TARİHÎ HASSASİYETİMİZ VE HAYSİYETİMİZ
Allah’ın mavi arşına
Mabetlerden tekbirler yükseliyor
Bunlar benim ülkemin şarkılarıdır
Bütün ovalar, bütün dağlar bu şarkıları haykırıyor…
(Bosna’nın ilk Milli Marşından)
Dünyanın neresinde olursa olsun iman ve inanç yönüyle ortak paydayı paylaşan insanlar kaderde birbirine bağlıdır. Kendine dini inanç isnad eden hiçbir şahıs, bu sorumluluğunu görmezden gelemez. Doğu Türkistan’dan Bosna’ya uzanan coğrafyada yaşanan olaylara karşı bugün kısmen ya da bütün olarak gafletteysek eğer, bunun sebebi şuur eksikliği ve kendini tarihî olarak “aşağıda görme” kompleksidir. Elbette bu iki olgunun yanına iman eksikliği, ümmet şuurundan yoksun olmak, cemaat olamamak gibi aslî pek çok sebep eklenebilir. Makalemi “şuur eksikliği” ve “aşağılık kompleksi” çizgisinde ele alacağım için bu iki kavramı öne çıkardım.
“Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur,
Sırtına Sakaryanın, Türk tarihi vurulur.
Eyvah, eyvah, Sakaryam, sana mı düştü bu yük?
Bu dâva hor, bu dâva öksüz, bu dâva büyük!..” (Necip Fazıl Kısakürek – ÇİLE)
Birinci Dünya Savaşı, küresel ölçekte küfür düzenini besleyen önemli bir eylem olmuştur. Birinci Dünya Savaşı sonunda hem doğuda hem batıda müslümanların ve ehli kitap denebilecek kitlelerin başına küfür düzeni hâkim olmuştur. Fizikî işgali bu noktada asıl problem olarak görmemek gerekir. Asıl problem imparatorluk tebâlarının zorla, daha dar sınırlara, daha dar görüşlere ve ulus-devlet olarak adlandırılan bir nevi modern pasif ırkçılık temelli devlet yapılanmasına itilmesidir. Batı fikriyatının iki yüzlülüğünün dünya siyasetindeki bir garip tezahürü ulus-devlet anlayışıdır diyebiliriz. Bir lokanta açıp “buraya sadece Türkler, İspanyollar girebilir!” diyemezsiniz ama devlet kurup, “bu devlet sadece şu ya da bu ulusa aittir” diyebilirsiniz. Buradaki dar fikriyatı ve çelişkili anlayışın detaylarının tefekkürünü yazının makul hacmini aşmamak gayesiyle okura bırakıyorum.
El hasıl ulus-devlet fikriyatı tarihî ve vicdanî sorumluluğumuz dahilinde olan coğrafyalarla olan organik bağımızı, gönül bağımızı sekteye uğratmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’ni sınırları tespit edilmiş bir ulus-devlet olarak tanımlayamayız. Misak-ı Millî, nihâî değil, ancak geçici bir hedef olabilir. Yoksa bu dava Misak-ı Millîyi tamamlayarak başarıya ulaşmış addedilmez. Müslüman şuuru olarak ulus devlet meselesini içselleştiremeyiz. Toplumsal vicdana karşı olan sorumluluğumuz bunu kabul edemez.
Evren bütün değişmelere rağmen bir düzen ve bütün ayrıntılarına rağmen bir ahenk içindedir. (İbn Heysem – Makale fi Keyfiyet er-Rasad)
İhtiyaç duyulan şuurun şahlanması için, ihtiyaç duyduğumuz en önemli şeylerden biri toplumsal olarak “batıya yaranınca mutlu olma” aşağılık kompleksini yenmek; İslâm izzet, şeref ve şuurunu edinmeyi hedeflemektir.
Yalan yanlış tarih afyonlarının sokaklara dökülmesi gerekiyor. Tıpkı Maide Sûresi 90-91 inzal olup, haberi Müminlere ulaşınca tulumları delinip, küpleri kırılan içkilerin Medine sokaklarında akıp gitmesi gibi; zihnimize ve kalbimize zerkedilen “bilimin ve gelişmişliğin tarihten bugüne batının elinde olduğu” fikri de şuurumuzu uyuşturan içki görülerek, dökülüp atılmalıdır.
Tarih kitaplarında anlatılan Rönesans ve Reformun “Batının icadı” bir başarı olmak şöyle dursun, kaynak gözetmeksizin intihaller tarihine dayanan bir “hırsızlık başarısı” olduğunu üstüne basa basa vurgulamak gerekiyor! Ne kadar hazin ve trajikomiktir ki bugün, akademi, yüksek öğretim ve bilimsel makale özgünlüğü standartlarını belirleyen kurumların geçmişi, bilimsel-ilmî hırsızlıklarla ve intihallerle doludur.
Bu konuyla ilgili herkesin az da olsa bilgi sahibi olması gerekiyor ki, bunun için Prof. Dr. Fuat Sezgin’in “İslam Uygarlığında Astronomi, Coğrafya ve Denizcilik” eseriyle birlikte yine kendisine ait olan “İslam’da Bilim ve Teknik” eserlerini tavsiye ediyorum.
Günümüz eğitim anlayışında ve sisteminde tarihsel hassasiyetimiz ve haysiyetimiz davasının sahipsiz bırakıldığını görmek güç değil. Ancak dava büyük!
Hâsılı; Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun belirttiği gibi:
“Hükmünü insana hâkim kılan tarih anlayışı yerine, tarihe mânâ veren hâlihazırdaki insan düşüncesi…” (Salih Mirzabeyoğlu – İBDA Diyalektiği – Shf: 83 )
İhtiyaç duyduğumuz öz bu!
Burak CANDAN