ÇÜRÜK AYDINLAR VE LİSÂNIMIZ – 4
Burhan Halit KOŞAN
Türk nazmında çü min tartıp âlem / Türk şiirinde ne zaman ki ben bayrak kaldırdım, Eyledim ol memleketi yek kalem / İşte o an, Türk yurtlarını bir kalemde birleştirdim.
Çağatay Türkçesi, mümin imânıyla yürüyen bu dizeler bizim, şairi bizim, bu hikâye Türkçe ve bizim serencamımız. Mukaddes lisânımızın kurucu figürü ve muhafızı, aziz milletimizin gülü, Nakşî tekkesinin bülbülü, dil vatanımızın divânesi, hakiki şiirin aksakalı, Semerkant sultanı Hüseyin Baykara’nın başvekili ve arkadaşı Babür Han’ın sıkı fıkı ahbabı, Molla Cami’nin sırdaşı olan Ali Şir NEVAÎ, kehribar kelimeleri ve define dizelerini bize vakfetti.
Gâh gül gâh manolya gâh ıtır kokan Türkçe lisânımız, ata yurdumuz Türkistan’ın kına renkli Semerkant şehrinde Ali Şir NEVAÎ tarafından sistemleştirildi. Türkistan yaylaları ile Turan ovalarından şırıl şırıl akan Türkçe nehri bir koldan Horasan koridoru üzerinden pis ile temizi ayırt eden Medine’yi münevvere ile Atsız Ata’nın tapusunu aldığı Kudüs’e ve Hoy, Tebriz, Erdebil üzerinden Anadolu’ya ulaştı. Türkçe nehrinin ikinci kolu da Karakurum dağlarını aşarak Türkmen kapısının ardındaki Delhi üzerinden bütün Hint diyarımıza ve uzak doğu coğrafyasına da dilimizin zekâtının düştüğünü söyleyebilirim. Evet, bir zamanlar Türkçe ırmağından akan cümlelerimizle sulanan Sri Lanka, Bangladeş, Filipinler ve okyanus adalarında öbek, öbek açan sözlerimiz soldu. Bir zamanlar gâh atlı gâh piyade olarak Pirene dağlarını aşan kelimelerimizle bereketlenen İspanya ve İtalya yaylalarındaki Türkçe göletlerimizin harfleri çekildi. Hani demem o ki, gezegeni Türkçe ile şekillendirdiğimiz haşmetli dünlerimiz rüyâ oldu, masal oldu, hayâl oldu, düş oldu…
“Vicdan azabına eş, kayna kayna Sakarya Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!”
Üstad’ın, Türk tarihini anlattığı “Sakarya Türküsü” şiirindeki bu bercestesi, yani bu çınar yaprağı malûmunuzdur. Birleştirici kişiliği ve olağanüstü belâgati ile hastalığımızın tanısını koyan Üstadın bu teşhisiyle birlikte direniş iradesini de kuşanarak şifa bulabileceğimizi söylemeye mecburum. Çehresi olmayan ve fesat tohumlarının serpildiği bu çağda neyi, nasıl diyeceğimi bilmesem de Devleti olmayan, bayrağı olmayan, vatanı olmayan ve lisânı lime lime doğranan bir parya olduğumu biliyorum. Evet, devletin tebcil ettiği, takdir ettiği ve takdis ettiği: Ne tefeci Yahudi ne İngiliz sapığı ne kibirli Fransız ne duygusuz Alman ne Ceneviz korsanı ne ABD hayduduyum; Öz vatanında parya olan Türk benim.
Kalbi olduğu için hüzünlenen ve nemli gözleriyle metafizik sancılar çeken kardeşim ve naif kız kardeşim, üzülüp efkârlanma, Allah var. Bahtı kara, gönlü efkârlı ve yüreği yaslı çocuk, eseflenip tasalanma, Allah var… Cumhuriyet cehenneminin bir mazlumu, bir mağduru, bir kurbanı olsak da kütük değiliz. Türkçeyi hor gören ve dilimize soykırım uygulayan totaliter yönetimin uygulamaları karşısında ağlamak, kıvranmak, ağıtlar yakmak ve matem tutmak bize yakışmaz. Bizler, kıraç toprakların ya gül, ya incir, ya ceviz, ya badem, ya çınar ağacıyız.
Bize düşen vazife: Güzel lisânımıza kefen biçen rejimin pabucuna tuz, azametli tarihimizi kirleten çürük aydınların ayağına sabun koymak ve çarpışmaktır.
FİRKETE
Dinlemek mi zor, anlatmak mı? Havarilerine hitaben: “Siz, onları verdikleri meyvelerden tanıyacaksınız” buyuran Hazreti İsa Efendimiz’in bu cümlesinde geçen “meyve” tabiri ile ne karpuzu, ne kavunu, ne inciri, ne armudu kastetmediğini anlamışsınızdır. Evet, her bir insanın kullandığı kelimeler ve cümleler ile kendisinin “ne olduğunu”, eşya ve hadiselere karşı gösterdiği tavrı, edası ve davranışları ile de “ne olmadığını” gösterir ve kendisini ele verir. Azizim, cümle matrisini ister tersine çevir ister aklındaki varyasyona çevir aynı kapıya çıkarsın. Bu hesap mahşere kalmayacak, eli kulağında felâketlerin!
Bu mini minnacık şerh denemesine rağmen hangi harfin hangi rengi taşıdığını bilmiyorum.
Bilmiyorum: Okuma ve yazma bilmemek, yani ümmî olmak utanılacak bir durum mudur? Kelimeler, insan davranışlarını değiştirir mi? Bir ismin gördüğü rağbet neye göre artıyor ve azalıyor? Bir ülkenin iyi yönetilip yönetilmediğini ve ahlâk açısından yücelip yücelmediğini ele veren kelimeler var mıdır? Cinsiyet ve meslek farklılıklarımız, kelime anlamlarını ve mânâlarını farklı algılamamıza sebep oluyor mu? Nüans için hüzünlenen ve yas tutan, afili bir argo karşısında şaşıran ve istikbâli kavrayan ve mücerret ifadelerin cazibesine kapılan kaç kişi kaldı?
DOĞRUDAN ANLATMAK, DOLAYLI ANLATMAK
İster bir makale, ister bir araştırma, ister bir kitapta mânâ inşa etme işlemlerini bilerek ve isteyerek gölgede bırakmalıyız. Dillendirdiğimiz meselenin ipuçlarını vermekle birlikte her konuda ve her zaman tüm mutfağı göstermemiz gerekmediği gibi çok münasip de düşmez.
Gerçeği, bütün gerçeği söyleyelim ama dolaylı söyleyelim. Dolaylı anlatmanın çırılçıplak ifâde etmekten daha etkili, daha tesirli olacağı kanaatindeyim. Her hususta olmasa bile en azından nazik meseleler ve hassasiyet arz eden konularda ucu açık ifadelerle anlatmakla hem söylediklerimizim esiri olmayız hem de insanlara ufuk açabiliriz.
Matematik alanındaki bilmece ve bulmaca gibi değil, “kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” misâli ima ile, kinâye ile, masal ile, menkıbe ile, yaşanmış tecrübelerimiz ile veyahut pervasız bir cüretkârlıkla sarf edilen kelime ve ifade kalıpları yerine, yayvan, geniş anlamlı ve çok mânâlı kelimelerle anlatabiliriz. Dolaylı anlatım ve konuşmak için birçok sebep var: Çıplak ifadeler, yani sözlük anlamındaki kelimelere yüklenmek mânânın taşlaşmasına ve donuklaşmasına yol açar.
Dolaylı anlatmanın tadı, tuzu, baharatı lezzetli olsa da öyle bir ân gelir ki, o noktada ne denli yanlış anlama söz konusu olursa olsun, bedeli ne olursa olsun, bodoslama dalmaktan veya direkt ifâdeden kaçınamayız. Fikir hüviyetimize ait ve millet kimliğimize ilişkin her bir müzakere bizi son noktaya götürür. Sonuçta her bir insan ya Allah’ın halifesi yahut dişleri teknoloji ile bilenmiş tuhaf bir mahlûktur.
Takdir edersiniz ki, hikmet ve şiir gibi, analiz, tahlil, inceleme ve yorum yapmak da bilimin keşfettiği bir icat değildir. Zekâ, akıl ve vicdanımızın bize sunduğu çeşitli yollarla kendimiz ile, eşya ve hadiseler ile ve başkaları ile ilişki kurma yeteneğimizdir. Bu hususta yol kat edebilmek ve hakikatin üslûbunu kazanabilmemiz için mukaddes değerlerimizin teorisini anlamak, algılamak, idrak etmek ve pratiğe dökmek mecburiyetindeyiz.
Dünya görüşümüzün teorisini anlayabilmemiz, algılayabilmemiz ve idrak edebilmemiz aynı zamanda yorumlarımızın doğru, tahlillerimizin zarif, inceleme ve analizlerimizin de nitelikli teorisi ve uygulamasıdır. Hani demem o ki, eşya ve hadiseler karşısında sergileyeceğimiz analiz, yorum, tahlil, inceleme, tenkit ve takdirimiz tumturaklı ise inandığımız fikrin teorisini idrak ediyor ve pratiğe dökebiliyoruz demektir.
Teoriler açıkça ifşa edilmediğinde ifadeler örtülüdür. Açık, sade ve anlaşılır bir ifâde, dünya vizyonumuzu belirlemeye yönelik sistematik girişimlerimizin sonucudur. Bu sistematik girişimlerde bulunabilmemiz için yüklüğümüzde “olmazsa olmaz” değerleri bulundurmak ve kuşanmak mecburiyetindeyiz. Bu değerler: Külliyatta geçen kavramlara ve mücerret ifadelere yapışmak, terkibi hükümler ve hikmet formüllerine tutunmak, kelime nüanslarına ve noktalama işaretlerine odaklanmak ve daha da önemlisi mukaddes ihtiyarın anlayışına, estetiğine, diyalektiğine, yani üslûbuna muhtacız ve mecburuz.
Adalete susayan insanlığın, dağların ve taşların bile beklediği Yeni Dünya Düzeni fikrini, yani Mavi Bayrağın göndere çekildiği Başyücelik teorisini algılayabilmek için İslâmî şiarlara teslimiyet, ekmek ve sudan daha aziz olan fikri kuşanmak ve bir türbe şart iken, açık bir teori nispeten anlaşılabilir olabilir. Örneğin: Dinlemek asla kolay değildir. Bu belirli bir iç sessizliği olana, öğrenmek istediği için meraklı olana, gerçeğin ve hakikatin katmanları peşinde koştuğu için kendisini size sunana ulaşabilir olmayı gerektirir.
Örnek:
Cinsiyet ve meslek farklılıkları, kelimelerin anlam ve mânâlarını farklı algılamamıza sebep olur.
Bir hanımefendi “hayır” diyorsa, “belki” demektir.
“Belki” diyorsa “evet” demektir.
“Evet” diyorsa, hanımefendi değildir.
Bir diplomat “evet” diyorsa, “belki” diyordur.
“Belki” diyorsa, kesinlikle “hayır” diyordur.
“Hayır” diyorsa, diplomat değildir.
AHLÂK VE DİL
Hangi görüş mensubu olursa olsun, hangi inanca mensup olursa olsun, her bir insanımız, ahlâk cevherinin önce laikleştirmesi ve sonrasında da göreceleştirme akımının getirdiği gerilimin etkileriyle hareket ediyor. Bu da düşünce yoluyla tezahür eden gerilimin etkilerini gösteriyor. İnsanlarımıza kurulan bu tuzağın yani ahlâkî erdemler ve ahlâksızlık arasındaki sınırın ince ve gözenekli olma tuzağını hazırlayanın bu despot rejimin olduğu malûm.
Totaliter rejimin göreceleştirdiği ahlâk ile birlikte kendisine bağlı unsurlardan olan lisânımız da göreceleşti, yozlaştı ve bulanıklaştı. Hani demem o ki, despot rejim, her bir insanımızın eşya karşısında şaşkın, hadiseler karşısında budala, başkalarıyla kurduğu ilişkilerindeki analizlerinin çarpık, tespitlerinin tutarsız ve yorumlarının uyumsuz olması için, lisânımız başta olmak üzere her bir değerimizi pervasız bir edepsizlikle yozlaştırıyor.
Mamafih, ahalimizin mukaddes ölçülere ait teorik bilgisinin cılız ve ideolojik formasyon hususundaki yetersizliğinden de yararlanarak, totaliter otoriterliğini yeniden inşa etmek için bilinçli bir şekilde dilimizi kemiriyor ve imla işaretlerimizi sömürüyor.
Bu despot rejim ile birlikte servet, sermaye ve ticaret demokratik kalpazanlık yöntemleriyle çok daha az elde yoğunlaştı ve tekelleşti. Bu durum, genelin şikâyetinden faydalanan bir kısım insanın da mukaddes dinimiz ve aziz milletimizin kimliği başta olmak üzere ticarette, siyasette ve benzer alanlarda demagojik istismarının yükselişine yol açtı.
Kardeşim ve kız kardeşim, bu dünya gülpembe olmadığı gibi, kendimi gâh rehin alınmış gâh parya hissettiğim bu coğrafyada ne gül bahçesi, ne zambaklar ülkesi! Farkında olalım veya olmayalım, sanatın yerini sanat tarihinin, İslâm dininin yerini dinler tarihinin aldığı gibi tasavvufun, tefekkürün, düşüncenin, siyasetin, sanatın ve ilmi ihtisaslaşmanın yerini de gemi batıran geveze çenelerin malûmatfuruşluğu aldı. Bu kepazelik, bu rezalet karşısında kalbimdeki duyguları yansıtacak hiçbir kelime kombinasyonum yok.
TEMATİK ANALİZ
Bir lisânı, bir fikri ister bir eve, ister bir hücreye kilitleseniz de ya pencereden ya bacadan çıktığını göreceksiniz. İnsan muhayyilesi, politikacı haydutların tazyikini ve devlet tehdidini algıladığı zaman ya grameri alt üst eder ya atlatır. Kendini tehdit ve tazyik altında hisseden bir dil veya bir fikir, başında gezen karabulutları dağıtmak için: Nitelikli analiz veya tematik analiz, dolaylı anlatım, müzik, fıkra, mizâh, kelime kodlama ve algoritmalardan yararlanır.
Mücerret ifâdeler bir dilin, yani lisânın süslü ve püsküllü ifadeleri değil, tefekkürün elzem parçalarıdır. Kavramlar arası bağlantılarla yapabileceğimiz tematik analiz veyahut nitelikli bir tahlilde, bir fikrin, hakiki bir şiirin “olmazsa olmaz” diyebileceğimiz elzem unsurudur.
Nitelikli analiz veya tematik analiz: Bir metnin, bir şiirin veyahut külliyattın bir öğesini, yani külliyatta geçen harf, kelime, kavram, mücerret bir ifade ve terkibi hüküm öznelerimizden hangisine odaklanıyorsak o öğenin mânâsını, onu farklı alanlarda ilişkilendirdikten sonra ona sorular sorarak ortaya çıkarmayı içerir. Külliyatın vazgeçilmez başlıklarını ve vurgulu temalarını merak edenlerin yapacağı günlük faaliyetlerle arasındaki fark, analiz yapanların çalışmalarını sistematikleştirmesi, düşünce silsilesine riayet etmeleri ve hesap verebilecek durumda olmalarıdır.
İster günlük faaliyet ister nitelikli ve tematik analizdeki maksadımız ve amacımız: Harflerin ve kelimelerin anlamını, kavramların mânâsını, mücerret ifadelerin de konfigürasyonlarını çıkarmak, cevaplar bulmak, algıları deneyimlemek ve olguları keşfetmek mi?
Mal, mülk sahibi olmak, hayırsever mânâsına gelmez. Aynı şekilde herhangi bir insanın bazı konuları veya bir şeyleri bilmesi de tahlil ve analiz yapabileceği mânâsına gelmez.
Her hangi bir insanın kalbi, niyetinin ve aklî maksadının Allah’ın rızasını kazanmak olması kadar, kaleme aldıklarının da imân ile örfümüzün parametrelerine mutabık olması şarttır. Hani demem o ki, ister herhangi bir esere ait ister külliyata ait bir bilgi olsun, bu bilgiyi iletebilmemiz için onu anlamak ve o bilgiyi alıcının, yani okuyucunun anlayabileceği dilde aktarabileceğimizi de bilmek mecburiyetindeyiz. Çırılçıplak bir ifadeyle ileteceğimiz, yani aktaracağımız bilgi, zaman ve mekân ahengiyle uyumlu ve Allah’ın murat ettiğine mutabık olmamız halinde hem medenî bir insan hem klâsik bir yazar hem de ukbayı kazanırız.
Devam edecek…