ÇÜRÜK AYDINLAR VE LİSANIMIZ – 2
Burhan Halit KOŞAN
“Canı gördüm cananda, aşkı gördüm meydanda
Âşıkların meydanı cümle bostan içinde.” (*)
Tarihimizin, lisanımızın, örfümüzün, ananevi geleneklerimizin, tasavvuf anlayışımızın ve ruhi genetiğimizin “kuzu dişi”, Turan ovalarının mavi gülü olan Hâce Ahmet YESEVİ, böyle buyurdu.
Hâce, harfleri derlemekte çaresiz, rakamları toplamaktan acizim, hünersizim, yoksul bir Türk çocuğuyum. Neşter vurulmayan sızılarım, dikiş tutmayan yaralarım var. Hâce, erdemlerimiz ve değerlerimize karşı savaş açan çürük aydınlara karşı, himmet bahşişini bekleyen bir dilenciyim.
Hâce ya himmet eyle türbedarın olalım ya ruhsat ver Ergenekon erisin, küfrü pataklayalım.
FİRKETE
Aziz Türk milletinin ayık kalmasını ve diri olmanı sağlayan unsurlardan biri de Türkçe değil mi?
Kendi lisanımıza olan güvenimizi kaybettiğimizde çöküşe, yıkıma ve imha olmaya sürüklenip, tarihin dışına atılmak tehlikesiyle karşı karşıya kalmaz mıyız? Cumhuriyetin tarihi, lisanımızın aşındığı, dilimizin yıprandığı ve kelimelerimizin kireç tuttuğu ve tarihî kahramanlarımıza karşı muazzam hayal kırıklıklarımızın damgasını taşımıyor mu? Demokratik Cumhuriyetin çocukları, mutlak olana, mukaddes olana, örfümüze ve türbelerimize ünlem işareti bırakmıyorlar mı?
MATEMATİK HESAP SORAR
Bizler, farkında olalım veya olmayalım, tarih, astronomi, gramer, “Toy taylara baş kırdıran riyaziye” (**), yani matematik gibi disiplinler yoluyla önce yalnızlığa, sonra agoraya sürükleniriz.
Düşünce maceramız, duygu serüvenimiz, tefekkür seyahatimiz ve murakabe miracımız için, gramerimizi, metafizik cihetiyle birlikte öğrenmeye mecburuz. Kan döken Kabil’i sopalamak, feragat ehli kahramanlara kin kusanı sobelemek, tarihî şahsiyetlerimizi zan altında bırakanı pataklamak, manevî dinamiklerimizi tahrif eden soysuzu okşamak için gül kokulu gramerimize mecburuz ve mahkûmuz… Tefekkür affeder, matematik hesap sorar.
Çehresi olmayan ve silueti görülmeyen bu karanlık çağda tehlike altında olan düşünce değil, fikir değil, tefekkür değil, murakabe değil, bizatihi insandır. Can güvenliği tehdit altında olan, ilga ve imha edilmek istenen insandır. Bir paradoks olsa da imha edilmek istenen varlığımızı, sadece ve sadece fikirle koruyabiliriz. Çırılçıplak bir ifadeyle, can güvenliğimizin teminatını ve ruh muvazenemizin güvencesini, mavi, masmavi fikrin içinde yuvarlanıp, gırtlağımıza kadar içine gömüldükçe koruyabiliriz. Belâgatin tadını, sohbetin lezzetini alabileceğimiz biri kaldı mı?
Melânetin faili olan çirkefler, saydam olan kötülüğün yeryüzüne dağılan parçaları, Kabil’in arz üzerine dağılmış veçheleridir. Yaygara kopardığımız, şamata çıkardığımız tarih olgusu, Kabil ile Habil’in yansıyan hallerinden başka nedir ki! Yalın, çıplak, çırılçıplak bir ifadeyle tarih dediğimiz olgu, cennet ile cehennemin, mümin ile kâfirin, mazlum ile zalimin, maktul ile katilin yansıyan hallerinden başka nedir ki! İmân, teslimiyetin güzergâhı olduğu kadar dışlamanın da yoludur. Kelimelerin cambazı ve sahabesi olamayacağıma tali yola sapmadan ve hiç kem küm etmeden içimden geleni yazayım. Biz ki, “Âdem, kil- toprak ile su arasındayken ben peygamberdim” buyuran Allah Resûlü’ne ümmetiz. Vekilharcı olan Salih Kumandana sadakatimiz ve bağlılığımız mavi bayrağa: Bir maktûl, bir mazlum, bir Habil olmak da kaderimizdir. Söyle gülüm, söyle bana mavi gülüm, sütbeyaz yazgıya zift bulaşır mı?!
Takdir edersiniz ki, yarın kıyametin kopacağını bilsek de elimizdeki fideyi dikmekle mükellefiz.
Buğdayı olmayan heybem, tedavülde olmayan akçelerim ile bir düşün, bir rüyanın peşindeyim.
Bir salkımsöğüt serinliğini düşüremesem de “yarın değil, hemen şimdi” kötülük zincirinin bir halkasını kırmaya azmedeyim ve erozyona uğrayan dilimizi onarmaya yelteneyim. Bırak beni, nara atıp haykırayım. Putları, sırf yerlerine başka putları koymak için kıranlara karşı çıkayım.
“DİL VATANDIR” (***)
Dil, maddî ve manevi hayatımızın her alanında tezahür etmiyor mu? Bilgilendiriyor, sorguluyor, düzeltiyor, büyülüyor, efsunluyor, uzaklaştırıyor, yakınlaştırıyor, ikna ediyor, inandırıyor, telkin ediyor, racon kesiyor, ricada bulunuyor, merhamet dileniyor, hükmediyor ve genel olarak da boş konuşuyoruz. Dil bir kaldıraçtır. Bu kaldıracın aracılığıyla olguları, algıları, nükte ve esprileri, hoş ve nahoş malûmatları, tuhaf ve kaçık haberleri, taptaze düşünceleri, turfanda görüşleri ve kanaatlerimizi aktarabiliyoruz. Hakeza okuyanın beklemediği ve dinleyenin hazırlıklı olmadığı tespit ve görüntüleri de… Denizin dalgaları, rüzgârın uğultusu ve yaprağın hışırtısı çok zengin.
Dil, ses ile anlam arasında, ses ile mânâ arasında ve mânâ ile ukba arasında bağlantı kurmanın yolu değil mi? Malûmdur ki, zekâ mahsulü fikir ve akıl mamulü düşünce, fizikî görünürlüğünü dil aracılığıyla kazanır. Olguları, algıları, duyguları ve manevi bakış açımızı aktarma hususunda da dilimize muhtacız. Mamafih, kör cephede kalmasını istediğimiz noktaların, saklı kalmasını istediğimiz sırlarımızın, üstüne toprak serptiğimiz hatıralarımızın, yani gizlediklerimizin üstünü örtmek için de lisanımıza başvururuz. Gerçi sözler ile gizlediğimiz ve cümlelerle sakladığımız ve bilinmesini istemediklerimizin üstünü ne kadar örtmeye çabalasak da duygu alfabemiz bizi ele veriyor: Tiksintimizi acı alay ile, bulantımızı ekşiyen suratımız ile, pişmanlığımızı dalgınlığımız ve durgunluğumuzla göstermiyor muyuz!? Edepsiz dudaklara mühür vurulmalı.
Efem: “Dil, zaman vakıasından ayrı düşünülemez.” (****) buyuruyor. Evet, zaman varlığının en küçük birimi olan ‘’ân’’ ölçütünün mekâna düşen izdüşümü olan harflerin her birini de lisanın en küçük birimi olarak söyleyebiliriz. Karman çorman ve fazlasıyla dağınık olan harflerin de her birinin frekansı, albenisi, tesiri, çığlığı, mırıltısı, notası, kokusu, estetiği, diyalektiği, tedaisi ve bağlı bulunduğu yıldızı farklı farklı olduğu gibi her birisinin verdiği hissiyat duygusu da başka başkadır. Gül yağında pişen ve misk-i amber kokan lisanım, her bir cüzünün kökeninde yoktan var edenin olduğunu hissettiğim Türkçem, seninle konuştuğum için ne kadar şükretsem azdır.
Ecnebi dillerine olan mesafemizin yakın veya uzak olması çok da önemli değil. Ecnebi dillerine ne kadar yakınlaşırsak yakınlaşalım veya ne kadar uzaklaşırsak uzaklaşalım, kendi öz lisanımıza olan hâkimiyetimiz yoksa, umudumuz ve ümidimiz de yoksa, nefes almamız, yürümemiz ve yaşamamız da imkânsızlaşır. Bir dilin tükenişi, bir milletin koltuk değneklerine muhtaç kötürüm oluşu, can çekişmesi, kefenlenmesi ve musalla taşına uzatılışıdır. Hatun kişi niyetine, buyurun cenaze namazına!
İster kabul edelim ister etmeyelim, vatan çatırdıyor, barbar laikler ve vahşi yobazlar her köşe başını tutmuş. İster kabul edelim ister etmeyelim, her köşe başında hortlakları nöbet tutuyor.
Yaşayabilmemiz için oksijene mecbur olduğumuz gibi hayatta ve ayakta kalabilmemiz için de biricik dilimize odaklanmalı ve gramer bilgimizi yoğunlaştırmaya ve derinleştirmeye mecburuz.
Kendi lisanımıza hâkimiyetimiz olmadığı takdirde muhtevayı, müktesebatı, ana temayı idrak eden şahsiyetli fertler değil, görüntünün, görünüşün, şeklin, biçimin, üslûbun tutsakları oluruz. Müktesebatı palavraya, muhtevayı rezalete ve içeriği çekici olana kurban ederiz. Kuruntu ile şaklabanlığın, tedirginlik ile şaibenin, gevşeklik ile şüphenin karşımı olan kusurlu bir malûmatı bilgi zannederiz. Görüntülerde uzmanlaşma, şekil, biçim, kalıp, form ve üslûpta ustalaşmanın neticesi, hakikî bilgi değil, cüruf, salya ve kirli malumattır. Günahın zehrini barındıran cürufun, mikrop taşıyan salyanın ve malûmat çöplüğünün nakliyesine soyunmak, çağa ayak uydurmayı ve benzeşmeyi getirse de ahdi ilâhîye başkaldırıdır. Çağını aşmayan derviş olabilir mi?
Hakikati bilmek, esası bilmektir. Hakikati bilmek, teslimiyet ile vecdi bütünleştirmek ve zarf ile mazrufu, itikat ile ameli, teori ile pratiği, söz ile aksiyonu birleştirmektir. Hint diyarımızda bilge ve aziz aynı kişide buluşurdu. Hakikati bilmek, çağa savaş açmak, demokratik düzenle kavga etmektir. İnsanın çağıyla çatışma halini yaşaması ayırt edici bir ayrıcalığıdır. Hakikati bilen, gerçeği kavrayan ve çağıyla çatışmaya giren her bir insanın kalbi kırık, gönlü buruk ve yüreğinde büyük bir boşluğu olsa da insan olduğu için yaşadığı çağı ya şifa dağıtan bakışı ile ya mücadelesi ile tedavi etmeye çalışır. Birincisinin ehli olmadığıma göre benim payıma ikincisi düşüyor.
Kabil’in çocuklarını, yani Türk ile Türkçe düşmanlarını, yani süt oğlanlarını, yani muzır neşriyatı, haydudu, çapulcuyu, kundakçıyı, tırnakçıyı, hırsızı, serkeş serseriyi, haramiyi, etnik bölücüyü, katili, caniyi, sütü bozuğu, soysuzu, seri tecavüzcüyü, şehitlerin bacısını iğfal ettiğini itiraf eden milletvekillerini koruyan, kollayan ve ödüllendiren bir rejimle vuruşmayana; iskeletle zina eden demokratik bir düzenle dövüşmeyene insan denir mi?
“BOŞ RUHLAR”
Rusya’nın büyük edibi Puşkin’in ‘’Erzurum Yolculuğu’’ adlı eserini dikkatinizden kaçırsanız dahi Gogol’un sahte kahramanlar için kullandığı “boş ruhlar” tabirini bilirsiniz. Ben, bu tabiri Türkçe lisanımız ile Türk milletine karşı yabancılaşan ve yabancılaştıkça hayvanlaşan “çürük aydınlar” için kullanmayı tercih ediyorum. Boş ruhları ile, sefil ve sefih düşünceleri ile, antin kuntin değerlendirmeleri ile, hödük gözlemleri ile dil vatanımızı lime lime eden, rezilliğin daniskasını sergileyen, dil vatanımızı parçalayan ve zehirleyen bu azgın güruha karşı taktik ustası tilki ve strateji uzmanı kurt olmalıyız. Söyle bana iki gözüm, söyle bana: Mavi bir kurdun ulumasından daha yürek parçalayıcı bir dil var mıdır?
Çürük aydınların azmettiği gramer suikastlarını, yarın değil hemen şimdi prensibimiz ile ifşa edelim. Basın yayının bekçi köpekleri, yani çürük aydınlar, aziz Türk milletini yozlaştırmak için teşbihi, tarih ile bağımızı kesmek için bağlacı, istikbalimizi köreltmek için mecazı, kutsallarımızı alçaltmak için kinayeyi, mukaddes ölçülerimizi küçültmek için hicvi, ananevi geleneklerimizi ve örfümüzü öldürmek için tevriyeyi, ruh simyamızı alt üst etmek için şiiri, tarihi şahsiyetlerimizi itibarsızlaştırmak için de intak sanatını kemirir ve sömürürler. Bu hergelelerin özgünlüğü, sıfat ve yükleme işkence etmek, teşbihi tetikçi olarak kullanmaktan ibaret olduğunu söyleyebilirim. Bu kibirli köleler, bu engerekler şarkı söyleyemez, ‘’Şarkımız’’ şiirini okuyamazlar!
Çürük aydınların küresel liberalizmin sol açığında yer alanlar, aziz milletimizi, kültür sanat faaliyetleri ve beşerî bilimler aracılığıyla tahrif ve tahriş ettiği gibi liberalizmin sağ açığı olan vahşi yobazlar da maneviyatımızı kemirerek tahriş ve tahrif ediyorlar. Kudüs keşişleri olarak damgaladığım vahşi yobazların faili olduğu uygulamaları ve gramer cürümlerini de ifşa edelim. Kudüs keşişleri olan yobazlar; “Medeniyetimizin Temeltaş”ı olan “ehlisünnet”i ve örfe ait değerlerimizi sulandırmaları ile, Yahudi kültürü ve Hıristiyan geleneği olan sure adı ve ayet numarası yazma zevzeklikleri ile, Kelâmı Kadim’i, yani Kur’ân’ı Kerim’i bilanço defterine dönüştürme sapkınlıkları ile, nas ile sabit olan mucizelerin anlam ve mânâlarını çarpıtarak, bilimsel risale adı altında rasyonalizmle izah etme girişimleri ile ahalimizi ve maneviyatımızı kemirir ve sömürürler.
Zihniyetlerinden zehir, çatal dillerinden irin ve cerahat dökülen ‘’boş ruhlar’’ ile Kudüs keşişlerine karşı diş bilememi ve dişimin gıcırdamasına biraz daha tahammül göstermenizi rica ediyorum. İmparatorluklarımızı, devletlerimizi, atabeyliklerimizi, organik maneviyatımızı ve ruhumuzu kemiren çürük aydınların, çözüm ve çare diye sundukları tekliflerinin hiçbiri yerli ve doğal değil, hiçbirinin bitkisel tesiri olmuyor. Kudüs keşişi yobazlar ile ultra laik kesimlerin birbirlerine karşı sergilediği “sahte karşıtlık” rollerine ve kof tavırlarına aldanmayalım.
Bugün, çürük aydınların hâkimiyetindeki ana medya, “sahte karşıtlık” üzerinden çeşitlilik ile bölücülüğü, kurban ile saldırganı, ehlisünnet akidesi ile sapkın görüşleri aynı kelimelerle izah eden ve ahalimizin ruh köküne suikast düzenleyen bir çetedir. Meramımı bazen sade ve aşikâr, bazen dolambaçlı anlatsam da “çürük aydınların”,dinimizin, milletimizin ruhunu kararttıkları için cezalandırılmaları gerektiğine inanıyorum. Zehir kusan dudakları, iplik, iplik dikelim!
MENAKIB: RÜYALARIN DİLİ
Yoruldum, çok yoruldum. Beş bin yıllık yoldan geliyorum. Mesken tuttuğum Ecrim kentinde Muiniddin Çeşti’nin türbesindeydim. Gökyüzünde Ay dolunay, yeryüzünde toprak pek serindi, gecenin bir demiydi, metafizik iniltiler işittim, gözümü açtım, bir derviş gördüm.
Dedi: Selamünaleyküm!
Dedim: Aleykümselâm!
Dedi: Çok bekledim, nerede kaldın?
Dedim: Özür dilerim! Gaflet arkadaşım, unutkanlık dostum oldu, yolu şaşırdım.
Dedi: İyice belle diyeceklerimi ve bal arısı gibi sırla. Sadece kıssayı yazabilirsin…
Dedim: Türbede dinlenen himmet ederse.
Dedi: Büyük Doğunun hudutları içinde yer alan Hindistan eyaletimizin ücra bir vilayetinin en ücra köşesindeki bir köyümüzde her şey rüyalarla açıklanıyordu. Kim kiminle evlenecek, kim kiminle sohbet edecek ve rahatsızlanan hastaları iyileştirmek için nelerin yapılacağı gibi çok çok önemli hususlarda bile görülen rüyalara göre kararlar alınıyordu. Ta ki İngiliz işgalcileri gelene kadar. Köyde yaşayanlardan birisi İngilizlerin işgal edip yerleşmelerinden sonra köyde yaşayanların hiç rüya görmediklerini söyledi.
Dedim: Çok, çok teşekkür ederim. Heybeme yükledim ve hissemi aldım bu nasihatten.
HER ÇAĞIN BİR KOKUSU VARDIR.
Ahlâkî hükümler, tesir edebileceklerine inandıkları bir etkiyi hayata geçirme niyetiyle hareket eden insanlar için geçerlidir. Mütefekkirin “Dil vatandır” ifadesinin hakkını vermeliyiz.Lisanın ifade biçimlerinden olan: Resim, musiki, mimari, şiir ve benzeri alanlarda kullandığımız kelimeler, muhatabımızın zihin dünyasında kıvılcımların uçuşmasına ve kalbinde bir fikrin tutuşmasına sebep olur. Kendi varlığımızı şekillendiren kelimeler, dile meraklı olan insanların aşina olmadıklarından dolayı dikkatini çeker ve öğrenmek için çaba sarf etmelerinin ardından dil vatanımıza iltica ederler. Hani demem o ki, fikir diline ait enstrümanların her biri potansiyel olarak insanımızı ve ahalimizi dönüştürme adayıdır. Kumandanın ardı sıra yürümek bir zaferdir. Tasvip edilmek ve tezahürat işitmek bunun yanında bir hiçtir.
Herhangi bir ferdin dilini, yani lisanını değiştirmesi din değiştirmesinden çok daha az rastlanan nadir bir durumdur. Beşer tarihinde din değiştiren insan, topluluk, devlet ve imparatorluklara rasgelsek de bir milletin topyekûn dil soykırımından geçtiğine sadece ve sadece bir defa şahit olabiliriz. Firavun, Nemrut, Mao, Lenin, Stalin, Hitler gibi Tiranların bile cesaret edemediği dil soykırımını uygulayan despot diktatörün sicili bozuk sözcükleri yerleştirmek için, gül kokan, sümbül ve manolya kokan irfan ehli kelimeleri nasıl katlettiğini, hangi işkence tezgâhlarından geçirdiğini anlatsam, vallahi oturup ağlarsın. Semavi kelimeler arşa çekildi, edepli kelimeler kurşuna dizildi ve darağacına asıldı Hintçe kelimeler… Ayakkabımı verin, canımı kurtarayım.
Derviş Yunus’un kullandığı Hintçe kelimelerden haberdar olmasanız dahi Üstadımızın Gençliğe Hitabe’sindeki: ‘’dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, öcünün davacısı bir gençlik’’ buyruğu malûmunuzdur. Bu cümlede ardışık ifade edilen mukaddes değerlerin rütbe keyfiyetini ne resmi tutanaklardan, ne karakol ifadelerinden, ne kürsülerden öğrenemeyiz. Tutanaklar yalan, ifadeler işkence ve kürsü dediğin, yas tutanların zihni, cenaze merasimi düzenleyenlerin geçit töreninden başka nedir ki!
Bir dilin belirli bir saydamlığı, gözenekleri, değerler silsilesi ve erdemler sıralaması, mücerret ifadeleri, terkibi hükümleri, ifade biçimi çeşitliliği, diller arasındaki geçişken vasfı, noktalama işaretlerinin zenginliği ve benzeri cevherleri cılızsa, eksikse ve noksansa, o dilin yoğun bakımda olduğunu, can çekiştiğini ve morga kaldırılacağını söyleyebiliriz. Kullandığımız kelimeler ve noktalama işaretleri, bizim “ne olduğumuzu” ele verdiği gibi neler yapabileceğimizi ve neleri yapamayacağımızı da ele verir.
Kibarlığın ve zarafetin sadeliğini, şiirin ve tebessümün sıcaklığını hissetmediğimiz müddetçe el âleme karşı hiçbir üstün tarafımız yok demektir. Kelimeler karşısında sarsak ve mânâ karşısında intibaksız olmamız halinde, eli kulağında belaları çağırırız da haberimiz olmaz. Tenkit ettiğimiz, yerden yere vurduğumuz batılın gramerini kullanma fiyaskomuz, cehennemin ‘’nerde kaldın lânetli’’ nidasıyla karşılandığında pişman olsak da iş işten geçmiş olur.
Azizim, yüreğim sızlıyor, kalbim kanıyor. ‘’Sus buyruğu’’ gelmeden, Medine’yi Münevvere’den ya bir muştu ya bir harf getir, bir kelime getir tavan arasından şifa bulayım. Bağlaç nedir, şiir nedir, zaman kipi nedir, hâl nedir, ahvâl nedir suallerime cevap bulayım.
Devam edecek…
* Hace Ahmet YESEVİ / Divanı Hikmet
** Salih MİRZABEYOĞLU /Erkam / Sayfa: 43
*** Salih MİRZABEYOĞLU / Dil ve Anlayış II Baskı / Sayfa: 117
**** Salih MİRZABEYOĞLU / Dil ve Anlayış II Baskı / Sayfa: 94