BATI’NIN ŞİVA-VÂRÎ ÇÖKÜŞÜ

Ayhan SÖNMEZ

Zamanın davulları, bir zamanlar güçlü şimdi bir düşüş pelerinine bürünmüş bir dev olan Batı için durmadan çalıyor. Tarihçi-mütefekkir Oswald Spengler tarafından bestelenen bir eser, “Batı’nın Çöküşü”nde, nesir tarzında bir ağıt, geçmişin enginliğinden sesleniyor ve bu yazının amacı onun akıldan çıkmayan hayaletinin maskesini düşürmek.

Edgar Allan Poe bir keresinde, “Gördüğümüz veya göründüğümüz her şey, rüya içinde rüyadır” diye yazmıştı, zamanın bitmeyen rüyasında Batı’nın geçici-sahte ihtişamını resmediyordu.

Batı kültürünün bir zamanlar göz kamaştıran salonlarında artık sessizlik beliriyor. Geçmişin yankıları, Roma ve Atina’ nın büyük felsefeleri, sanatı, ihtişamı, zamanın gürültülü akışının ve medeniyetlerin kaçınılmaz çöküşünün bastırdığı fısıltılardan başka bir şey değildir. Spengler’in sağduyulu bir şekilde gözlemlediği gibi, dünyada okyanusun gelgitlerine benzer, kaçınılmaz bir ritim vardır. Tüm kültürler, sanki her şeye gücü yeten bir semavî iletkenle adım adım ilerliyormuş gibi yükselir, tepeye tırmanır ve ardından belirsizliğin kıyılarına çarpar. Böylece Batı’nın yörüngesi çizilir. Poe, “Kuzgun”da, “O karanlığın derinliklerine bakarken, uzun süre orada durdum, merak ettim, korktum, şüphe duydum, daha önce hiçbir ölümlünün hayal etmeye cesaret edemediği rüyalar gördüm” diye tasvir ediyor. Poe, belki de Spengler’ın önerdiği kültürel sona uygun bir projeksiyon tutuyor.

Böyle bir kültür, eşsiz bir manzaranın, eşsiz bir ortamın rahminden doğar. Bebeklik dönemi, saflık ve toprağa yakınlık dönemidir. Zamanın ilerlemesi, bu varlığın bir kültür içinde olgunlaşmasına şahitlik eder. Vücut geliştikçe, entelektüel kabiliyetler de gelişir. Din, felsefeye dönüşür; sanat ruhun aynası olur; kahramanlar çağının yerini akıl çağı almıştır. Bir gülün açması gibi, bu da kültürel büyümenin zirvesini işaret ediyor.

Ancak nasıl ki her gül solmaya mahkûmsa, her kültür de öyledir. Zamanın tahribatı, metafizik varoluş anlayışı kadar bir gerçekliktir. Böylece, bir kültürün yaşlanmasını, grileşmesini temsil eden bir aşama olan medeniyet kavramıyla tanışmış oluyoruz. Burada gül, çiçeğini kaybetmeye başlar. Bir zamanlar muhteşem bir şekilde çiçek açan zihin ve ruh solmaya başlar. Bir zamanlar sanatının canlılığı, düşüncesinin derinliği ve kahramanlarının kudreti ile kişileştirilen Batı’nın ruhu, tarihin yıllıklarında kaybolmaya başlar.

“Hayatı ölümden ayıran sınırlar en iyi ihtimalle gölgeli ve belirsizdir. Birinin nerede bitip diğerinin nerede başladığını kim söyleyecek?” Poe’nun düzyazı şiiri Eureka’daki bu sözleri, gözlemlediği şekliyle kültürler akşamını özetlemektedir.

Eureka’nın gizemli perdesinin ardından kendi kozmolojik vizyonunu, bilim, felsefe ve metafiziğin simya benzeri karışımını açığa çıkarıyor. Tefekküründe, kozmosun katı akışı, doğuş ve unutulmanın hiç bitmeyen dansı üzerine kafa yorar ve hayat ve ölümün, çiçek açmanın ve çürümenin dairevî ilerleyişini anımsatan sembolleri çağrıştırır. Metaforun ortamdaki mum ışığı altında yorumlanan bu derin düşünme, varoluşun sonsuz valsinde ruhun doğumu, ölümü ve yeniden doğuşu olan reenkarnasyon kavramıyla akıldan çıkmayacak şekilde aynı hizaya gelir.

Kültür yaşlandıkça, şehir kırsalı solluyor. Bir zamanlar özgür ve inişli çıkışlı düzlükler gibi açık olan ruhlar artık taş ve çelikten duvarlarla çevrili. Materyalizm maneviyatı gasp eder ve toplumun dinamizmi zayıflar. Zenginlik ve güç, entelektüel ve ruhsal arayışların yerini alan arayışlar haline gelir. Batı’nın trajedisi, ölümün ürkütücü eli tarafından çizilen kadar acımasız bir tabloda gözler önüne serildiği yer burasıdır. Poe, düşüşün başlangıcına işaret eden kültürel hayal kırıklığını simgeleyen “Uzun aralıklarla korkunç akıl sağlığıyla delirdim” diye yazdı.

Ancak bu hüzünlü anlatımda umutsuzluk mutlak değildir. Çünkü Poe’nun kendisinin yazdığı gibi, “orantısında biraz tuhaflık olmayan mükemmel bir güzellik yoktur.” “Batının Çöküşü” bir endişe ve çaresizlik hikâyesi olsa da, aynı zamanda kaçınılmazlık ve geçiş hikâyesidir, varoluşun melodisine dairevi bir Şiva dansıdır. Çünkü eskinin küllerinden yeni doğacak ve hayatın şarkısı, bitmeyen ve ebedî olarak çalmaya devam edecek. Poe, “Hem en saf, hem en yüce hem de en yoğun hazzın, güzelin tefekküründen türetildiğini düşünüyorum” diye hatırlatıyor ve bizi bir zamanlar görkemli manzaraların yıkık dökük yapılarında bile güzelliği bulmaya teşvik ediyor.

Hindu tanrısı “Dansın Efendisi” Şiva’nın hayalet balesinde, evrenin bitmek bilmeyen dalgalanmasının fantazmagorik bir panoraması gözler önüne seriliyor. Bu performans, sembolik bir davul aracılığıyla yaratılışı, sakin bir pozla korumayı ve kavurucu bir alevle tasvir edilen yıkımı resmeden gotik bir tablodur. Aynı zamanda, havada duran bir ayak salıverilme sinyali verirken, ezilmiş bir cüce ölümcül aptallığın bir örneğidir. Ateşli bir ışık hâlesi içine hapsedilmiş bu titreşimli dans, varoluşun bitmeyen ritmini yansıtıyor. Böylece, melankolik güzellikle dolu Şiva’nın Dansı doğum, hayat, ölüm ve yeniden doğuşun zamansız bir senfonisi, kozmosun ritminin canlı bir yansımasıdır.

Batı’nın bir zamanların göz kamaştırıcı gülü, öyle görünüyor ki, şimdi eski benliğinin gölgesinden başka bir şey değil. Bir zamanlar parıldayan ve mikroskobik hayatla dolu olan yaprakları, artık her şeyin faniliğinin bir delili olarak buruşmuş ve cansız. Yine de bu umutsuzluğa değil, rasyonel bir kabullenmeye ilham veriyor. Medeniyetlerin oyununu yöneten ritim, ölümlü ellerin ulaşamayacağı bir yerdedir. Batı, tarihin bu büyük operasında yalnızca bir oyuncudur ve üzerine düşeni yaptığında boyun eğmesi gerekir. Poe bir keresinde “Mezarda bile her şey kaybolmadı” demişti ve Batı’nın ruhunun düşüşünde bile varlığını sürdürdüğünü belirtiyordu.

Tarihin görkemli performansında Spengler, Batı’nın artık alacakaranlıkta olduğunu öne sürüyor. Güneş batarken, günün geçişine üzülmeden edemiyor insan. Yine de bu yasta, onaylayan bir teslimiyet, geçmiş ihtişama ve ardından gelecek barışa saygı da vardır. Poe, Batı medeniyetinin solan korları üzerine düşünerek, “Gündüz rüya görenler, yalnızca gece rüya görenlerin gözünden kaçan birçok şeyin farkındadır” diye kaleme aldı.

Sonunda, anlatılan hikâye Batı’nın düşüşünün değil, zaman içindeki yörüngesinin, bu Dünya’yı şereflendiren tüm medeniyetlerin paylaştığı bir yolculuktur. Yapısökümün başgösteren gölgelerinde, melankolik bir güzellik, Kali için zamanın ısrarlı davul ritmine göre kasvetli bir fedakârlık var. Tarihin orkestrası ritminde durmaksızın devam ediyor ve biz de bu gerçeği memnuniyetle karşılamalıyız. Spengler’in incelemesinin ilham verdiği şiirsel melankoli üzerine yerinde bir düşünce olan Poe, “Ve bu yüzden genç ve aptallığa dalmış olarak melankoliye aşık oldum” diye yazdı.

Büyük kozmik tiyatroda Kali’nin dansı, Şiva’nın ritmik girdabının bir uzantısı olarak görünür. Çoğu zaman yıkım kılığına bürünen Kali’nin rolü yine de daha inceliklidir. Dansı, şiddetli olmasına rağmen, yalnızca Şiva’nın çözülme dansını yansıtmaz. Bunun yerine, ilâhî olanın üretici ve besleyici yönlerini de kapsar. Zamanın ve dönüşümün birincil enerjisi olan Şakti olarak Kali’nin dansı, döngü süreçler aracılığıyla evrenin başkalaşımlarını yöneten maestro olarak görülebilir. Özünde, onun fırtınalı dansı, Şiva’nın dansından doğan potansiyeli yerine getirir ve onu verimli olgunlaşmaya yönlendirir.

Spengler, hayatın bir döngü olduğunu öğretir; ebedî bir şarkı ve bu melodinin her notasında bir kültür doğar, çiçek açar ve çürür. Yine de, yeni hayatın, yeni kültürlerin ve yeni medeniyetlerin doğuşunu besleyen tam da bu parçalanmadır. Alacakaranlığın yeni bir şafağın gelişine yol açması gibi, bir medeniyetin ölümü de bir başkasının yükselişinin habercisidir. Doğum, çiçek açma, gerileme ve ölüm döngüsü canlı organizmaların olduğu kadar medeniyetlerin de bir parçasıdır. Poe bir keresinde varoluşun dairevî doğasını ve onun medeniyetlerle ilişkisini ima ederek, “Gelecekteki bir varoluşta, şu ânki varlığımızı düşündüğümüz şeye bir rüya olarak bakacağımız hiçbir şekilde irrasyonel bir hayal değildir” demişti.

Halkın ruhu, bir zamanlar doğa ve İlâhî olanla ilkel bir bağa sahip olan yüksek ruhlu, gelişip kentin varoluşunun mekanik monotonluğuna dönüşüyor. Materyalizm, yani güç, zenginlik ve hâkimiyet arayışı odak noktası hâline gelir ve en parlak dönemindeki bir kültürün ruhî ve entelektüel arayışlarını gölgede bırakır. Doğa geri çekilirken şehirler yükseliyor, bu da insanlığın toprağı küstahça fethetmesinin müşahhas bir delili. Yine de, bu zaferin altında kaybın trajedisi yatıyor; bir bağlantı kaybı, bir ruh kaybı. “Aşktan daha fazlası olan bir aşkla sevdik.” Poe’nun akıldan çıkmayan dizesi, kaybolan doğa ve maneviyat sevgisiyle yankılanıyor gibi görünüyor.

Bu hastalıklı ama canlandırıcı hikâyede, sakin Buda’nın bilgili bir öğrencisine benzeyen Spengler, Batı’nın akıbeti hakkındaki gerçeği ortaya koyuyor. İlerlemenin, felsefenin ve sanatın parlak kreşendosu sendelemeye, küçük bir anahtara batmaya başladı. Batı’nın büyük sonesi artık son dörtlüklerine giriyor. Yine de, dünyanın ritimlerinin ve döngülerinin kabûlü, her şeyin ebedî dönüşüne dair bir anlayış vardır. Ancak, Niçe’nin felsefesinin aksine, tekrar eden her zaman farklı bir biçim alacak ve asla iki kez aynı olmayacaktır.

Niçe’nin ebedî dönüş fikrini yansıtan, hayatın iniş ve çıkışlarının bitmeyen bir döngüsü olan, kişinin sürekli olarak zafer ve yenilgi arasında gidip geldiği sonu gelmeyen bir oyun hayal edin. Yine de bu teori, her ne kadar ürkütücü olsa da, varoluşun gerçek özünü yakalayamayabilir. Çünkü insan hayatında ve ölmeyen öz olan ruh varlığını sürdürürken, tezahürleri her yinelemede farklılaşır, tıpkı çeşitli rollere bürünen bir aktör gibi, öz değişmez ama karakter değişkendir. Niçe bir soru soruyor: “Hayatınızın sonsuz tekrarı korku mu yoksa neşe mi uyandırır?” Korku tepkisinin, sonsuz tekrar düşüncesi arzu edilir hâle gelene kadar bir değişiklik gerektireceğini savunuyor. Ancak bu, ruhun değişmezliğine rağmen, her hayat döngüsünün, her medeniyetin yeniden doğuşunun tekdüze bir tekrar değil, taze bir gösteri olduğunu gözden kaçırır. Hayatın ritmine yeni bir dans.

Yani, Batı’nın son aşamasına şahit olarak eşikte duruyoruz. Bir zamanlar çok canlı, çok hayat dolu olan, bu çökmekte olan dev, üzücü bir manzara. Ancak bu kederin içinde gerçek bir idrak vardır. Tüm kültürlerin, tüm medeniyetlerin yükseliş ve düşüş yolu budur. Kasvet Batı’yı sararken, geçmişe saygı duyarak, kaybedilenin yasını tutarak ve henüz gelmemiş olanı tahmin ederek sessiz bir saygıyla duruyoruz. “Bir zamanlar kasvetli bir gece yarısı, ben düşünürken, zayıf ve bitkin” Poe’nun mısrası, Batı’ nın yok oluşunun gerektirdiği kolektif iç gözlemi müsahhaslaştırarak kolektif bilinçte çınlıyor.

Batının Çöküşü (The Decline of the West), bir medeniyetin bu ağıtı böylece anlaşılır. Zamanın koridorlarında çınlayan yankıları, varoluşumuzun gerçekliğini fısıldayan unutulmaz bir melodi. Batı, fitilinin ucundaki bir mum gibi, sessiz karanlığa yenik düşmeden önce parlak bir şekilde titrer. Yine de, o karanlığın içinde, yeni bir şafağın, korlardan yükselecek, döngüyü, hayatın ebedî alayını sürdürecek yeni bir medeniyetin vaadi vardır. Poe’nun “Onun iğrenç kalbinin atışı” ifadesi yankılıyor, bu iğrenç kalp Batı medeniyetinin düşüşünün ortasındaki ısrarcı nabzının bir metaforu, hayatın inatçı yenilenme ve süreklilik eğiliminin bir delili.

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: