TANZİMAT, TANZİM VE ASIL MESELEMİZ: NİZÂMSIZLIK

TANZİMAT, TANZİM VE ASIL MESELEMİZ: NİZÂMSIZLIK

Eski düzenin çürümüşlüğüne karşı yeni bir düzen inşa edemeyen Devlet-i Âliye, sürecin sonunda kurtlar sofrasında yağmalandı. Eski düzeni tasfiye adına yapılan Nizâm-ı Cedid’i sahiplenen devlet adamlarının ve onların imtiyaz sağladığı yakınlarının servet düşkünlüğü, haksız kazanç ve şaşalı yaşamları, halk nezdinde değişen bir şey olmadığı kanaatini doğurdu. Nizâm-ı Cedid zenginleri, Payitaht’ı fakirlerden arındırma isteğini dahi dillendirdi. Gösteriş ve eğlence, yeni düzenin sahiplerinin vazgeçilmezi oldu. Neticede çürümüş olan eskinin yerine hep bir içi boş, kof yeni düzencilik çıkıp durdu. 

Bu süreç, iç ve dış şartların, kaderin cilvesi ile orantılı bir şekilde aleyhimize geliştiği bir dönemdir. İçeride girişilen her hamle, “çürümüş eski” ile “kof yeni” arasında iki hâl üzere sıkışmış kalmış, düzeltmekten ziyade daha büyük sorunları doğurmuştur. Artık iflâh olmaz bir düzensizliğin tam merkezinde Yeniçeri namlı ocağın tasfiyesi ve Sened-i İttifak…

Yunan isyanındaki başarısızlığının doğurduğu halk tepkisini de arkasına alan 2. Mahmud ocağı lağveder. Yeniçeri ocağının lağvedilmesi “Vak’a-i Hayriye” olarak anılır. Haziran’da ocak lağvedilir fakat Ekim ayında Navarin’de koca Osmanlı donanması küle döner. Yeniçeri’yi lağveden Devlet-i Âliye Nisan 1828’de Rusya’ya savaş ilân eder, Batı’da Silistre, doğuda Erzurum düşer, Ağustos 1829’da Edirne işgâl edilir. Londra anlaşması ile Yunanistan bağımsız olur, Edirne anlaşması ile ise Kafkaslar tamamen elden çıkar. 1830 yılında Fransa Cezayir’i işgâl eder. 32’de Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa Konya’ya kadar gelir. İkinci Mahmud yeniliklerine öfkelenen ahali İbrahim Paşa’yı sevinçle karşılar. 1833’de Kütahya’ya kadar ilerleyen Devlet’in Paşası, İzmir’e Vali tayin etmeye kalkar. Devlet kendi valisinden ancak Fransa, İngiltere ve Rusya’nın dahli ile kurtulur.

1833’de imzalanan Hünkâr İskelesi anlaşması ile Rusya, 1838 Ticaret anlaşması ile İngiltere büyük tavizler alır. Haziran 39’da Kavalalı tekrar devletin başına bela olur, Nizip’e kadar gelir. Yeniçeri lağvedilmiştir fakat yeni düzen inşa edilememiştir. Mütefekkir’in “Şartlara fikri tatbik edemediğimiz andan itibaren orada fikir pörsümeye başlamıştır…” dediği gibi, ortada pörsümüş bir fikirden başka bir şey yoktur. Ne şartlar okunabilir ne de şartlara tatbik edilecek bir fikir ortaya konabilir. Eski düzen yok edilmiştir fakat yeni düzen inşa edecek fikir yoktur. Bu fikir kofluğu içerisinde acz ve biçare biçimde Tanzimat ipine sarılınır. Fakat Devlet-i Âliye’de öyle bir hâl vardır ki padişaha kızan Kaptan-ı Derya Ahmed Fevzi Paşa devletin donanmasını Çanakkale’den alır İskenderiye’de Kavalalı Mehmed Ali Paşa’ya teslim eder. Devlet aciz ve biçaredir. Bu hâl üzere Kasım 1839’da Gülhane’de okunan Hatt-ı Humayun ile Tanzimat devri başlar.

Yunan isyanı ile yayılan Fransız İhtilali’nin oluşturduğu havayı önlemek, Mısır’da isyancı vali karşısında büyük devletlerin desteğini alabilmek, Rusya’nın kabaran iştahını, İngiltere ve Fransa ile dengeleyebilmek için sarınılan yılan. Denize düşen Devlet-i Âliye başka fikir üretemez. Rusya “hasta adam” olarak nitelediği Osmanlı’yı tek başına yutmaya kalkınca İngiltere ve Fransa’nın desteği ile isteğine ulaşamaz. Fakat ortaya çıkan manzarada, Avrupalılara şirin görünmek için devlet küçüldükçe küçülür. Islahat Fermanı yayınlanır 1856’da. Kars Osmanlı’ya, Kırım Rus’lara verilir. 1859’da Paris anlaşması ile Eflak ve Boğdan birleşerek Romanya olması kararı alınır. 1860’da Lübnan Marunilerini tahrik eden Fransa, özerk Maruni sancağını kurdurur.

Nitekim nizâmsızlık ile devam eden yıllar, yeni kargaşa ve sorunların sebebi olacak başka ”yenilikleri” beraberinde getirir. Eskiyi yok etmekten başka bir icraatımız olmaz. Yeniyi inşa edemeyiz bir türlü. Bunun nedeni ise yukarıda belirttiğim gibi inşa edici bir fikirden yoksun oluşumuz. Şartlara tatbik edecek bir gerçek fikir ve dünya görüşünden yoksun oluşumuz.

Onyedi yıllık iktidarı boyunca eskiyi yıkmaktan başka bir icraatı olmayan, netice itibari ile de çürümüş eski ve içi boş, kof yeni karışımı bir ucube nizâmsızlığı doğuran AKP “tanzim” olarak isimlendirdiği “varlık kuyrukları” ile memleketin asıl sorunun nizâmsızlık olduğunu bir kere daha gösterdi. Bu nizâmsızlığı örtmek için sürekli hamaset ipine sarılan iktidar, yel değirmenleri ile değil yel ile dövüşerek halkını kandırıyor.

Rüzgâra yumruk sallıyor, denize kafa atıyor, dağlara sövüyor. Yeter ki bu nizamsızlığın farkına varılmasın. Hele seçim dönemi ise Viyana Kuşatması kaçınılmaz oluyor.

70’lerin sonlarında Bülent Ecevit’in meydanlarda esip gürlediği, milliyetçi ve dışa karşı söylemleri ile hamaset yaptığı zaman Ecevit için Avrupa’da borç para arayan Kiep, bir gazeteye verdiği demeçte, “Ecevit bana bu konuşmaları iç politika gereği yaptığını itiraf etti. Türkiye’nin şiddetle dış yardıma ihtiyaç duyduğunu, dış yardım olmaksızın ayaklarının üzerinde doğrulamayacağını söyledi. Türk kamuoyuna yönelik bu tip açıklamaların yabancı hükümetlerce ciddiye alınmamasını rica etti.” ifadelerini kullanır. Onyedi yıldır memleketin maruz kaldığı hamaseti özetleyen bu hadise toplumun duygularını kabartarak yapılan siyasetin arkasında gizlenen nizâmsızlığı anlatır. Bir taraftan “one minute” derken diğer taraftan ticareti büyütmek ya da Gazze’ye bombalar atılırken Terör Şebekesi İsrail’in savunma sanayini beslemek…

Rahvan atlı birliklerimizin her seçim dönemi meydanlarda kâh Viyana’yı dahi aşıp Prusya’yı fethe çıkması, kâh Fransa Kralına (!) had bildirmesi ve Rus Çarı’nı hizaya getirmesi hep nizâmsızlığı örtmek ve devam ettirmek gayesine matuf hamasetten ibarettir.

“Atlılar seferden dönerken yayan,

Ey biçare halkım uykudan uyan.

Ne devr-i saadet var ne muhteşem,

Devr-i Kanuni Sultan Süleyman.”

 

Neticede her seferden atlılar yaya döner. Seçim geçer, nizâmsızlık sürer ve artar. Tanzimat öncesi ile başlayan ve tanzim kuyrukları ile devam eden nizâamsızlığın tek çaresi yine Mütefekkir’in işaretlediği gibi “Bakın dikkat edin; Batı tefekküründe bir bahis vardır, ‘aydın çağından mesuldür’ diye… Aslında ‘müslüman, çağından mesuldür’ zamanını tamamlamaya, hâkim olmaya geldi.” Fakat bu mesuliyet bir sinema kalabalığı keyfiyetinde icra edilemez. Mütefekkir sinema kalabalığı ile cemaat ve toplumu ayırırken “sinemada bin tane insan ‘bin tane bir’dir… Cemaatte ise, bin tane insan içinde her bir, bindir!..” der. Fikir, sinema seyircisi keyfiyeti ile şartlara tatbik edilemez. Bu keyfiyet içinde insan, tarih muhasebesi yapamaz ve hali, şartları sıhhatli tanımlayamaz. Ekranda gösterilen gösterinin tesirinde duygularını boşaltan bir yığın nizâmsızlığın nasıl farkına varabilir?

YENİ ZELANDA KATLİAMI VE NİZÂMSIZLIK

“Müslüman çağından mesuldür.” derken, üzerimizde olan mesuliyetin büyüklüğünün farkına varmalıyız. İşte Yeni Zelanda’da gerçekleşen katliam… Biz nizâmsızlık içerisinde oyalanırken, yeryüzü müslümanlara dar ediliyor. İçerisinde ibadet edilen ve Allah’ın adının anıldığı mescidlerde insanlar vahşice katlediliyor. Eğer bizler çağımızın mesuliyetini taşıyabilseydik bu olabilir miydi? “Dünyada gördüğümüz her türlü haksızlık, bizim adam olamamızdan kaynaklanmaktadır; bunun suçluluk duygusunu hissetmenizi istiyorum… Ve adeta bir film seyrederken, bir kaç dakikalığına oradaki hadiseden müteessir olup, aradan üç gün geçince horul horul uyumaya başlayan insanlar değil. KURU KURU KARŞI ÇIKMALARDA DEĞİL…” diyen Mütefekkir’e yalnızca kulak değil gönül vermek lazım. Ve bunların olduğu dünyada hâlâ sinema seyircisi keyfiyetinde, hamaset yüklü politika kurtlarının dayattığı nizâmsızlığı görmezden gelemeyiz.

En ulvî meseleleri dahi seçim meydanında üç-beş oy fazla almak için kullanan, camii de katledilen mazlumların görüntülerini seçim meydanında ekrandan vererek oy avcılığına soyunan, hiç bir ahlâk ölçüsü kalmamış siyaset anlayışını sinema seyircisi keyfiyeti ile alkışlayamayız.

Suat KÜRŞAT

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: