‘Diyalektik’ Kavramı Etrafında
Diyalektik kelimesinin Yunan Felsefesinden geldiği varsayılır. “Diyalog” tartışmak demektir.
Bu tanımlamanın umumi söylem aracılıyla daha da ileri duruş noktalarına ulaşmamızı sağlayan felsefi diyalogu “Diyalektik” olarak tasavvur edebiliriz.
Diyalog’dan diyalektiğe uzanan geçiş süreçlerini incelerken ilk tutarlı görüşleri Sokrates’de gözlemleyebiliyoruz. Sokrates, Platon’un diyologları üzerinden – Batı ruhunu etkileyen ve ilham veren ilk kaynaklardan biri olmuştur.
Sofistlerin doğa felsefesi yerine Sokrates, epistemoloji-diyalogların yardımıyla kavramsal tanımlar ve ahlaki-siyasi sorularla felsefesini ortaya koymuştur.
Eflatun algılarla ideaların birbirine eşit olmadığına, ideaların daha değerli olduğuna savunur.
İdealar idealdir. Eflatun ideallere olan isteğin bize bahşedildiğine inanır. Bu inanma devamlı artan iyi, doğru, güzele olan imgelemine özlemdir bir nevi.
Aristo ise mevcut olanların arasından en iyisini bulmaya çalışmaktadır.
Eflatun ve Aristo değerli bir yaşamın sadece toplum içerisinde mümkün olabileceğini inanırlar.
Eflatun mevcut düzeyin ötesinde yeniyi ararken, Aristo mevcutların arasında en iyisini aramaktadır.
Aralarındaki farklılıkları belirtirken çok fazla ortak noktada buluştuklarını da belirtelim.
Geçmişten bugüne kadar gelen bu süreçte kuşkusuz en üst seviyede fikri diyalektikleştiren felsefecilerden biri Hegel’dir.
Bir memurun oğlu olan Georg Wilhelm Friedrich Hegel, Protestan İlahiyat okulunda din bilimi çalışmış, eserlerinde evrensel bir sistem kurmanın temel diyalektiğini geliştirmiştir.
Karl Marx’da dahil daha sonra gelen bir çok düşünürler üzerinde büyük bir etkisi olmuştur.
Karl Marx “Benim diyalektik yöntemim, hegelci yöntemden yalnızca farklı değil, onun tam karşıtıdır da. Hegel için insan beyninin yaşam-süreci, yani düşünme süreci —Hegel bunu “Fikir” (Idea) adı altında bağımsız bir özneye dönüştürür- gerçek dünyanın yaratıcısı ve mimarı olup, gerçek dünya, yalnızca “Fikir”in dışsal ve görüngüsel (Phenomenal) biçimidir. Benim için ise tersine, fikir, maddi dünyanın insan aklında yansımasından ve düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey değildir.” (Das Kapital, Almanca İkinci Baskıya Önsöz)
Hegel’in bu âlemdeki “oluş ve kudretin” devletleşmesini tarihî süreçte inceleyerek diyalektikleştirirken ona yüklediği mana aklın ve alemin “TİN” ruh-tanrı prensibidir.
Hegel bir tür panteizm şeklinde aklı ve âlemi “tanrı” olarak görmektedir.
Karl Marx ise tam tersi bir diyalektikle tersinden her şeyi maddi dünyanın yansıması görerek, manayı red eden bir diyalektikle Hegel’in felsefesini kendi fikir sisteminde tersinden zenginleştirerek geliştirmiştir.
Hegel, oluşumun tarihsel sürecini belli bir diyalektik çerçevesinde tez (fikir), antitez (olumsuzlama)
Sentez ve bunun bir üstü daha da artan bir ussallık (mutlak bilgi) olarak takip eder.
Hegel’in tarihsel süreçte toplumların devletleşmesini yani devletinin idea’sını “tanrı” olarak görmesi bir tür panteizm’dir. Devlete yüklediği büyük mananın özü “tin” ruh’dur. Bu dünyadaki oluş ve kudret, tanrı’nın yani aklın kendisidir, zatıdır.
Hegel’in diyalektik metodunu aynen alarak ondan manayı ayıran komünistlerin önder şahsiyetleri, bir nevi insanoğlunu ruhsuz robota dönüştürecek tek tip insan modeli oluşturmaya çalışmışlardır.
İslam da ise diyalektik cedel ismi ile görülmektedir.Tartışma,münazara etme.
İslâm tarihi boyunca cedel’lerin fert’in İslami yaşamının nasıl olması gerektiği üzerinde ayrıntılı olarak durduğunu, İslâm düşünürlerinin eserlerin de ferdin yaşantısı ve toplumda nasıl hareket edeceği üzerinde fikirler geliştirdiğini görüyoruz.
İslâm’a muhatap olan Müslümanların, İslâmı Devlet plânında sistemleştirerek topluma sunamamalarının sonuçlarını İslâm âleminin bugün bulunduğu duruma bakarak daha iyi anlayabiliriz.
Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in temelini attığı, İslâm devletinin nasıl olması gerektiğinin ahlâkî, siyasî, idarî, öz olarak “oluş ve kudretin” diyalektiğini günümüzde Salih Mirzabeyoğlu İBDA ismi ile örgüleştirerek devam etmektedir.
Mirzabeyoğlu 16 yıl süren zindan hayatından çıkışını tek cümle ile özetlemiştir;
“Fikri yaşamak, yaşamayı fikir bilmek”
Bilmek kelimesi mânâsının muhatabına yüklediği sorumluluk, yaşamaktır.
Yaşamak, ama nasıl?
Bilmeden yaşamanın olamayacağı muhakkak, bilip yaşamamakta bilmeyi doğrulayan bir eylem biçimi olmadığı için ikisinin de tek başına kaldığında eksik kalacağı muhakkaktır.
Fikri özümsedikçe sorun olarak görülen şeylerin cevaplarının kendiliğinden ortaya çıkacağını, cevapları ancak yaşamımızda yaşarsak bir değerinin olacağını anlıyoruz.
MUTLAK FİKİR, “varlık ve oluş, süreklilik ve süreksizlik, ideal ve gerçek, teori ve pratik, değişme ve değişmezlik” şeklindeki bütün zıt kutuplar arası muvazenenin üstün nizamı olarak, ruh ve zaman sırrının ilişik olduğu, sırra giden yolun MUTLAK HAKİKATİ! (1)
Mutlak hakikatin peşin kabulünde diyalektiğini örgüleştiren Mirzabeyoğlu;
“Bütün Fikrin gerekliliği ve kurulamazlığı hakikati çerçevesinde, bir içtimai sistemin “iç” ve “dış” unsurlarının niteliğinin ne olması gerektiğine bakarsak, bu, Mutlak Fikir’e nisbetle ve Mutlak Varlık’a ulaştırıcı ve kavuşturucu bütün yolların bir vasıta sistem altında bütünleşebilmesi olarak karşımıza çıkar.”(2)
Diyalektiğin, düşüncenin sistem halinde teori olarak şekillendiğini, pratik olarak ancak uygulanarak hayata geçirebileceğini belirtelim.
İbda diyalektiğine muhatapların fikri hayata geçirmek için fikri özümsemesi, aksiyon planında diyalektiği bir nakkaşın nakış işlemesi gibi işlemesi şarttır.
İnsan otururken, yürürken, konuşurken, kavga ederken bir diyalektik’e sahiptir.
İdrak etsin ya da etmesin.
Herkes mizaç hususiyetinin gereğini yerine getirmektedir.
Davanın ol dediği yerde olmak,
Öl dediği yerde ölmek.
Bütün mesele bu.
“Olmak yada olmamak”
1) Salih Mirzabeyoğlu.Bütün Fikrin Gerekliliği sf.175
2) Salih Mirzabeyoğlu.Bütün Fikrin Gerekliliği sf.57
Adımlar Dergisi / Tufan Ersöz