ŞAİRLER VE SAİRLER

Levent AKINCI

Bildiğimiz gibi, halk edebiyatında şiirde, dörtlükte, mısra sonlarındaki kafiyeye “uyak”, dörtlüklerin sonundaki ana kafiyeye de “ayak” denilir. Ayak mısralarındaki kafiye başta, ortada veya sonda olabilir. Uzun seneler önce Erzurum’da aşıklar kahvesinde bir akşam iki saz âşığının doğaçlama atışmasını dinlemiştim/seyretmiştim. Herkes yerini almış, çaylar dağıtılmış, aşıkların biri bir masanın üstüne konulmuş sandalyede, öbürü de diğer bir masanın üzerine koyulmuş sandalyede, yüksekçe oturtulmuş vaziyette, karşılıklı olarak, ve sazlarını akord etmiş halde hazır beklemekte idiler. Beni davet eden arkadaşımın babası ve mekânın müdavimlerinden ve büyüklerinden olan ak sakallı amcamız şöyle başlatmıştı atışmayı: “Ayak veriyorum” demiş ve kısa bir cümle söylemişti. Ardından aşıklar o cümlenin sonundaki sesi ayak edindikleri dörtlükler söyleyerek atışmaya başlamışlardı. (Örneğin, ayak verdi: ‘gurbet ilde yol bulunmaz’. Sonraki dörtlüklerin sonları o kafiye ve rediflerle devam eder, ‘dal bulunmaz’, ‘hal bulunmaz’, ‘bal bulunmaz’ gibi.) Yer yer ta’rizli, yer yer latifeli ve elbette edebli bir atışma idi.

Nazm, nesir, vezin, ölçü, kafiye, uyak, redif, cinas, ayak, lafz, mânâ, nazire… Ve mecaz, teşbîh, kinâye, intak vs söz sanatları… Dil ve Edebiyat derslerinde ve üniversite sınavında çıkması muhtemel soruları çözerken zoraki ezberlememiz dışında çoğumuz bunları bilmeyiz. Aslında zevkle öğreneceğimiz şeylerken, nefretle öğrenmek, daha doğrusu sadece bir süreliğine ezberlemek zorunda kaldı çoğumuz.

Şiiri günlük köşe yazılarından ayıran şey sadece nazm olması, vezni, hecesi, kafiyesi vs değildir. Ki bunu da beceren kalmadı artık. Vezinsiz ölçüsüz bildik düz yazıya şiir diyorlar. Şair, sürekli dışarıdan odunlarla beslenen bir soba gibi değildir. Şair, tabiri caizse uzun devirler içten içe kaynayıp nihayetinde patlayan bir volkandır. Bu yüzden eritir deler geçer sözleri.

Bakıyorum çevreme, yerinden kalkan şiir kitabı bastırıyor. Haftada, her bir kaç günde bir, hatta günlük şiir yazanlar var. Gazetedeki günlük köşe yazıları veya günlük spor yorumları gibi.

Malûmdur ki bir mamül süratlice, seri olarak çok sayıda üretildiği zaman kalite de düşüyor. Kemiyet ile keyfiyet adeta makusen mütenasip. Yani sayı ve kalite ters orantılı.

Nasıl ki malûmat sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz ise, ilmî bir birikimi olmayan, hele hele bunu hislerle pişiremeyen, yazsa ne yazmasa ne.

Kimi vardır; un, şeker, yağ, ateş, tas, çanak, kepçe bütün unsurlara sahip olduğu halde, hadi bir helva yapayım dese haşa nimetten, malzemeyi ziyan eder, adeta köpek yalı ortaya kor da, kimi sadece bir kaç asli unsura sahip olduğu anda en güzel helvayı yapar!

Nitekim şiir işi de biraz ilim, irfan, feraset, basiret, hıfz, biraz da hüzün, coşku ve heyecan işidir.

Nice tahsilli kimse vardır ki ümmi veya nispeten ümmi olan bir halk şairinin yazdığı şiiri yazamaz, söyleyemez.

Bununla birlikte, sadece hislerle kaleme davranan ama bir davası, mefkûresi, irfanı ve malûmatı olmayan nice kimse de var ki, yazdığını ne okuyan ne de kendisi anlıyor değil.

Ve elbette, şair olmak için sadece ilim ve coşku da yetmeyebiliyor, işin bir de kaabiliyyet ciheti var tabi ki.

Lafz, mânâ, ahenk, kafiye, hece, aruz. Bunlardan hiç değilse ilk bir kaçı olmadan yazılanlar nasıl şiir olsun. Anlamıyorum. Şöyle devam edeyim;

Bu mudur şiir: İşte böyle, kurarak sürekli devrik cümleler? Ve dediğim dedik ama çalmadığım abidik gubidik.

Psikoterapideyiz de serbest çağrışım (!) yaptırıyorlar sanki.

Ne mânâ ne kafiye, ne fikir ne sanat. Hadi serbest şiir dedik, onda dahi azıcık cinas, iç kafiye veya ahenk olsa, hadi hepsini geçtim bir “mânâ” olsa bari. O dahi yok ise. Kalkıp da şiir demek gülünç değil mi?

Şahsen, acizane halk şiiri zincirinin son halkalarından biri olarak umumiyetle hece vezninde şiirler yazmakla birlikte, ki, başarısız bir küçük örneğini sonda paylaştım, bazen ben de serbest vezinli şiir yazmıyor değilim. Yani külliyen reddetmiyorum serbest vezinli şiiri. Bazı muasır zatların bazı serbest vezinli şiirlerini beğeniyor ve seviyorum da. Mesela merhum Salih Mirzabeyoğlu’nun şiirleri. Sadece şu muazzam sözleri bile yeter O’na şair demem için:

“Sen oradan kıracaksın zinciri ben buradan; bir gün mutlaka kavuşacak ellerimiz”.

Ama bu günde kaç serbest şiirde bu keyfiyeti görebiliyoruz? Tartışılır.

Ayrıca da, O’nun şiirlerinde evvelâ büyük mânâ, ve de bir iç ahenk ve yer yer kafiye de görülüyor:

“Beklenen sensin, özlenen sensin, gözlenen sen..”

Keza diğer bazı çağdaş şairlerin bazı şiirleri. Yani serbest şiir olup da takdir ettiğim beğendiğim şiirler de yok değil. Dediğim gibi, ben de bazen bir çeşit serbest vezinli şiir denebilecek türden şeyler yazıyorum. Zaman zaman da makalelerimde yer veriyorum, takip edenler hatırlayacaktır.

Fakat hayatın ve sanatın hemen her sahasında kemiyetin keyfiyete tercih edildiği günümüzde şiirde de artık gerek mânâ gerek kafiye ehemmiyetini kaybetmiş durumda. Serbest vezinli hatta hiç bir vezin ve ahengi ve de en önemlisi yani mânâsı olmayan şiirler türedi. Bazıları o kadar serbest ki, atış serbest..

Zamanla ‘serbest’in yanına bir de ‘soyut’ veya ‘yeni/modern’ vs eklendi ki, evlere şenlik. Şizofren sayıklaması. Laf salatası!

Şair burada ne demek istemiş? Bir masada on kişi varsa on farklı yorum. Bazısı çok deruni mânâlar veriyor hatta. Ama sözde şairin karakteri ve bilgi seviyesinden bu anlamların hiç birini bile düşünmeden ve kastetmeden adeta serbest çağrışım ile yani rastgele sallayarak yazdığını tahmin etmek güç değil. Ama ünlü biri ise, marka ise, kimse de kral çıplak diyemiyor.

Mesela, bütün soyut resimler çöptür dediğim zannedilmesin ama, bir eşeğe mürekkep içirip bir tuvale kustursak ve soyut resim veya falan akım, filan akım desek ve altına da ünlü bir ressamın adını yazsak, ne bileyim işte; Picasso Van Gogh vs, eminim ki alkışlamayan kalmaz. Şiirdeki durum da bundan farklı değil. Uydum kalabalığa ve popülizm…

Nazmsız Nazım’a ve birinci ve ikinci yenicilere de çattın diyenler olacaktır. Evet. Ama günümüzde bu iş öyle bir çığırından çıkmış durumda ki, onlar bile daha anlamlı geliyor. Onlar bile bu günküleri görse helâya koşardı.

Geçen asırdaki, “kafiye göz için mi olmalı kulak için mi?” tartışmaları, zemzeme-demdeme, eski-yeni kavgalarından bir süre sonra harf devrimi ile birlikte gelen Lâtin alfabesinin de gölgesinde önce şiir sadece kulak için olmalı görüşüne alan açılmış, Türkçeyi sala koyup sele verme de denilen dilde sadeleştirme ve diğer devrimler ve her konuda ‘batılılaşma’ sürecinde ise birileri için artık “uyak” gereksiz olmaya başlamış ve serbest şiir yaygınlaşmıştır. Derken artık “anlam” da gereksiz olmuş durumda. ‘Kim ne anlam yüklerse, odur kastım’ gibi bir ucubelik almış başını gidiyor. Böylece de, zaman zaman çoğu kez bomboş tenekelerden çıkmış zırvalara zoraki tevillerle büyük büyük mânâların yüklendiğine şahit oluyoruz.

Bu arada, dediğim gibi, acizane bizim akıncı mahlaslı şiirler genelde halk şiiri, hece vezni yani. Türk şiirinin doğal ölçüsü hecedir. Ve ümmi toplumda sem’iyyat yani işitsellik esastır, yani halk şiirinde kulak içinlik vardır. Ama sırf ben aruzla yazmayı bilmiyorum diye de hafife alacak değilim beni aşan o şiirleri.

Şunu da ekleyeyim, halk şiiri daha çok kulak içindir derken, meselâ peltek se imiş sin imiş pek ehemmiyeti yoktur. Hatta yerel ağız ve söyleyişle iş daha kolaylaşır, mesela eşdim, düşdüm, geşdim diye bitebilir mısralar, geçtim yazılsa da geşdim okunur ise o beldede, sorun teşkil etmez, sırıtmaz. Kusur ve farklar görülmez.

Bu arada, vezinsiz, kafiyesiz hatta cinassız ve ahenksiz serbest şiir moda oldu derken, eski usul kafiyeli ve heceli yazmaya çalışanların da bir Karacaoğlan veya Seyranî tadı vermediği, daha çok mani gibi oldukları da gözden kaçmıyor. Bu işin, yani halk şiirinin son büyük halkaları Hicranî ve onun gibilerdi galiba.

Yani, mânâyı hedefleyende kafiye, kafiyeye ehemmiyet verende mâna, bir çoğunda ise ikisi de yok günümüzde. Ama buna rağmen bir şair patlamasıdır yaşıyoruz.

Önce latin alfabesiyle “göz içinlik” adeta otomatik olarak devre dışı kalmıştı, sonra serbest vezin ile “hece”, derken tamamen serbest şiir ile “kafiye” hatta iç kafiye ve “ahenk”. Derken nihayet artık “mânâ” da gidince geriye piyasadaki sayıklamalar kaldı.

Muallim Naci ve Recaizade Mahmut Ekrem’in şahsiyetleri, fikirleri, ve bu ikisi arasındaki ve taraftarları arasındaki eski yeni tartışmaları ve iki tarafın da gerekçeleri bir yana, bu konuyu kurcalarken rastladığım şu sözleriyle Muallim Naci tam da bu günkü yeni yetme yazarların (şair demek istemiyorum bunlara) şiir diye yayınladıkları yazılarını tarif etmiş:

“Zaman gelecek ki şiir kelimesinin anlamı, mânâsını kâilinin dahî anlamadığı söz şeklinde verilecektir.”

Evet, günümüzde nice sözde şiir var ki, yazarı bile neyi niye yazdığını, veya ne anlama geldiğini bilmiyor, anlamıyor.

Bir şair yazdıklarının ne olduğunu bilmiyor veya anlamıyor ise ya meczub/mecnun şairdir, yani badelidir, ona söyletilir, ya da müptezeldir. İlki şiirimizin adeta zirvesidir, ikincisi ise çukuru. Günümüzde matbuatta müptezelden geçilmiyor.

Evet, artık günümüzde zemzeme-demdeme veya muktebes-abes tartışması abes olabilir belki. Ama şurası kesin ki bu günde şiir diye yazılan nice kusmuk yüzünden hakiki şiirin popülist modern insanı, ömrü boyunca tezek koklamış birinin ilk defa gül koklayınca bayılmasındaki gibi ‘çarptığı’ bir çağdayız.

Bu yüzden Nazım Hikmet, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Ataol Behramoğlu vs deyince gözleri parlayan bir kısım nesil, Muhibbî, Selimî, Bahtî, Murâdî, Zihnî, Sümmanî, Ruhsatî, Seyranî, veya Necip Fazıl deyince ya burun kıvırıyor ya hiç tanımıyor aval aval bakıyor…

Bir Cevap Yazın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Adımlar Dergisi sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et