DIŞ TİCARET RAKAMLARININ AYNASINDAN İSTİKBÂLE BAKIŞ

DIŞ TİCARET RAKAMLARININ AYNASINDAN İSTİKBÂLE BAKIŞ

1923 ile 2018 yılları arasındaki ihracat-ithalat rakamlarını inceledim. Kaynak verilerin yayınlandığı link yazının sonunda verilmiştir. Göze çarpan temel özellikler şöyle:

1- 1923-1930 arasında dış ticaret açığı yaklaşık %25.

Anlamı: Genç Cumhuriyet yatırım malları ithal ediyor. Aynı yıllarda ekonomik büyüme çok hızlı. Yani borçlanılan paralar para getirecek alanlarda değerlendirilmiş. Büyümenin hızlı olmasının asıl sebebi ise cumhuriyetin kurulduğu dönemde savaşlardan bitkin Anadolu’nun üretim gücünün çok düşük olması. Küçük bir üretim artışı, toplam üretim üzerinde büyük etki doğuruyor.

2- 1930 ile 1946 arasında ortalama %40 ticaret fazlamız var.

Anlamı: 20’li yıllarda yapılmış ithal ikameci ve planlamacı yatırımlar meyvelerini vermiş. Türkiye dış ticaretten para kazanıyor.

3- 1946’dan itibaren dış ticarette ana hatlarıyla düzenli olarak büyüyen dış açık sözkonusu.

Anlamı: 1946 ikinci dünya harbinin bittiği ve Türkiye’de serbest seçimlerin başladığı tarihler… Amerikan dayatması olan Truman Doktrini icabı…

4- 1960 yılı, 1929 Büyük Buhranı sayılmazsa, 1923 ten bu yana dış açığın o zamana kadar en fazla olduğu yıl. İhracatın ithalatı karşılama oranı %68…

Anlamı: 1960 askeri darbesi ekonomik bozulmayı kendine gerekçe yapmıştı. Ama dış açık artmaya devam ediyor… Çünkü yapısal sorunlar giderilmeye çalışılmıyor.

5- 1971: Dış açık o devre kadarki tüm zamanların rekorunu kırmış… İhracatın ithalatı karşılama oranı %53…

Anlamı: 12 Mart askerî darbesinin gerçekleştiği yıldır. İşçi sınıfının örgütlenme gücündeki yükseliş ücretleri tırmandırmış; maliyetler dış ticaret imkânlarını bozacak şekilde değişime uğramıştır. Ücretler, Türkiye’deki işçinin endüstriyel üretimde ortaya koyduğu uluslararası mukayeseli artı değere göre ürün başına yüksektir. Dünya, 1973 krizine gebedir ve ufukta Ecevit’e “Kıtlıkçı Ecevit” ünvanını kazandıracak politik gerilimler vardır… (bkz: Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası Türkiye’ye uygulanan silâh ambargosu).

6- 1980 yılında inanılmaz bir tablo var: İhracatın ithalatı karşılama oranı %36…

Anlamı: Asker tekrar yönetime el koyuyor… Rakamların diline göre, 12 Eylül’ün halk tarafından benimsenmesi, iddia edildiği gibi sadece asayiş sorunundan duyulan toplumsal rahatsızlık değildir.

7- Darbeden sonra 24 Ocak Kararlarına imza konulmasıyla, 1989’a kadar dış açık 1960’lı yılların seviyesine doğru düşüyor… Özal’lı yıllarda uygulanan politikalar, yüksek reel faiz ve yüksek kur politikalarının iteklemesiyle sendikaların kapatıldığı bir atmosferde reel ücretlerin düşmesiyle beraber ihracatın teşvikine dayanıyordu… Batının o tarihe kadar coğrafyamızda çokça bilinmeyen mamullerinin ülkeye bolca sokulması, Özal’ı, sonradan ödeyeceği ağır bedellerden bihaber kitleler nazarında ülkeye dünya refahının meyvelerini getiren adam statüsüne yükseltiyordu… Doğal sonuç halinde bu tarihten itibaren rakamlar tekrar bozulma eğilime giriyor.

Anlamı: 1989’da Özal iktidarı ihracat-ithalat serbestliğini mümkün kılabilmek ve global ekonomiye entegre olabilmek için Türk parasını tam konvertible yapıyor. Türkiye’de artık yabancı para tedavülü resmen başlıyor… Öncesinde bankalar bile karaborsada birer oyuncudurlar. Ancak endüstriyel bakımdan Batı ekonomileri ile rekabet gücüne erişememiş ülkemiz için bu yaklaşım, kalkınma imkânlarını baltalamıştır. Ardından 1994’te yürürlüğe girecek olan Gümrük Birliği Anlaşması ise iki asırlık tüm çabaları bir daha asla dirilemeyecek biçimde öldürmüştür.

8- 1989 ile 2017 arasındaki dönemdeki dış açık grafiği ekonomi teorilerini doğrular mahiyette:

Dış ticaret açığının %50’lere dayandığı iki noktada iki büyük kriz yaşanıyor: 1994 krizi ve sonrasında tüm Türkiye’de refah partisinin yükselişini sağlayan meşhur 5 Nisan tedbirleri… Devalüasyon sonrası dıç açık %25’lere geriliyor… Doğruyol Partisi iktidardan düşüyor… İkincisi; dış ticaret açığının tekrar %50 ye dayandığı noktada 2001 krizi patlıyor. Finans piyasaları çöküyor. Devalüasyon sonrası ithalat zorlaştığı için açık yine %25’e düşüyor… Koalisyonu oluşturan 3 parti seçimde baraj altında kalıyor ve çiçeği burnunda Ak Parti tek başına iktidar oluyor.

Bu iki krizden çıkışın nasılına bakalım: İlkinde 5 Nisan kararları, ikincisinde Kemal Derviş programı ve İMF uygulamaları kamu maliyesini düzeltmiş, yüksek faiz ülkeye döviz getirmiş, yüksek kur ihracatı teşvik ederken ithalatı caydırmış.

9- 2001 sonrasında 2008’e kadar dış ticaret açığı tekrar düzenli bir bozulma sürecine girmiş. 2008 krizi yaşandığında ihracatın ithalatı karşılama oranı %65..

Anlamı: Serbest sermaye hareketleri sonrasında, Türk ekonomisinin bir noktaya kadar %35 civarındaki ticaret açığını finanse etmekte zorlanmadığını görüyoruz. O halde  krizin sebebi ne olabilirdi? Tabi ki küresel konjonktür… Amerika’da mortgage kriziyle başlayıp Lehman Brothers’ın yanı sıra 12 bankanın iflasıyla derinleşen gerilim kısa zamanda tüm dünyayı sarıyor. Batı dünyası çözümü, Keynesyen politikalara dönüşte görüyor: Piyasalara likidite enjekte ederek satın alma gücünü artırmak ve ekonomileri resesyondan (dramatik küçülmeden) kurtarmak. Aynı zamanda Goldman Sachs, Morgan Stanley, AİG, Meriyll Linch gibi sermaye devlerinin kamu kaynaklarıyla kurtarılması sonucu dünya tarihinin en büyük servet transferi yapılıyor.

10- Yıl 2018… Yılın ilk 5 ayında ihracatın ithalatı karşılama oranı %60’ların biraz üzerinde…

Anlamı: Bu kesinlikle bir sorun teşkil edecektir. Çünkü global ekonomilerdeki faiz artışlarıyla beraber 2008’den itibaren piyasalara enjekte edilen likiditenin ekonomilerde sebeb olduğu ısınma (aşırı büyüme) etkisini kırmak için massedilme sürecine girildi. Dünya 3 yıldır bu süreci yaşıyor. Türkiye gibi çevre ekonomiler için bu demek oluyor ki, ticaret açığı için gereken finansman imkânları daraldığından, finansman maliyetleri yükselmiştir. Düşünün: Amerika kendi dolarına %3 faiz verirken para babaları, %15’lere dayanmış enflasyon ortamında Türkiye’ye %13’ten niye borç versin? Faizin %17’lere yükselmesinin sebebi böylece açıklığa kavuşmuş oluyor…

Ancak: Türkiye ekonomisinin kamu, finans ve özel sektörünün önünde birikmiş toplam kısa vadeli döviz cinsinden borç stokundaki yükseklik dikkate alındığında, faizin bu seviyelerde tutunamayacağını öngörebiliriz. Ayrıca dış ticaret dengesinin bozulmaya devam edişi karşısında dengedeki nisbi düzelme için Türk lirasının tüm yabancı paralar karşısında bir miktar daha değer kaybetmesi kaçınılmaz görünüyor.

SONUÇ: 1923-2018 yıllarını kapsayan dönemdeki ihracat ithalat rakamları temelinde ekonomik, siyasî ve sosyal diğer değişkenler gözardı edilse bile bir takım tümevarımlara ulaşmak mümkün görünüyor:

1- Millî tasarruf oranının yetersiz olduğu durumlarda yurt dışından yapılacak borçlanmaya ekonomik sonuçları bakımından tek başına iyi veya kötüdür diyemeyiz: Rakamlara göre Cumhuriyetin ilk yıllarında dış ticaret açığı vasıtasıyla yaşanan borçlanma ithal ikameci yatırımlara kanalize edildiği için müteakip 15 yıl boyunca ülkemizin muazzam bir dış ticaret fazlası oluşturmasını sağlayabilmiştir.

2- 70’li yılların ortalarında yaşanan krizin asıl sebebi, 1973’te tüm dünyayı etkileyen enerji krizi ile Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası maruz kalınan siyasî ve askeri yaptırımlardır.

3- 1989’dan itibaren TL’ye tanınan tam konvertibilite özelliği, dış ticaret dengemizi bozucu etki oluşturmuştur. Gümrük Birliği Anlaşmasının da yürürlüğe girmesiyle birlikte ekonomik krizlerin giderek daha da sıklaştığını ve etkilerinin daha yıkıcı olduğunu görüyoruz. Ayrıca bunda, krizlerin sonrasında uygulanan meşhur “kemer sıkma tedbirleri”nin sorunlara yönelik kalıcı çözümler üretmemesi, siyasîlerin ilk fırsatta bu can sıkıcı politikaları terk ederek sorunların kümülatif büyüklüğünün artmasına göz yummaları da ayrı bir sebeptir.

4- Bu rakamlara bakarak Türk ekonomisinin kronik sorunları olduğunu görebiliriz: Ulusların zenginliğinin kaynağı üretim ve bu üretim esnasında rakipleriyle aralarındaki rekabet güçleridir. Rekabetçi üretim gücüne erişmeksizin salt tüketim üzerinden Batılı toplumların refahını yaşamak arzusuna sahip Türk milletinin bu iştahının popülizm marifetiyle kamçılanması bütün sorunların kaynağıdır. Bir parantez açarak belirtmeliyim ki, bizde rekabetçi üretim denildiğinde akla gelen şey emek faktörünün üretimden aldığı payı peyderpey kısmak ve ihracatçıların kamu kaynaklarıyla desteklenmesidir. Bu mantık bir taraftan sabit ücretlileri kodamanların kölesi haline getirirken, diğer cephesiyle de taşıma suyla değirmen döndürmeye benzemektedir. Hâlbuki aslolan, teknolojik değişim sağlamak, üretim ve pazarlama süreçlerinde yenilikçilik ve en nihayetinde çevre ekonomileri ile beraber bölgesel ticari işbirlikleri geliştirebilmektir…

Bu zahmetli metotlara dönüp bakanımız olmadığından, sürekli kendini doğuran süreçler halinde dış ticaret dengesinin aleyhimize bozulmasını takip eden yıllarda Türkiye borç-döviz-faiz-enflasyon faktörlerindeki yükseliş yüzünden neredeyse simetrik sayılabilecek krizler yaşamaktadır… Krizin siyasî sonucu olarak Türkiye’de siyasî iktidarlar değişmekte, sıkı para ve maliye politikaları sayesinde dengeler düzene girer gibi olunca da, popülist kaygılarla millî tasarrufların endüstriyel üretim dışı sahalara yönlendirilmesiyle tekraren bozulmakta ve yeni bir krize davetiye çıkarılmaktadır.

5- Rakamların Türk ekonomi ve siyasî tarihi ile örtüştürülerek kronolojik olarak incelenmesi sonrasında şu varsayımda bulunabileceğimizi gördük: Türk halkı kısa vadeli göz boyayıcı mânâsına popülist ekonomik politikalara (buna halkın menfaatlerini gözetici diyemiyorum) sarılan siyasî uygulamaları sandıkta baş tacı etmektedir. Ancak kısa vadeli menfaatlerin bedelini ödeme zamanı anlamına gelen kriz dönemlerini yaşatan iktidarları ise en sonunda sandıkta cezalandırmaktadır. 1946 ile 2018 arasındaki seçim sonuçları böyle de okunabilir.

6- Güncel rakamlar Türk ekonomisinin ciddi bir kriz bandında borç-döviz-faiz-enflasyon sarmalına girmiş olduğunu doğrulamaktadır.

Şimdi bir tesbit: Türkiye’deki ekonomik göstergeler, millî gelirin, gelir grupları arasındaki dağılımını etkilerken, seçim sonuçları öteden beri millî gelirin üst gelir grubları arasındaki dağılımı üzerinde belirleyici etkiler doğurmuştur: Komünist ideolojinin ifadesiyle, “her iktidarın istinad edeceği burjuva kesimini yaratması” durumu… Halk dilindeki karşılığı, “bal tutan parmağını yalar!”… Bu cümlede,  iktidarın değişmesi, balı tutanın değişmesi mânâsındadır… Ak Parti’nin 16 yıllık iktidarı boyunca iktidara yaslanarak güçlenen üst gelir gruplarının ülke içindeki varlıklarını likiditeye çevirme vakti gelmiş olabilir… Kamusal güçle servet transferi, Ak Parti pratiğinde çok daha basite indirgenmiş yasal zemine kavuşturuldu. Olası bir değişimde bu boşluktan faydalanılacağını öngörmek makuldür… Nitekim bugün ele aldığımız dış ticaret rakamlarında buna dair emareler görüyoruz: 2013 yılından itibaren ülkemizin ithalat kaleminde altın ve kıymetli metal ithalatı her dönem bir öncekine kıyasla rekor üstüne rekor kırmaktadır. Bunun kâr amaçlı yatırım tercihlerindeki değişmeyle alâkasının olamayacağını anlamak için altının ons fiyatının 5 yıllık değişim grafiğini incelemek yeterlidir: Aşağıdaki grafiğe göre konjonktürel olarak %15’ler bandında dalgalanmalar yaşamasına rağmen 2014’te 1400 dolar olan altının ons fiyatı günümüzde 1300 dolar seviyesindedir. Rakamlar, altına hücumun sebebi konusunda bize ekonomik anlamlar taşıyan cevaplar sunmuyor.

Ekonomik veriler dikkatli bir gözle ve sistematik olarak incelendiğinde,  ülkemizde yaşanacak muhtemel iktisadî değişmelerin olduğu kadar siyasî ve sosyal değişmelerin ipuçlarını verdiğini de söyleyebiliriz.

Gökhan ALTUNSOY

Ek: 1923-2018—yıllara göre ihracat/ithalat rakamlarına aşağıdaki linkten ulaşılabilir.

www.tuik.gov.tr/PreIstatistikTablo.do?istab_id=621

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: