HÜR SAVAŞÇI – “GİTTİ”
“Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber,
Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü peygamber!”
Bu satırları, en azından şu ân kesin gözüyle baktığım, “son İbda eri ben kalsam da bir şekilde mücadeleye devam edeceğim” ruh hâliyle kaleme alıyorum.
Eminim ki, tüm samimiyetini ortaya koyarak, “el”iyle, “dil”iyle ve “kalb”iyle, “gönül ve kafa nispeti olarak sadece Kumandan ve İBDA” diyen gönüldaşlarım da aynı ruh hâline bürünmüş vaziyette.
Ne kadar zor olduğunu anlatmama bile gerek yok iken, anlatmak zorunluluğunu es geçmeme adına diye başlamak istiyorum.
Takip edenler bilir…
Hür Savaşçı, birden ortadan kaybolmuş ve hâlâ da haber alamamanın endişesini taşırken, “Hür İnsan” vasfını insanlık tarihinde zor rastlanır şekilde çağın nabzına nakşederek yaşayan, “Fikri Yaşayan ve Yaşamayı Fikir Bilen” hayatıyla gerçek Hür Savaşçı Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun rahatsızlık geçirdiği haberini aldığım gün yüreğimden sanki büyük bir parça kopartıldı.
Telegramcı işkenceci köpekler, hükmedemedikleri beyne en aşağılık, en ağır bir şekilde saldırmışlar ve gönüldaşlar da herşeyin sahibi Mutlak Güç’e sığınıp müslümanca karşı hücuma geçmişlerdi.
Haberin yayıldığı günden itibaren ellerini ovuşturan ve zaten hep “ademe mahkûm” edici tavırlı zibidi haber portalı tayfalarının “öldü” açıklamaları başta sinirleri germiş olsa da, hanım ve erkek bütün gönüldaşlar konsantresini hiç bozmadan Kumandan’a kilitlenmiş ve bir dua ordusu kurmuşlardı.
İster istemez oluşan bir haberleşme ağı vesilesiyle öğrendiğim bu orduya, kimi koca cephaneyi omuzlayıp destek olurken bende Akın Kurtoğlu ile elimizden geldiğince bir kaç kılıç bileyip cepheye taşıyorduk.
İsimlerini zikretmeyi unuttuklarım hakkını helal etsin; Emel Zor, Esma Turan, Mihri Mah, Zeliha, Hatice, Huriye ve Kübra hanımlar ile, Baki Aytemiz, Aydın Alkan, Şükrü Keskin, Adnan Demir, E. Doğan Şeyhoğlu, Arapusta, Salih, Ramazan, Abdurrahman, Fatih ve Mustafa Beyler bir yandan teselli ve umut verici söylemlerle bizleri ayakta tutmaya çalışıyor, diğer yandan cephenin ihtiyacı olan cephanelikleri koordine ediyorlardı.
Aydın Alkan Bey, kısa da olsa arada bir sesli mesajlarla hastaneden son durumu bildiriyor, Sayın Ali Osman Zor Bey’in, “ne olursa olsun, gevşemeden duaya devam” talimatlarını iletiyordu.
Ali Osman Zor Bey… Gençlik yıllarından itibaren Kumandan’a teslim olmuş ve bizzat Kumandan’ın kendi elleriyle yetiştirdiği ve mecburî sebep ve şartlardan dolayı Kumandan’dan uzakta kalsa bile fikrî ve ruhî olarak O’nun en yakınında bulunan, O’nun muradına uygun yaşamayı kendisine gaye edinmiş olmakla, fikri yaşayan ve yaşamayı fikir bilen; O’nun özelliklerinden nasiplenen insan. Bizzat Kumandan’ın istediği şekilde, yıldız köşeler cinsi sivrilerek, lidere bağlı lider olmanın keyfiyetini tüttüren…
Her zaman olduğu, daha doğrusu 1999 yılının Nisan ayında Metris Cezaevi’ne yaptığım ziyarette kendisini tanıdığım ilk günden bugüne kadar şahid olduğum üzere, hiç değişmeyen duruşlu ve mizaçlı adam.
Zaten, “Kim bu İnsanlar?” diyerek Metris’e yaptığım bu ziyaret, ilk ve tek ziyaretim idi.
İBDA’yı ve Kumandan’ı taptaze tanıdığım ve daha neyin ne olduğunun tam farkında olmadığım yıllar. O vakitler bizimle omuz omuza birlikte hareket eden ve bugün hâlâ samimiyetlerine inandığım Serkanların, Tevfiklerin, Selahattinlerin olduğu yıllar!
Yine tanıştığımız ilk günden beridir “Sarı Hoca” lakabını kendimiz taktığımız hocamız, ağabeyimiz, arkadaşımız, yoldaşımız, gönüldaşımız Mustafa Fişenkçi Bey’den gerekli bilgi ve taktikleri alarak yalnız yola çıkmıştım. Ziyaret gününde Ali Osman Zor Bey’in amcasının oğlu diyerek kendimi tanıtacak ve öyle girecektim içeri.
Metris’in giriş kapısına geldiğimde vakit daha çok erkendi. Bu yüzden Bayrampaşa’nın içlerine doğru yürüyerek dolaşmaya başlamış ve ayakkabı boyayıcısı esmer çocuğa siftah yapsın diye ayakkabılarımı boyatmış, bu sayede kendisiyle sohbet etmiş ve zamanın geçmesini sağlamıştım.
Nihayet, ziyaret vakti geldiğinde aynen “amcaoğlu” sıfatı ile içeri alınmıştım.
Elimde, Ali Osman Zor’a teslim etmek üzere Goethe’nin bir kitabı, İBDA-C tutsaklarının görüş mahalline doğru yürüdüm ve kapısı açık olan görüşme bölümüne selam verdim ve girdim.
Emanetleri teslim etmek üzere dışarıda bulunan Jandarma’ya gittim, mırın kırın etmelerine rağmen ve bir üst rütbeli subayın onayı ile emanetlerin içeriye ulaşmasını sağlamıştım.
Bir kaç zaman sonra da epey küçük boşluklu demir parmaklıkların ardından Kumandan ve İBDA erleri görünmeye başlamıştı. Kumandan, ceketi omzunda, bir şekilde parmaklıkların dibindeki duvara sırtını dayamış gelenlerle görüşmeye başlamıştı. Bende görüşmek üzere sıraya girmiş, sıra bana gelince de yaklaşık bir on saniye süren;
“Selamünaleyküm Efendim, size Almanya’daki gönüldaşların selamını getirdim”
“Peki, senden onlara selâm söyle”
“Emredersiniz efendim!”
diyerek ve sağ elimi kaldırarak İBDA selâmı verdiğim bir diyalog nasip olmuştu.
Nedendir bilmem, birden ziyaretçilere doğru yüksek sesle veda selamı vermiş, sanırım, “Bu da kim böyle?” bakışlarına sebep olmuştum!
Neyse uzatmayalım!
Tam çıkacakken yanıma bir genç gelip “Ali Osman Zor Bey sizi çağırıyor, biraz bekleyin lütfen.” demiş, ben de duvara yaslanıp beklemeye koyulmuştum. O arada parmaklıkların arkasından bir başka genç bana seslenmiş, gitar ve müzik üzerine kısa bir sohbette etmiştik.
Ardından teke tek görüşebileceğimiz bir bölüme götürüldüm.
Ali Osman Zor Bey karşımdaydı. Yüzünde değişmeyen sempatik gülümsemesi ile dostça selâmlaşma, hâl hatır ve emanetler için teşekkürden sonra, Almanya’daki durum ve Alman tarihi hakkında sohbet etmeye başlamıştık..
“Madem hâlâ buradayım” hesabını güderek kendisine;
“Kumandan ile tekrar görüşebilirliyim?”
soruma karşılık, Kumandan’ın diğer ziyaretçiler ile görüştüğü, bu yüzden kendisini yormamak ve beni de üzmemek adına olduğu belli bir şekilde latife yaparak;
“Benimle konuşuyorsun ya, yeter!”
diyerek havayı yumuşatması ve gerginliğimi alması, inanın anlatması zor bir duygu.
Wing-Tsun üzerine yaptığı bir konuşma sonrası vedalaşmış, eve giderken “işte bu!” demiştim.
Almanya’ya döndükten sonra, internet üzerinden dış basının İBDA hareketi merakıyla Ali Osman Zor Bey ile yaptıkları röportajları, kendisinin Kırgızistan’daki faaliyetlerini ve dönemin Baran Dergisi’ni takip ediyor, İBDA’cıların gündeminde kalmaya çalışıyordum! Ali Osman Bey’in yabancı basın ile görüşmelerindeki hâkim tavrı, benim ve benim gibilerinin diri kalmasını sağlıyordu.
O gün bugündür, liderine bağlı lider keyfiyetiyle Ali Osman Zor’a bağlı olarak İBDA’ya cephe olmaya çalıştım.
Çünkü lider kişi kompleksiz, bütünleyici, motivasyon yükseltici, daima gayrete teşvik edici ve yeri geldi mi en önde duran, fakat her zaman görünmeye meraklı olmayandır!
Kumandan’ın özgürlüğü için yapılan Bolu seferleri, serbest bırakıldığı gün, mahkemeler, Haliç Konferansı, özellikle de kendisinin de yaralandığı Amerikancı köpeklerin bombalama saldırısı sonrası öz kardeşi Ünsal Zor ağabeyimizin şehadetine rağmen, Adımlar’ı tekrar canlandırıp gerçekleşen bayramlaşma ve istişare toplantılarında ortaya koyduğu yılmaz mücadele anlayışı ve bütünleştirme azmi, samimi insanlar tarafından görebiliyordu!
Şimdi, ömrünü davasına, ideolojisine ve muradına adadığı insan olan lideri, Kumandanı bir suikaste uğramıştı.
Böyle bir durumda yapılacak iş belliydi, gereksiz arayıp rahatsız etmek istemedim.
Dua, zikir ve yakarışlara devam ediliyordu!
“Kumandan bizim için her zaman yaşıyor, yaşayacak, dirilecek” hissiyatı ile aklımdan geçen her kötü düşünceyi defetmeye çalışıyordum ve her gelişmeye karşı sabit kalabilmek için Ali Osman Zor ve Mustafa Fişengçi beylerin sürekli tekrar ettiği, “siyasî bir hareket şahsiyetler içine hapsedilirse, hiçbir vakit bir hareket olmamıştır ve muvaffak olması imkânsızdır!” sözlerini aklımdan çıkarmamaya bakıyordum.
Ben hiç Kumandan’dan emir almamıştım ki! Hiç başımıza dikilmemiş ve “şunu yapın, bunu yapın!” dememişti ki…
Ne gerekiyorsa onu yapın demiyor muydu?
Bunları yaparken, neye göre yapılması gerektiğinin sistematiğini eserlerinde, mücadelesinde ve yaşamıyla söylemiyor muydu?
Kumandan değil mi, insan ve devletin ruhî hakikatlerini gösteren, en ileri modelini sistemleştiren ve kalıba döken?
İnsandı nihayetinde ve ölüm güzel şeydi, perde ardından haber buydu, hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber?
Mübarek Ramazan’ın ilk günü, saat öğleni çalarken aldık haberini! Ben ve Akın gönüldaş camide duadaydık. Bir mesaj geldi “gitti” diye.
“Gitti”…
(Devam Edecek…)
Nihan ÖZTÜRK
21 Mayıs 2018