IRAK – SURİYE ÇEVRESİNDE
Esselâmü aleyküm.
Nasılsınız?
(Av. Güven Yılmaz, iyi olduğunu söylüyor, Carlos’a kendisinin nasıl olduğunu soruyor.)
İyiyim, iyiyim; hoş da bir hava var…
Bu arada, saat 4’de bir ziyaretçim gelecek, bu yüzden erken aradım sizi.
(Av. Yılmaz, mesele teşkil etmediğini söylüyor.)
Neyse; mektublarımı aldınız mı?
(Av. Yılmaz, kendisinin herhangi bir mektub almadığını, fakat Av. Hasan Ölçer’in, içinde farklı gönüldaşlar için yazılmış çok sayıda kart ve fotoğraf bulunan ve büyük boy bir zarfla gelen bir mektubu aldığını söylüyor.)
Yalnız, Av. Hasan Ölçer’e –birisi Av. Ahmed Arslan için olan- her ikisi de büyük boy zarfta iki ayrı mektub göndermiştim ben. Bunlardan biri de “taahhüdlü” idi. Size ve Av. Ali Rıza Yaman’a ise, normal boy zarfta ayrıca birer mektub daha, böylece toplam dört adet mektub göndermiştim. Taahhüdlü olanı açık, diğerleri kapalı zarftaydı.
(Av. Yılmaz, diğer mektubların henüz ulaşmadığını, en azından kendisine gönderilenin ulaşmadığını söylüyor, ancak farklı gönüldaşlara gönderilen kart ve fotoğrafların olduğu büyük zarfın Av. Hasan Ölçer’e ulaştığını ekliyor.)
Tamam, çok iyi, çok iyi. Diğerleri de er geç ulaşacaktır.
Her neyse…
Haberler neler orada; Kumandan Mirzabeyoğlu nasıl?
(Av. Yılmaz, kendisinin Bursa’da olduğunu ve henüz İstanbul’a dönmediğini söylüyor.)
Anlıyorum. Ailesiyle birlikte, değil mi?
(Av. Yılmaz, Carlos’u doğruluyor.)
Tamamdır; güzel.
Yeri gelmişken; tebrikler, harika bir cumhurbaşkanınız oldu artık.
(Av. Yılmaz, gülüyor.)
İyidir, iyidir. Biliyorsunuz; Erdoğan, siz ve ben, aynı tarafın insanı değiliz. Fakat şurası da açık ki, kendisi bir müslümandır ve bu da iyidir. Bir İsrail ajanı değil o, bir Amerikan ajanı yahud Batının bir ajanı da değil. Tamam, ekonomik vesair politikalarında kendisiyle aynı fikirde değilim. Ne var ki, İstanbul’da işe başladığı günden bu yana, yâni 20 yıldır, ülkenin iyiye gittiği de bir gerçek. İşlerin o günden bugüne iyiye gittiği görünüyor; objektif olarak böyle. İnşallah politik olarak da…
(Sözün burasında Av. Yılmaz söze giriyor ve “inşallah Erdoğan konusunda haklı çıkarsınız” diyor, gülüyor.)
Hayır, öyle bakmayın. Bir kere Amerikan ajanı değil o; burası açık.
Diğer yandan, tek başına bir adam da değil kendisi; belli bir çevresi var. O ve adamları doğru bir pozisyon alıp, Amerikan üslerini, NATO üslerini Türkiye dışına atsa; bir devlet kurdurmak anlamında değil de, Kürdistan halkının millî haklarını tanısa; aynı şekilde, -Suriye’deki gibi- kendi ülkesine saldıran “teröristlere” yardım etmeyi bıraksa, kuşkusuz çok daha iyi olur. Suriye ve Irak’ta büyük hatalar yaptığı da, evet, doğrudur.
Bu vesileyle; Suriye ve Irak’ta savaşan bazılarının, yâni bazı mücahidlerin aslında iyi insanlar olduğunu da kabul etmek durumundayız. Orada tam olarak neler olduğunu gerçekten iyi biliyor değiliz. Erdoğan’ın da çok iyi bildiğini zannetmiyorum doğrusu. Her ne olursa olsun, bazı şeyler değişmeli artık.
Yeri gelmişken, Irak hükümetinde bir değişim gerçekleşti, malûm. Malikî, o kirli adam gitti, yerine bir başkası geldi. Daha önce de anlatmıştım size; çok önemli bir Suriyeli general aracılık yapıp beni Malikî ile görüştürmek istemişse de, birkaç metre ötemde oturan Malikî ile görüşmeyi reddetmiştim Şam’da. Bu hâdiseden hemen sonra ise Londra’ya gitmişti zaten. Tam anlamıyla kirli bir adam.
İşler daha iyiye gidecektir bundan sonra…
Bu arada, bana sorarsanız, İçişleri Bakanı olmalıdır Kumandan Mirzabeyoğlu (Carlos gülüyor). Sahici biçimde, iyi de bir temizleyip arındıracaktır ülkeyi ve bu da güzel olacaktır kuşkusuz.
Herşey yolunda değil mi Türkiye’de?
(Av. Yılmaz, herşeyin yolunda olduğunu söylüyor.)
Benim de doğum günümdü dün; Fransa’da cezaevinde bulunuşumun 20. yıldönümüydü. Chavez’in iktidara gelmesine, beni buradan çıkartma sözü vermesine ve yoldaşlarımın eylemlerini durdurmasına rağmen, hep beklemekle geçen tam 20 yıl.
Neyse; ayakta durmak ve dayanmak zorundayız.
(Av. Yılmaz, inşallah hürriyetinize kavuşursunuz diyor.)
İnşallah…
Venezüella’ya döndüğümde, Devlet Başkanı Carlos olarak, Devlet Başkanı Mirzabeyoğlu’nu beni ziyaret etmesi için davet edeceğim (Carlos gülüyor). Kimbilir, kimbilir…
Bana soracağınız herhangi bir soru var mı?
(Av. Yılmaz, sorusu olmadığını, dilediği gibi konuşabileceğini söylüyor Carlos’a.)
O hâlde, Irak’la ilgili konuşalım şimdi.
Mahut kirli adam, Sünnî müslümanların çoğundan nefret eden Malikî, başbakanlıktan ayrıldı ve yerine bir başkası geldi. Malikî’nin 1980’lerin ilk yarısından bu yana NATO servisleriyle yakın ilişkileri vardı. İktidara da ABD tarafından getirilmişti zaten. Mensubu olduğu Dava teşkilâtı, öyle kötü insanlardan oluşmuyordu aslında. Ne var ki, zamanın Dava teşkilâtı liderinin başbakan olması gerekirken, Amerikalılar “hayır, olmaz!” demiş ve Malikî’yi getirmişlerdi başa. Şu ân ise iktidarda değil artık. Malikî’den sonra işler daha da kötüye gidemez ayrıca; kim gelirse gelsin daha iyi olacaktır.
Geçenlerde okudum; yalnızca 100 civarında mücahid gerçekleştirmiş Musul saldırısını. Bu arada, direnişin Musul içinde yürüttüğü savaş zaten sürmekteymiş ve sadece cihadçılar da değilmiş üstelik bunlar.
Evet, 100 kadar mücahide karşı modern silâhlarla donatılmış 2000 adam. Ancak, köpek gibi kaçıyor bu ödlekler. Çünkü paralı asker bunlar; sadece para kazanmak, çalıp çırpmak ve halka baskı yapmak için oradalar.
Mücahidler karşısında “Peşmerge” bile böyle. Benim için çok şaşırtıcı; zira gördüğüm en iyi, en cesur savaşçılardı onlar. Geçmişteki kendi şahidliğime, kendi tecrübeme nazaran, ne kadar cesur olduklarını tasvir dahi edemem. Fakat şimdi bunlar bile çıkmış, “silâhımız yok, şuyumuz yok, buyumuz yok!” diyorlar; çok acayib.
Mücahidlere gelince; onlar, “Musul’da Amerikan ordusundan kalma silâhlar ele geçirdik!” diyor. Hâlbuki, hernekadar aralarında Irak ordusunda görev yapmış bazı eski subaylar ve askerî kadrolar bulunsa da, neticede Amerikan silâhı kullanmış değiller o güne dek. Sözkonusu “sofistike” Amerikan silâhlarını kullanmak için, onların nasıl kullanılacağını bilmelisiniz önce.
Tüm bunlara rağmen Kürtler çıkıp, “hiçbirşeyimiz yok; Amerikan uçaklarının bombardıman desteğine ihtiyacımız var!” açıklaması yapıyor. Mücahidler ise, vur-kaç şeklinde gerçek bir gerilla savaşı yürütüyorlar. Vur ve kaç, vur ve kaç; çok etkilidir bu.
Gerek rahmetli Saddam Hüseyin’in ordusundan, gerekse Amerikan ordusundan kalma modern silâhlarla teçhizatlı ve yüzbinlerce askeri olan bir Irak ordusu var ortada. Fiilî işgal sonrası geri çekilen Amerikalılar, bütün modern silâhlarını “yeni” Irak ordusuna bırakmıştı. Zira bu silâhları Irak dışına taşımak, milyarlarca dolara mâlolacaktı onlar için. Bir diğer ifâdeyle Irak ordusu, hem silâh ve hem de asker mevcudu bakımından, herşeye sahib.
Gelgelelim, işte böyle bir ordu, birkaç bin mücahide, Baasçıya, Nakşibendî Cebhesi direnişçisine karşı savaşamıyor. Absürd birşey!..
Bu da gösteriyor ki, yozlaşmış ve yolsuzluğa bulaşmış, çalıp çırpmak ve halkın geri kalanına baskı yapmak için teşkilâtlanmış bir rejim sözkonusu Irak’ta. Ki bu da daha ötede herhangi birşeyi başaramaz.
Saddam’ı unutmamalıyız. Bir Sünnîydi o ve Şiîlere karşı da –şimdiki rejimin Sünnîlere yaptığı gibi- bir baskı yapmıyordu. Tamam; ister Şiî, ister Kürt olsunlar, kendisine karşı silâha sarılana o da çok sert mukabele ediyor ve öldürüyordu bazen. Fakat bunun dışında, -Kürtler için yaptığı gibi- barış zamanında onlara iş veriyor ve her türlü yardımı yapıyordu.
Geçmişte Malikî’nin başında olduğu rejim hâlâ sürüyor Irak’ta; sadece bir başbakan değişimidir yaşanan. Buna rağmen, eski başbakandan daha kötü olamaz yeni başbakan.
Irak’taki mevcut rejim olsun, Kürtler olsun, başka ülkelerden gelecek Amerikan uçaklarının yapacağı bombardımana muhtaç. Bu da nedir böyle? Amerikalıların, emperyalistlerin, tarihteki en büyük suçluların müttefiğidir bunlar.
Her ne olursa olsun, Irak halkı, Allahın rehberliği altında, kendisini yabancı müdahaleden, yabancı saldırganlardan ve bunların Irak’ta teorik olarak iktidarda olan ajanlarından kurtaracaktır diye düşünüyorum.
Yine zannediyorum ki, Şiî nüfusun çoğunluğu, iyi insanlar, iyi Iraklılardır ve herkesin hakkının garanti altına alınacağı yepyeni bir rejim çerçevesindeki yeni bir hükümetin tesisiyle, doğru istikamette ilerleyeceklerdir.
Şimdi; hakkında yine uzun uzun konuşmamız gereken ama bu sıralar pek fırsatını bulamadığımız Suriye ile ilgili olarak konuşalım.
Savaş devam ediyor ama şurası âşikar ki, içerideki Suriye muhalefetine Suudîlerle birlikte muhtemelen Katarlıların verdiği desteğe, böylesi bir “yabancı müdahale”ye rağmen, iç muhalefetin fazla işe yaramadığı, yalnızca yabancı savaşçıların yeterince güçlü olduğu görülüyor. Fakat bu şekilde de daha fazla ilerleyemezler.
Hafız el-Esad’la başlayan Baas rejimi ve mevcut Beşşar el-Esad hükümeti, son 40 yıllık performansları itibariyle, dünyanın en zeki politik liderlerine sahib olduğunu isbatlamıştır. İyi veya kötüdür demiyorum; diğerlerinden çok daha becerikli ve zeki olduklarını söylüyorum. Güçlü onca düşmanla karşı karşıya olmalarına rağmen, işleri iyi götürmeyi ve neyi nasıl kullanacaklarını bildiler.
Bu “beceri”nin son örneği ise, mücahidleri kendi aralarında çatıştıran, bu iç çatışmayı başlatan Beşşar el-Esad’ın yaptığı oldu. Önce serbest bıraktı onları, sonra silâhlı çatışmaya teşvik etti, bunları yaparken de “uzun dönem”de olacakları dikkate aldı. Çok uzağı gördü kısacası.
Kabul etmek gerekiyor ki, Alevîlerce idare edilen bu rejim, dünyanın -bu bakımdan- en becerikli, en zeki ve en uzak görüşlü rejimidir. Bu söylediğim inanılmaz görünebilir ama gerçek. Onlar bu kadar uzağı görebilirken, ABD ise ancak çok yakını, ancak bir metre ötesini görebiliyor. ABD’nin gücü arkasında olarak İngiltere de Ortadoğu’yu yeniden “kolonize” etme sevdası taşıyor, fakat ABD bu kadar hata yapar ve girdiği korkunç borç batağı dolayısıyla kendi kendini mahvederken, olacak iş değil tabiî (Carlos gülüyor).
Tüm o sömürü ve saldırganlığına rağmen ABD’nin saplandığı bu borç batağının bedelini, hernekadar Amerikan silâh şirketleri ihyâ olsa da, en başta Amerikan halkı ve ABD’nin işgal ve baskısı altında olanlar ödeyecek, bütün bu borçları ödemek için çok daha fazla sömürülecekler.
Her ne olursa olsun, kapitalist sistem, “son”a gelip dayanmıştır. Marks, Engels, Lenin ve yoldaş Stalin’in yazdığı üzere, “son emperyalist safha”dadırlar artık. Tarih haklı çıkartmıştır onları. Kapitalizm son safhasındadır ancak en tehlikeli safhasındadır aynı zamanda. Kaybedecek birşeyleri kalmamıştır çünkü. Kazanacak birşeyleri de olmayacaktır aynı şekilde.
ABD yeniden büyük bir millet olacaksa şayet, başka ülkelere müdahale etmeyi bırakmalıdır. ABD tarihi bakımından söylemek gerekirse, Amerikan halkı an’anevî olarak hep karşı olmuştur ülke dışında savaşmaya. I. Dünya Savaşı’na katılmak istememişler; II. Dünya Savaşı’na katılmak istememişler; Vietnam ve Kore dahil, hiçbir yere gitmek istememişlerdir. Ne var ki, politik, ekonomik ve emperyalist belli bir “Elit”, tüm bu savaşlara katılmayı dayatmıştır onlara.
ABD halkı, kendi toprakları dışında savaşa gönderilen askerleriyle hep dayanışma içinde olagelmiştir, orası ayrı; ancak bu savaşlara katılmayı hiçbir zaman istememişlerdir.
Bundan sonrası için söylenebilecek olan şudur: ABD, kendi topraklarına dönmeli ve ille “efendi” olmak istiyorsa, yalnızca kendi sınırları etrafındaki bölge için bunu düşünmelidir; hepsi bu. ABD kendi tarihî köklerine döndüğünde, ancak o zaman büyük bir huzur ve barış gelecektir dünyaya.
Meselâ Çin, etrafındaki ülkeleri işgal etme arzusuna kapılmaksızın ve sadece kendi iç düzenini sağlamaya bakarak, hiç ayırım yapmadan –İsrail dahil- herkesle iş yapmaya bakıyor. Kuşkusuz onların da birtakım politik tercihleri var; ideolojik veya tarihî sebeblerle, kendi dışındaki belli bir rejime başka bir rejimden daha fazla sempati duyabiliyorlar. Ama bu da normal zaten. Sonuç olarak, birini diğerinden ayırmadan herkesle iş yapmaya bakıyorlar ki, bu bakımdan dünyanın en iyi işadamlarına sahibler. Dileyen herkese mallarını satıyor, kendilerine mal satmak isteyen herkesten de mal alıyorlar. Teknolojik alışveriş çerçevesinde, İsrail de dahil buna. İşte böyle yol alıyor Çin.
Son bir not olarak, Çin’de nüfusun yüzde 30’u fakirlik seviyesinde yaşarken, bu demektir ki, kalan yüzde 70’i de bu seviyenin üstünde ve oldukça iyi şartlarda yaşıyor. Milyonlarca Çinlinin ülke dışında yaşadığı da unutulmamalı ayrıca.
Söylemek istediğim şey, Çin’i taklid etmek zorunda olmadığımız, ancak kendine has belli inisiyatifler alan ve “kendisi için” çalışan bu ülkeden hepimizin ilhâm alması gerektiğidir. Türkiye’deki, Suriye’deki, Venezüella’daki veya Küba’daki herkes, bu örneği dikkate almalı, ama elbette kimsenin yanlışını da tekrarlamamalıdır.
20 yılını cezaevinde geçirmiş bir insan olarak, 10 yıllık bir tecride ve bu süreçte etrafım ilkeller, cahiller, muhbirler, cinsî sapıklar ve uyuşturucu mübtelâlarıyla kuşatılmış olmasına rağmen, zihnî gücümü hiç kaybetmediğime inanıyor, hâlâ düşünebiliyor ve tahliller yapabiliyor, bu bakımdan kendime güveniyor, savaşma ve direnme iradesini kaybetmemiş olarak yaşamaya devam ediyorum.
Emin olduğum gerçek şu ki, kazanacak olan biziz.
Allahü Ekber.
16 Ağustos 2014
İllich Ramirez Sanchez CARLOS
ADIMLAR DERGİSİ