GENÇLİĞİN HAYKIRIŞLARI
Gençlik, bir kış mevsimi bitiminde gelen bahar gibidir.
Her bahar insanlarda yeni umutlar, yeni sevdalar yeşertir. Burada insanın yapması gereken umutlarının, sevdalarının, hayâllerinin peşinden koşmaktır. Evet, bugün bizi derinden yakan en büyük ateş ise benimde yaş itibariyle de mensubu olduğum gençliğin içinde bulunduğu idealsizlik, başıbozukluk ve büyük boşluktur. Burada gençliğin sesi olup ötelere seslenmek istedim.
Biz gençler aklımız erdikçe her zaman elimizden tutacak birilerini aradık. Hatta denebilir ki belki de hiç aramadan büyüklerimizden ne gördüysek öyle yaşadık; onlar neye inandıysa biz de ona inandık, “gençlik” mazereti adı altında türlü hatâlar işledik. İnanılmaması gerekenlerin ardından koştuk, yapılmaması gereken davranışların icrâcısı olduk. Yaş haddiyle tecrübesiz olsak da bizler saf duygular ile secdeye vardığımızda, bir merdivenin basamağı misâli sırtımıza basan ayaklar gördük. İnandığımız ve gönülden bağlandığımız insanların özünde yaşattıkları yanlışlıkları gördüğümüzde yaşadığımız hayâl kırıklığını nasıl anlatayım: Pes ettik, kendimizi terk ettik, kimsesizliği seçtik ve şu genç yaşımızda hayâllerimizi tüketme derecesine geldik.
Kimimiz yanlışlarla dolu bir yerin yanlış müdavimleri ile karşılaştığında, yılmadan doğruyu arama mücâdelesine devam etti. Kimisi buldu, kimisi yarı yolda durdu. Bazılarımız gece aç yattı, ayazlarda sokak sokak gezip afiş astı. Bazılarımız, mezesi bol rakı masalarının sabahlayan bekçileri oldu. Kimimiz ise idealsiz bir genç erkek olarak “gerçek sevgi niçin, gerçek aşk kime?”sorusunu dert edindirecek bir çevreden mahrum olarak bir güzele vuruldu, aşkı bir hevese bağladı. Kimimiz, anlamsız hayatını anlamlandıran birini bulamadı, derdini kimselere anlatamadı ve bir gecenin karanlığında kendi canına kıydı. Kimimiz kendisinden sorumlu cemiyet tarafından terkedilmiş, bir sokak köşesinde aşırı dozdan bu diyardan göçüp gitti. Dininden, Tarihinden ve Milli Şuurundan uzaklaşmış, asimile olmuş iktidar ve toplumun gençleri baskısıyla kendisine benzetmesi çabaları karşısında, kimimiz kendini korudu, çoğumuz ise koca bir boşluğa doğru savruldu… Bu boşluk o kadar büyüdü ki, Allah adının anıldığı yerlere kadar ulaştı ve sarsılmaz iyi-doğru-güzel anlayışımızın istismar edilmesiyle birlikte insanlarımızı birer birer içine çekmeyi başardı.
Bütün bunlara eklenecek binlerce örnek vardır belki de ama, ne benim mürekkebim yeter, ne de ötedekilerin çok değerli zamanları.
Osmanlı’nın gerileme döneminden itibaren bu kötü gidişatı durdurabilmek için yapılanlar, aç bir insanın önündeki yemeği ağzına götürmek yerine kulağına tıkamaya çalışması gibi göz göre göre ölüme gidişini getirdi. Bu çerçevede Tanzimat Fermanı’yla artık açıkça ortaya çıkan Batılılaşma hareketleri, içimizdeki Batıcıların içlerinde yaşattıkları aşağılık psikolojisinin birer ürünü olarak dikkat çekmiştir. Bu hareketin İstanbul başta olmak üzere toplumdaki en büyük tesiri “batı ilmini alalım” çığlığı koparılırken, Batı Hayat Tarzı’nın da yaygınlaşması. Kaba Softa Ham Yobaz’ın çirkinliği ile birlikte Batı kültürünün –yaşayışının- tam bir taklit ile topraklarımıza girmesi ile şehirlerde meskun olan halk İslam’dan uzaklaşmaya başladı. Yabancı okulların adeta Anadolu’da bataklık etrafında toplanan sivrisinekler gibi çoğalması ile Batı(Küfür) kaynaklı âdetler, felsefe ve fikir akımları da hiçbir “tenkid” e çarpmadan Osmanlı içerisine girdi. Bu noktada Osmanlı’yı 33 yıl ayakta tutan iradenin sahibi Sultan Abdülhamîd’in üstün çilesini de hatırlatmak gerekmekte… Tüm bunların akabinde topraklarımızın işgali sonucu, halk çeteler, cemiyetler ile bölge bölge Kurtuluş Mücadelesine başladı. Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışı ve ardından tertip edilen kongreler ile bu mücadeleye dahil olmasıyla bölgesel direnişler Kuvay-ı Milliye çatısı altında toplandı. Topraklar işgalden kurtarılmış ve yeni bir devlet kurulmuştu. Halifeliğin kaldırılması, “inkılaplar”, Osmanlı Hanedanının sınır dışı edilmesi, “harf devrimi” ile devlet tamamen öz limanından ayrılmış yelkensiz bir gemi misâli denize açılmıştı. Dalgalar nereye sürüklerse vatan gemisi oraya doğru ilerliyordu…
Neticede devleti yerli, sistemi batılı, koca bir milleti asimile etmek için yeterli imkân ve zemini sağlayacak yabancı yasalar ile “kuruldu” devletimiz. Beni yanlış anlamasın ötedekiler; devlet benim devletim, eleştirmek de tabiî bana da düşer. Zira rahmetli şehit lider Muhsin Yazıcıoğlu, Lordlar kamarasında kendisine sorulan bir soruya verdiği cevapta olduğu gibi;
“O bizim iç meselemiz, sizi ilgilendirmez”
Benimki de o hesap… Ne diyordum ben; evet devlet benim devletim, eleştiririm fakat, keferelerin eleştirmesine müsaade etmem, onlarla da tabiî ki saf tutmam.
Her neyse konuya gelelim… Bu zemin üzerinde yeşeren tohumlar, yavaş yavaş meyvesini vermeye başladı. Kendisini “aydın” olarak adlandıran bir takım yazarcıkların Batıdan devşirdiği ve Anadolu insanına enjekte etmek için yazdığı yüzlerce, binlerce kitap elden ele yayıldı. Gençlik, sosyalist, komünist, anarşist, ateist yöne doğru kayıyordu. Bu bozulma, televizyonun, sinemanın yurdumuza girmesi ile iyice hız kazandı. Elimizden, evlerimizin başköşesinden Kuran-ı Kerim’i aldılar, yerine televizyonları koydular. Yeşilçam da oynatılan o filmleri utanmadan sıkılmadan tüm çıplaklığı ile izleyen nesiller yetişti. Tabi zamanla daha açıkları sokak ve caddeleri de doldurmaya başladı. Pornografik içerikler, dergiler, internet, telefon derken günümüze kadar bahar da açan çiçekler olarak biz gençleri “Zehirli Su”ları ile suladılar. Ya da ziraat mühendisleri iyi bilir; hormonumuzu değiştirmek için aşıyı vurdular. “Aşı” şifâ niyetine kullanılan bir kavram olsa da, neticesi itibariyle tüm şahsiyetimizi etkileyen bir zehirden söz ediyorum. Bu aşıdan benimde mensubu olduğum kuşakta fazlası ile nasibini aldı.
Üstad Necip Fazıl Kısakürek, Gençliğe Hitabe’sinde şöyle demişti;
“… annesi, babası, ninesi ve dedesi de içinde olsa gelmiş ve geçmiş bütün eski nesillerden hiç birini beğenmeyen. Onlara “siz güneşi ceketinizin astarı içinde kaybetmiş marka müslümanlarısınız! Gerçek müslüman olsaydınız bu hâllerden hiçbiri başımıza gelmezdi!” diyecek ve gerçek müslümanlığın“ne idüğü”nü ve “nasıl”ını gösterecek bir gençlik…”
Belki de biz bunu hiç diyemediğimiz için, gerçekleri kulaktan dolma, çok bilmiş, fakat aslında hiçbir şey bilmeyen ağabeylerimizin peşine takıldığımız için, gerçekten anlamamızı ve bağlanmamızı mümkün kılacak olan eleştirici yönümüzü kaybetmiş robot misâli yaşayan gençler olduğumuz için, toplumun reddetmesinden korktuğumuz için, sustuğumuz için, Gerçek Fikir!e nefsimize ağır geldiğinden dolayı hiç yaklaşmadığımız için şu ân bu haldeyizdir.
Ötedekiler’e bu gençlik adına diyebileceğim tek şey;
“Anadolu’nun, saf, kalbi temiz insanları vardı bir zamanlar. Sizler, Küçük Amerika Düzeni hâline getirdiğiniz sisteminizi insanlara enjekte ettiğinizi söylerken, bir sürü bilinçsiz insanı peşinize takmış ve gerçektende etkilemiş olabilirsiniz. Ama halâ sizlerin hizmet ettiğiniz yerleri gören, bilen ve küfür kardeşliğiniz karşısında savaşan Akıncılar var. Makam, mevki, şan, şöhret ve para için sömürdüğünüz insanların duygularının hesabını vereceğiniz gün elbette gelecek. “Sistemi değiştirmek için çabaladığınız” palavrasını insanımıza yutturmaya çalışırken, yıllar önce kurulmuş o sistemin çarkını yenileyip döndürdüğünüzü ve artık ruhları köleleştirircesine zirvesine taşıdığınızı görüyoruz.
Elbet bir gün gelecek ve o çarkınıza çomak sokacağız!
Ve yine Fatih Sultan Mehmet Han gibi 21 yaşında İstanbul’u fetheden bir maneviyata sahip bir gençlik yetişecek.
“O gün” güneş doğudan doğacak, en mukaddes davaya hizmet etmek için, İslâm yolunda Allah rızası için şehitliğe koşacaktır Aydınlık Savaşçıları!
Bana gelince, bir genç olarak istesem de istemesem de bu karanlığı nasibimce gördüm. Fakat doğru olanı aramaktan asla vazgeçmedim. Ve diyebilirim ki gelebileceğim son durağa geldim; özümü bulabileceğim tek yere geldim.
Kim bilir belki bir gün bize de Aydınlık Savaşçısı olmak nasip olur…
Ebubekir İkiz
Adımlar Maraş