emek nerdeyse o gelsin. Şayet Türk’ün emeği pahalandıysa, Türk kendi vatanında ikinci sınıfa düşürülmeli. Bunun da yolu göçmenleri istihdam etmekten geçmekte. Mevlüt Çavuşoğlu Suriyelileri gönderemeyiz, gönderirsek sanayide çarklar durur derken, aslında bunu kastediyor. Öz yurdumuzda garip, öz vatanımızda parya olmanın şekli ve yolu bir tane değil ki. Her zaman ve mekânın kendisine göre hususiyetleri vardır. Her zaman ve mekânın işbirlikçisi, kendi öz milletini emperyalizme peşkeş çekenin kılığı kıyafeti, sözü, konuşması bir değildir ki.
Bizim, Türkiye olarak temel meselemiz, hangi meseleye el atarsak atalım aslında bir ve tek: Var oluş problemi.
Hani Üstad Necip Fazıl diyor ya, “Çözdük her müşkülü derlerse de ki: / Sonunda varolma müşkülü kaldı!”
Varolma müşkülünü çözmeden hiçbir meslemizi halledemeyeceğimizi, hiçbir problemi çözemeyeceğimizi anladığımız gün meseleleri çözüm yoluna girmiş olacağız.
Yepyeni bir ruh ve ahlâk!
Mevcut olan bütün bu hain, işbirlikçi, ahmak, yetersiz, kifayetsizleri silip süpürücü, yakıp kavurucu; yepyeni ruh ve ahlâkın yolundaki engelleri mehvedici üstün hamle… Üstünlerin hamlesi…
(*) Bu süreç bizde, özellikle Özal laini ile birlikte serbest pazarcı 24 Şubat karalarının uygulanmaya konulması ile zıplama yaptı ve devam ediyor. Darbeye, kendine karşı olursa karşı olan AKP de 24 Ocak karalarını uygulamaya koyabilmek adına yapılan 12 Eylül’e lafta karşı olsa da o darbenin yapılış sebeplerinden olan 24 Ocak kararlarının ruhunun varisi olarak iktidar etmeye devam ediyor. Yani, Kenan Evren güya darbeye karşı olunduğunu göstermek ve sahte bir kurtuluş senaryosu kurmak adına hapse gönderilebilir ama Evren’in darbe yaparak hayata hakim kıldığı 24 Ocak karalarını uygulamaya devam… Ve darbe ile gelen diğer müesseseleri de sahiplenmediler mi? Sahiplendiklerinin en başında da Özal laini gelmiyor mu?