ÇÜRÜK AYDINLAR VE LİSANIMIZ – 3

Burhan Halit KOŞAN

“Yar yüzü, yeryüzünde lügatin sihir tozu

Bir hoş oluyor akıl, kanat açarken suya” (*)

Sahabe ve havarilerle imân birliği, azizlerle ittifak bağı, veliyullah ile müşterekliği ve muteber ulema ile mânâ birliği içindeki mukaddes ihtiyar böyle buyurdu. Türkistan mülkümüzün temel harcı olan YESEVİ Atamız’ın yumurta ikizi, ata mirasımız Hindistan’ın köşe taşı olan Muiniddin ÇEŞTİ’nin Anadolu kıtasındaki sütkardeşi ve izdüşümü olan Kumandan Salih MİRZABEYOĞLU böyle buyurdu. Evet, ol Resûl’ün vekilharcı, yalnızlığın evliyası efendim, pas tutan kalpleri, kireç tutan zihinleri cilâlayan efendim: Semavi şifaya muhtaç bir acizim, mülksüzüm, çulsuzum, meteliksiz bir yoksulum, çaresizim, mahşer meydanında şefaatinizi, yeryüzünde himmetinizi bekleyen bir dilenciyim… İnanç, bilgiden üstündür!

FİRKETE

Herhangi bir insanın ümmî olması, yani okuma yazma bilmemesi utanılacak bir durum mudur?

Her şeyini ama her şeyini kaybetmiş bir fert, bir topluluk ve bir millet karşısında nasıl bir dil kullanmalıyız? Her bir dilin en zahmetli kısımları ve ifade etmekte zorluk yaşadığı müşterek konular nelerdir? Ruhumuzun, sinemizin ve kalbimizin tercümanı olan Türkçe lisânımız ile lisânımızın ifade biçimi olan ve perspektifimizi yansıtan diyalektiğimize, estetiğimize, şiirimize, üslûbumuza, tarihimize, kültürümüze, giyimimize ve duygularımıza ne zaman hicret edeceğiz?

Yarın değil, hemen şimdi prensibimiz ve “emri bil maruf nehyi anil münker – iyiliği emretmek ve kötülüğü menetmek” şiarına uygun olarak hicret edelim.

İLGA VE İNŞA

Takdir ederseniz ki, perspektifimizi, yani bakış açımızı değiştirmekle bizler, düşünce, tefekkür, murakabe ve basiret ve feraset üzerindeki sınırlamaları aşabiliriz. Her bir kişi doğru önermeler temelinde olduğu gibi yanlış bir önerme temelinde de istidlal edebilir, yani mantık yürütebilir.

Zihin dünyamızın birtakım işleri icra edebilmesi, pratik yapabilmesi için muğlak olanları değil, göreceli olanları değil, “mutlak’’ olan değişmezliklere inanmamız, imân etmemiz, tanımamız veyahut tanımlayabilmemiz gerekir. Sehven, kusurlu ve hatalı önermeler değil, yanlış önerme temelinde istidlal edenler, yani yanlış önerme temelinde mantık yürütenler eninde sonunda hem bu dünyada hem ötesinde dillerinin dikeninde boğulacaklar.

Allah’ın ayetlerini ve beşerî hikmetler kapıdan çıkınca, yeryüzünün alâmetleri tüm şiddeti ve bütün pervasızlığı ile ortaya çıktı. Halbuki sonu olan, fani olan, ölümü tatmaya mahkûm olan her şey hakikatin karşısında, yani alın yazısının, yani kaderin karşısında çaresiz bir acuzedir ve yenilmeye mahkûmdur. Bizleri, imânın aydınlığına ve beşerî sanatların, bilim ve teknolojinin ulvi amellerine çağıran mukaddes ihtiyar, halen daha bizleri, ihya ve inşa etmeye davet ediyor.

“Mutlak” değerlerimizi, erdemlerimizi, örf ve ananelerimizi, mücerret tespit, müşahhas teşhis ve terkibi hükümleri, yani formülleri inşa edebilmemiz için mecburen “değerlerimiz” dışında kalan her şeyi un ufak etmek, doğal olmayanı toz toprağa katmak ve her şeyi bozmak, yıkmak, imha ve ilga etmeliyiz. İster kelimeyi tevhidin cümle matrisine ister hikmetli bir önermeye ister beşerî sanat ve bilimlere başvuralım, cevap şıkkını değiştiremeyiz. Her şeyi vaat eden ve hiçbir şeyi yerine getiremeyen sahte kahramanlara karşı, çürük aydınlara karşı uzak veyahut yakın döllerimizin intikam alacak olması ile kendimizi avutmayalım… Ve günâhın doğrudan sonucu olan politikacı ahlâksızlardan öç alacak olanlarla kendimizi avutmayalım. Her türlü murdarın kendisini, lekesini ve gölgesini silmeye başlayalım. Bozmak, yıkmak, zedelemek, imha ve ilga etmek, ortadan kaldırmak, silip süpürmek ve benzeri ameller, yapmanın, inşa etmenin, ihya etmenin onarmanın, tamir etmenin babası değil mi?

‘’İLİMDE TECRİT, TEŞHİS İÇİNDİR; ŞİİRDE TEŞHİS İSE TECRİT İÇİN’’

Şiir, meleklerin konuştuğu lisân mânâsına gelen musikînin sütkardeşi değil, özbeöz kardeşidir.

Musikî tablosunun nota fırçalarının şiirdeki karşılığının, “Çınar yaprağı” (**) mânâsına gelen berceste dizeler olduğunu söyleyebiliriz. İkiz düşünme geleneğimiz gereği duygu, düşünce, tefekkür ve murakabeyi teksesli veya çoksesli anlatma sanatı olan musiki notalarının izdüşümünü de şiirin teksesli ve çoksesli hecelerinde arayabiliriz. Takdir edersiniz ki, düşünce çitini aşabilmemiz, tefekkür hududunun sınırlarını geçebilmemizin pasaportu, öz lisânımıza olan hâkimiyetimizden geçer. Ses ile mânâ arasındaki keyfiyetten doğan lisânımızın mânâ ile sûretini birleştiren seçkin insanlarından değiliz. Seçkinlerden olmadığımız için de dünyevî ile uhrevî, sûret ile mânâ, fizik ile metafizik, madde ile ruh, kâl ile hâl, dua eden ile dua yazan, inanç ile bilgi, bilgi sahipleri ile parçalı bakanlar, parçalı bakanlar ile malûmat dırdırı yapanlar arasında ne kadar ayırım yapsak azdır… Ne hazindir ki, kimse cennet için yarışmıyor.

“Bu ne hazin mesafe iki ten arasında;

Bir hali anlatanla dinleyen arasında.”

Aynı ırktan, aynı milletten olma müşterekliğinde birleşmekten bile gurur duyduğum Üstad da bu berceste dizesinde mânâ ile sûretin, inanç ile bilginin, dua ile samimiyetin korelasyonunu sağlayan seçkinler ile, bu ayrımı yapamayan arasındaki bu kapanmaz mesafeyi, bu şuur farkını, bu boşluğu ve bu uçurumu ifşa etmektedir. İdrak zafiyetimizden dolayı bir yanımız buruk, bir yanımız hüzün olsa da Hassan Bin Sabit, Korkut Ata, Ali Şir Nevai, Yesevi Ata, Yunus Emre gibi hakiki şiirin şairlerinden olan Üstad ile Kumandan’a sıkı sıkıya bağlanmalıyız. Bu aziz insanlar: “Kime hürmet gösteriyor ve neyi seviyorlarsa” bizler de hürmet, ihtiram ve saygı gösterme seyahatimizin neticesinde kurtulabilir ve hürriyeti tadabiliriz… Tereyağı çabuk nazara gelir!

“Korku ve sıkıntıdan çıkıp, rahatı bulduk

Yeni bir hayat ve yeni bir dünya bulduk” (***)

“Yeni bir hayatı ve yeni bir dünya” fikrini Hace Ubeydullah vesilesiyle bulan Babür Han’ımız gibi bizler de Salih Kumandan’ın “Yeni Dünya Düzeni – Başyücelik’’ fikrine tâbi olduğumuz için ne kadar şükretsek azdır. Attığımız her ulvî adım ya bir zafer ya bir kanatlanma getirmiyorsa, attığımız her bir adımın süfli olmasından dolayı ya bir pişmanlığı ya bir çöküşü ya bir yenilgiyi getirir. Çığlığımızı işitmeyen ve uyarımızı dinlemeyen ve ahalinin iniltisine kulak kabartmayan mevcut riyasetin ürettiği kaos, patırtı, şamata, gürültü, keşmekeş ve kargaşa, ilkbaharın kokusu değil, son sonbaharının hazanı, büyük bir çöküşün tozu dumanıdır yalnızca. Bu duruma acımanın basamakları yukarıya değil, aşağıların aşağısına doğru iner ve cennete değil, cehenneme gider… Bir ile yüz rakamı arasında kaç tane dokuz var?

Rivayet bu ki: Hakiki bir şiiri dinlediği zaman üşüyen, titreyen ve vecd ile kendisinden geçen Dikinson’u hiçbir ateş ısıtamazmış. Dikinson, hakiki şiir şehrinin harflerini altından, hecelerini ibrişimden ve kelimelerini gökdelenler ile nakış nakış işleyen Üstad ile Kumandan’ın şiirlerini dinleme şerefine erişebilseydi zatürrenin ve kavrulmanın ne olduğunu da öğrenebilirdi!

Her bir insanın içinde bulunan cennet özlemi gibi şiir de her bir ferdin damarlarında dolaşan kan hükmündedir. Hani demem o ki, hakiki şiir, esas şiir, toplumun damarlarında dolaşan kan ve kalbinin atışı hükmündedir. Şiire uzak kalan bir toplum anemi, şairi olmayan bir millet canlı cenaze demektir. Bir fert, bir topluluk veyahut bir milletin diri ve canlı olup olmadığını, kalbinin atıp atmadığını öğrenmemizin biricik yolu, şiire olan tutkusunun olup olmadığıyla anlayabiliriz.

Takdir edersiniz ki, zaman denen mahlûku dün, bugün ve yarın olarak kategorileştirmek veya vardım, varım ve var olacağım tarzı tabirlerini kullanmak, herhangi bir ferdin veyahut herhangi bir milletin var olduğunun alanına girmez, gramerin alanına girer.

Eyvah! Üstad ve Kumandan gibi “mücerredi müşahhasta teşhis eden” şairlerimiz kalmadığı gibi şiirler okuyan bizler, yani Türk milleti de kayıp oldu. Eyvah! Ne Burak ne Tulpar ne de bin sene yönettiğimiz Hindistan’ın rahvan atları da kalmadığı gibi sahipleri olan bizler, yani Türk milleti de kayıp oldu… Damarlarımda hem Türkistan hem Hindistan kımıldıyor.

MAZİNİN DEREBEYLERİ, BUGÜNÜN MİLLETVEKİLLERİDİR

Cinsel sapkınlık içinde debelenen İngiltere ile alâkalı olarak dinleyenlerin yadırgamayacağı, işitenlerin şaşırmayacağı küçücük, minicik, mini minnacık bir not düşeyim, yola devam edeyim. İlkçağda İngiltere’sin de kraliyet ailesindekiler hariç, herhangi bir İngiliz erkeği kralın rızasını ve onayını almadan hanımı ile birlikte olamazdı. Her bir İngiliz ailesi çocuk sahibi olmak istediğinde kralın iznini ve müsaadesini aldığını gösteren plaketi almaya mecburdu.

Kraldan izin alabilen ailelere verilen ve evlerinin kapılarına asmaya mecbur oldukları bu plakette, bu levhada dört harfli bir kelime yazıyordu: F.U.C.K ( Fornication Under Consent of the King – Kralın rızası ile cinsel ilişki) yazıyordu.

Trampa, takas, değiş tokuş, ortaklık, mübadele, al gülüm ver gülüm tabirleri yerel değil, küresel kiplerdir. Kültürel farklılıklara rağmen, kıtalar arasındaki uygulama çeşitliğine rağmen bütün dünyada hemen hemen aynı anlam ve mânâda kullanılır. Ev ile arabayı, birkaç kiloluk hurda demir ile çamaşır mandalını veya kitap ile kitabı trampa edebiliriz fakat eşimizi, kızımızı ve gelinlerimizi değiş tokuşa girmeyiz ve takas etmeye kalkışmayız. Yeryüzü var edildiği ilk andan itibaren bu sapık ve sapkın anlayışa sadece ve sadece fi tarihindeki Lut kavmi ile “ilk gece hakkı” sloganı ile seri tecavüzü ve iğfal etme cürmünü legâlleştiren ilkçağ İngiltere’sinde rastlayabileceğini zanneden safdil kardeşim, uyan… Cehennem ehlinin inancı olmaz!

Bu modern çağda, bu asrî ve ileri teknoloji çağında “ilk gece hakkı” olmaz diye itiraz eden safdil kardeşim ve kız kardeşim, uyan da balığa çıkalım. Bazı cümleler vardır ki ister Bengalce’den İspanyolca’ya ister Türkçe’den Ermenice’ye ister İbranice’den Rusça’ya tercüme ve çeviri yapsanız dahi dil, din, ırk, mezhep, renk ve kültür farklarına rağmen bütün insanları aynı mânâyı anlar.

Malûmunuz olduğu üzere, adı ve soyadı malûm kıytırık bir devletin sütü bozuk bir derebeyi, yani bir milletvekili aleni ve aşikâr olarak mikrofonlar önünde, “Her gün bir şehidin bacısını iğfal ediyor, her gece bir şehidin hanımına tecavüz ediyorum” itirafında bulundu. İster kabul edelim ister etmeyelim, büyük bir cüretkârlıkla yapılan bu itiraf ile, bu pervasız ifşa ile, bu alçak meydan okuma ile ilkçağ İngiltere’sinin derebeylerine tanınan “ilk gece hakkı” denilen tecavüz etme melânetinin, günümüz Demokratik Cumhuriyet mezbeleliklerinin derebeyleri tarafından, yani milletvekilleri tarafından da uygulandığını öğrenmiş olduk.

İster Uganda ister Kongo ister ister İngiltere isterseniz meclisindeki milletvekillerine şehitlerin bacısını iğfal, hanımlarına tecavüz etme özgürlüğü veren kıytırık devlete bakın, bu demokratik ve ultra laik Cumhuriyet mezbeleliklerin meclisini oluşturan derebeyleri, yani milletvekillerinin belirli zümrelerden oluştuğunu göreceksiniz. Bu zümreler: Avareler, asalaklar, torbacılar, at hırsızları, arsızlar, çapulcular, namussuzlar, rezillik uzmanları, seri tecavüzcüler, sütü bozuklar, sinsi fesatlar, sübyancı sapıklar, kulamparalar, kalemini satanlar, beşinci kol faaliyeti yapanlar gibi Kabil’in çocuklarından müteşekkildir.

Derebeyleri için çalışan, tefeciler için çalışan zalim birisi veyahut seri tecavüzcü ve işkenceci bir devletin uşaklığına soyunan birisi, her ne şekilde olursa olsun üstlerinden borç toplamaya alışıktır. Endişelenecek bir ailesi veya sevdikleri yoktur. Her ne olursa olsun, kendileri kötülük yapmaktan korkmadıkları ve tereddüt etmedikleri gibi doğuştan kötü olan derebeylerini, yani milletvekillerini savunmaktan da asla ve kata vazgeçmezler.

Evet, kalpleri Çıfıt çarşısı, yürekleri bitpazarı ve gönülleri cehennemin karanlık dolambacında kaybolan idarecilerin yönetici olduğu bir gezegenin, bir ülkenin felaketzedeleriyiz. Her birimiz, düşüncenin müebbet ile ve fikrin idam ile cezalandırıldığı bir ülkenin kurbanlarıyız.

İnsanlarının envaiçeşit tehdit altında olduğu, her gün taciz edildiği, her gün gadre uğradığı her gün işkence edildiği bir ülkenin felaketzedesi olarak soru ağacının gölgesine sığınıyorum.

Feleğimin gölge tarafı ve aynalar: Felaketzede değil, savaş esiri değil, köle değil, “parya” olduğumu fısıldıyor. Bu hakikat karşısında hüzünleniyor, esefleniyor, üzülüyor ve susuyorum.

Var oluşumuzu sağlayabilmek için iç ahengimizi inşa etmeye, iç ahengimizin sağlayabilmemiz için de helâl olana, güzel olana, hakikat olana duyarlı olmakla elde edebiliriz. İnsan iki kafalı değildir, iki kalpli değildir, iki kıblesi de olamaz. Kıblelerden birini tercih esastır. Düzenli bir fert veyahut düzenli bir toplumun zıddı düzensiz bir fert veyahut düzensiz bir toplum mânâsına gelmez. Düzenli bir fert veyahut düzenli bir toplumun zıddı, düzensiz değil, kargaşa içinde olan demektir… Cehennem ehli, düzensiz değil, intizamsız değil, kargaşa içindedir.

Demokratik Cumhuriyet mezbeleliğinin savunucuları, yani ultra laikler ile Kahire keşişi yobazlar entelektüel limitlerinin sınırlarına ulaşmış olsalar da derin bir konuşmayı ve müktesebatı zengin bir makaleyi anlayamazlar. İnsan olmadıkları için, teknik bir lisâna sahip olmadıkları için, entelektüel birikimleri ile inançları olmadığı için kendi pisliklerinde boğulup, kendi alevlerinde kavruluyorlar. İç dünyamızda ve fikir topraklarımızda büyüyen uçsuz bucaksız çöl sahalarını yeşertmemizin vakti gelmedi mi?

Devam edecek…

*Salih MİRZABEYOĞLU / Tabir şiiri
** Salih MİRZABEYOĞLU / Ölüm Odası 354 Numaralı makale
*** Babür Han / Babürname

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: