DİL HASSASİYETİMİZ: KAVRAMLAR

Burak CANDAN

Bir dilin içinde özelleşen söz veya söz öbekleri zaman içerisinde kavramlara dönüşür. Bazı kelimeler uzun yıllar içerisinde kullanım farklılıklarına göre ıstılahî mânâlar kazanır. Takdir-i İlâhî gereği, özellikle sosyolojik alanda ıstılah mânâsı kazanan kavramlar belli inançlar, belli ideolojiler çerçevesinde anılmaya başlanır. Eğer bir grup veya ideoloji olarak ihtiyaç duyduğunuz kavram basitleştirilmişse, içi boşaltılmışsa veya başka bir grup sahiplenmişse ya yeni bir kavram inşâ etmek veya mücadele verip o kavramı tekrar ele geçirmek gerekir.

Yukarıda izâh etmeye çalıştığım konuya basit bir örnek vereyim. Mesela “diaspora” kelimesi lûgat mânâsı olarak bir milletin, kavmin veya inanç mensubu grubun memleketlerinden ayrılarak başka bir yerde azınlık olarak yaşamasıdır. İnsanlık dışı bir şekilde Amerika Kıtası’na götürülen zenciler esasında diaspora teşkil eder. Ancak bizler genel olarak diaspora kelimesini objektif mânâda kullanmayız. Zira diaspora kelimesi bizim gündemimizde ıstılahî bir mânâ kazanmış ve Türk düşmanı “Ermeni Lobisi”yle eş değer olmuştur. Sürekli olarak “Ermeni diasporası” şeklinde kullanıldığı için “diaspora” kavramı da negatif algı oluşturan bir anlama bürünmüştür.

Bu şekilde siyasî propaganda aracı olarak kullanılan, türetilen veya icat edilen kelimeler veya kelime grupları tarihte sürekli olarak kullanılır. Bütün siyasî iktidarlar, erkler, amaçlarına ulaşmak için kelimelerin gücüne muhtaçtır. Bunun için de güçlü kelimeler seçilir. Ancak mukaddes köklerden yetişmiş ve propaganda aracı olarak kullanılan kelimelerin hakkı verilmezse, ahalinin genel şuur çerçevesinde bu kelimelerin mânâ derinliği yüzeyselleşmeye başlar. Bu mânâ erozyonuna karşı durulmazsa, zaman içinde kelime derinliğini kaybeder. Netice olarak bir ideoloji veya ideolog, tarihin içinden bu tarz bir kelimeye muhtaç olduğunu hissederse erozyonla mücadele edip, kavga edip, mânâyı tekrar yeşertmek durumundadır.

Tanım faslından sonra biraz daha güncel konulara, gözlerimizin önünde dönen tiyatroya değinebiliriz: Bir süredir medya taarruzuna maruz kalan pekçok insan “diriliş”, “uyanış” gibi kelimelerin ne dediğini bilmeyen siyasîler, devlet memuru, vaizler ve ucuz tv programı konuşmacılarının dillerinde pelesenk olduğunu fark etmiştir. Popülist ve basit tavırlar takınan söz konusu zevatın bu iki kelimeyi kullanarak içtimaî bir mânâ dejenerasyonuna nasıl sebebiyet verdiklerine, kavramları açarak değineyim.

“Diriliş” ve “uyanış” kelimelerinin aslî mânâsına tekâmül çerçevesinde erilebilir ve bu mânâya eremeyenler tarafından kullanılması en basit tabiriyle cahillik olur. Söz bu noktaya gelmişken Kumandan Salih Mirzabeyoğlu, “dirilmek” ve “diriliş” kavramını nasıl işliyor bakalım:

Söylene söylene bir takım ağızlarda müptezelleşen ve bayılan şu “ölüm” lâfı… Etrafında ruhsuz klişelerden mürekkeb hikmet ve nasihat gevelenen veya fikir özü geberik “metafizik ürperti” numaralarına mevzu olan ucuz “ölüm” lâfını öldürmek ve “has gaye” mânâsıyla onu yeniden diriltmek… Demem o ki, odama “ölüm odası” adını vermem, her ân yeniden doğmaya memur insan “oluş”una nisbetle oranın “doğuş odası” olmasından… “Doğum” ve “ölüm” kavramlarını, kaçanı ve kovalayanı sürekli değişen fasit bir daire içindeki bezginlik uyandırıcı söz cambazlığına düşürmeden, muradımın “ölüme doğmak” ve “ölmeden önce ölmek” esasına bağlı olduğunu hissettirdiğimi sanarak, ilâve etmeliyim:

– “Bu mekân, bana dehşet aşılayan veya dehşetimi ifşâ ettiğim bir yer değil; tam tersi, en çok kendim olduğum bir sığınak, barınak, korunak ve hesap hânedir!”

Bu odada, hususiyle hayâlimde tesis ettiğim bu odada, şu veya bu beşerî münasebetin mahkûm ettiği fikir dışı bir rolün gerektirdiği makyajdan sıyrılmış, kendimim!…” (Damlaya Damlaya, Salih Mirzabeyoğlu, Shf:27-28, İBDA Yayınları)

Mütefekkirin diğer eserlerinde de “Ölmeden önce ölünüz!” veya “İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar!” Hadis-i Şerifleri farklı derinlik katmanlarında işleniyor. Buradan özet bir sonuca varmak icap ederse şöyle bir çıkarımda bulunmak yanlış olmaz kanaatindeyim; bir müslüman “uyanış” veya “diriliş” kelimelerini kullanırsa, bahsettiği konunun kökü Allah’ın sevgilisinin sözlerine gider. Eğer hakkını veremeyecekse, Allah’ın Resûlü’nün ahlâkıyla ahlâklanma menzilinde kararlılıkla yürümeyecekse bu sözleri hiç ağzına almasın! Bu kelimeler, reklam arasında banka reklamlarının döndüğü, hususî hayatında ne idüğü belirsiz şenaatler işleyen “oyuncu”ların kadrosunda yer aldığı beş para etmez dizilerde kullanılacak sloganlar olamaz!.. Televizyon dizileri denilen, medya terör örgütünün tüketim materyali hâline gelmiş yapımlar manevî dünyamızda nereye oturur, lâzım mıdır, değil midir; bu konu da çok su götürür ya neyse, başka yazıya kalsın. Konumuza dönecek olursak; bu mukaddes kelimeler, öyle hadiselerin akışı gereği hasbelkader üç beş bin kişiyi toplamış vaizlerin günün heyecanıyla kullanabileceği vurgular da olamaz! Altını dolduramayacak kimse, sağda solda bu sözleri sarf edememeli, kendi kıt anlayışında ve kör nefsi hesabına harcamasına izin verilmemeli…

Salih Mirzabeyoğlu’nun, “İBDA Diyalektiği” adlı eserinin 7. Levhası “Memuriyetimiz Mecburiyetimiz” şeklindedir. Yedinci levha, alt konu başlıkları dahilinde oldukça derin ve önemlidir. Binaenaleyh yazımda Salih Mirzabeyoğlu’nun konuları dıştan içe ve içten dışa inceleme metodunun basit bir örneği olarak “memuriyetimiz mecburiyetimiz” kalıbına da değinmek istiyorum. Tabiî olarak memuriyetimiz, mecburiyetimiz olurken, mecburiyetlerimiz de memuriyetimiz oluyor. İnsanın doğası, eşyanın tabiatı gereği bu denklem böyle işler. Dolayısıyla devletin kadrolu imamı, vaizi, devletin memurudur. Memuru olması hasebiyle vazife tanımları mecburiyetidir. İmamlar hutbelerde “kumar oynamayın”, “millî piyango bileti almayın” derler ama devlete “bu kurumları kapat!” ihtarı çekemezler. “Alkol içmeyin” derler ama devleti karşısına alarak rest çekemezler. “Faiz almayın, vermeyin” deseler de maaşlarını aldıkları bütçelerin hangi paralarla oluştuğunu sorgulamazlar, sorgulayamazlar. Peki ne diyor Mirzabeyoğlu:

Kendisinden kıl kadar ayrı düşülünce ortada hiç kalmayan bir şey varsa, o da şeriattır…” (İBDA Diyalektiği -Kurtuluş Yolu-, Salih Mirzabeyoğlu, Shf. 159, İBDA Yayınları)

Kadrolu vaizlerin, imamların yaptıkları işler hayırdır-şerdir bu onların vicdanını bağlar. Ben hepsini itham edemem, arkalarında durup namaz kılıyoruz ama öz itibariyle sıkıntılı bir durumda oldukları yadsınamaz. Özellikle “uyanıştan”, “dirilişten” bahsetmelerini çok zor görüyorum. Bu şartlar altında birileri “uyanış veya diriliş” diyecekse, hür memuriyetlerinin mecburiyetinde yaşamaya çalışan İbdacıların hakkı, devletin memurluğu mecburiyetinde olan vaizlerden, imamlardan daha fazladır. Zira onların ekseriyeti devlet uyanmadan uyanamazlar, derin bir uykudadırlar. Uykularında metodlu bir ilerleyiş sergileyip dava inşâ etmeleri zor olduğundan İslâm şuuruna, Din-i Mübîn’e hizmet olarak sarf ettikleri (Kur’ân’ı Kerim ve Hadis-i Şerif nakli dışındaki) nefsi sözlerin pek çoğu “laf atmak” mahiyetinde kalır. Derin rüyâlarında laf attıklarına göre, bakalım İmam Nablusî rüyâ tabirleri bahsinde “laf atmak” hadisesini nasıl değerlendiriyor:

Rüyada laf atmak: Rüyada birisine laf atmak, cahilliğe ve acizliğe işarettir.”

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: