TÜRK’E SÖVE SÖVE ERDOĞAN’A GERİ ADIM ATTIRDILAR!..

Müyesser YILDIZ AKP seçimleri nasıl kazandı? “Yerli ve milli” olduğunu iddia edip, “Biz gidersek dış güçler gelecek.” diyerek. Seçim bitti ve o dış güçlerin tamamıyla kol kola girip bembeyaz yeni sayfalar açtı. Baksanıza … Read More

NEREDEN ÇIKTI BU AFGANLAR?

Alâaddin Baki AYTEMİZ Amerika’nın Afganistan’da tarihî bir mağlubiyet almasından sonra Türkiye içinde inanılmaz bir Afgan nüfusu patlamasına şahit olduk. Herkes soruyordu: Nereden çıktı bu Afganlar, neden Türkiye’deler? Hadiseyi baştan ele … Read More

PAYANDA “MUHALEFET” – Ali Osman ZOR

PAYANDA “MUHALEFET” Ali Osman ZOR Yıkılmış bir iktidar geçici bir süre için de olsa yıkılmamış gibi gösterilebilir mi? Çok sık görülmese de tarihte benzer durumlar yaşanmıştır. Kanunî Sultan Süleyman Zigatver seferinde vefat ettiği hâlde, ölümü 43 gün boyunca Sokullu tarafından Yeniçeri’den gizlenmiştir. Kâh payandalarla kâh benzerini yerine oturtarak bu vefatı gizlemeyi başaran Sokullu, iktidarın 2. Selim’e devrini gerçekleştirmiştir. Eğer ki Yeniçeri Kanunî’nin vefatını öğrenseydi, muhakkak ki bir iktidar bunalımı baş gösterecekti. Veya iktidarı devralacak başka bir güç olsaydı bu süreçte iktidar el değiştirebilirdi. Yakın siyasî tarihe baktığımızda, bir hamleyle iktidardan uzaklaştırılıp daha sonra karşı hamleyle tekrar iktidarı ele geçiren yönetimler mevcut; ancak devrildiği hâlde, “muhalefet” tarafından payandalanarak “devrilmemiş” gibi gösterilen ve devrildiği hâlde hâlâ “meşru ve hukuki bir yönetim” gibi iş başında kalabilen bir misâl aklımıza gelmiyor. Anlaşılmasında hiçbir güçlük olmayan şu basit gerçeğe dikkat; muhalefetin ana ve aslî görevi iktidarı elinde tutan yönetimi devirip veya iktidardan uzaklaştırıp onun yerine iktidar olmaktır. Gerek demokratik yollar, gerekse olağanüstü şartlar sırasında oluşan fırsatlarda gerçek bir muhalefetin gözü daima İktidar mekanizmasındadır. Hem “iktidarsız” olup hem de muhalif olunmaz. “Karar alma” ve “emir verme” mekanizmasını elinde tutan yönetimle önce iktidarı paylaşıp daha sonra onu iktidardan uzaklaştırmak da mümkündür. Ama, devrilmiş bir yönetimi, onun yerine iktidarı almak dururken tekrar iş başına getirmek ayrı bir kategorik değerlendirmeye tabi tutulmalı. Toplum ikiye bölünmüşse, bu bölünmenin müsebbibi olan liderlik sahte kutuplaşmalarla bölünmeyi derinleştiriyor ve toplumu güçsüzleştirmeye devam ediyorsa, üstüne üstlük bir hamleyle devrildiği hâlde tekrar iktidar altın tepsi içinde ona hediye edilmişse, orada iktidara talip “gerçek muhalefet”ten söz etmek mümkün değildir. Devrilmiş bir liderliği payandalayarak iktidarda tutan muhalefet, ilk önce kendisine ümit bağlamış kitlelere ihanet içinde demektir; bu durumda da payanda olduğu iktidarla birlikte onun da tekrardan “devrilmesi” gerekir. Çünkü kitlelerin talebiyle iktidar arasında, iş başındaki yönetim lehine tampon görevi görmektedir. Bu durumda “payanda” görevini üstlenmiş “muhalefet”e yapılacak hamle doğrudan iktidara yapılmış sayılır. MUHALEFET DERKEN NE ANLIYORUZ? Kitlelerin, iktidara karşı arkasında mevzilendiği siyasî yapılardır. Bu siyasî yapılar sisteme entegre ise, bunlara gerçek muhalefet değil, “sistem içi muhalefet” denir. Fakat, bu sistem içi muhalefet çoğu zaman kitlelerin iktidara karşı büyüttükleri “yıkıcı öfkelerini” DUVAR fonksiyonu görerek absorbe ederler; “şeklî demokrasi”lerde oyun böyle oynanıyor. İster “kötü dikatatörlük”lerde, isterse “şeklî demokrasi”lerde olsun gerçek muhalefet ise, her fırsatta sistem tarafından tehdit, şantaj, hapsetme, itibarsızlaştırma ve öldürme yöntemleriyle tasfiye edilmeye çalışılır. Gerçek muhalefet tarafından şiddetin metod olarak kullanılmasının gündeme geldiği nokta tam da bu tasfiyeye “direnme” iradesinin ortaya çıktığı ândır. Burada bu konuya şimdilik “nokta” koyarak devam edelim. “Yıkıcı” duyguların şuuruna varan öfkeli kalabalıklar, arkasında mevzilendikleri siyasî yapıların bu duygularına tercüman olmadıklarını anladıkları ân, bu duygularını iktidara ulaştırabilmek için arkasında mevzilendikleri siyasî yapıların önlerine geçmek zorundadırlar. Bunun da tek yolu “muhalif” görüntü altında iktidarı güçlendiren veya ona “payanda” görevi üslenen bu siyasî yapıları etkisizleştirmektir. Yeni bir siyasî yapının, yani “gerçek muhalefet”in İHTİYAÇ olarak kendini dayattığı nokta da burasıdır. Tüm kesimler adına söylenebilir ki, bu ihtiyaca cevap verilemesin diye “yıkıcı” duygularla yola çıkan gerçek muhalif olma istidadı taşıyan hareketler iktidar tarafından tasfiye edilirken, aynı ânda bu hareketlerin sahte tarafından benzerlerine de alan açılır. Bir yayın organı veya her hangi sivil toplum örgütüyle hedefi İKTİDAR olan siyasî hareketler arasındaki farka da dikkat etmek lazım. Bir yayın organı veya bir sivil toplum örgütü baskı grubu olarak ne kadar etkili olursa olsun, iktidarı hedefleyen bir siyasî yapının önemine sahip olamaz. İktidarı hedefleyen bir siyasî hareketin muhatabı iktidar ve iktidar çevresinde aranır. Bu açıdan bakıldığında sahtesine yer açmak için iktidar tarafından gerçeğinin tasfiye edilmesi ve sahtenin iktidara ortak edilmesi GERÇEK Muhalefetin hedefini belirler. Muhalefetin, hileli yollar veya gizli anlaşmalar kapsamında iktidarlarla beraber olup ama, bu beraberliğini sanki halâ “muhalefetmiş gibi” gizlediği dönemlerde, kandırılmış ve ihanete uğramış her kesimin, “gizli iktidar” olmuş kendi sahtesini hedefe oturtması, iktidarı hedef almasıyla aynıdır. Binlerle ifâde edilebilecek sosyal bir organizasyondan siyasî bir hareketi ayıran husus, siyasî hareketin iktidara talip olması ve faaliyetlerini iktidar çevresinde örgütlemesidir; isterse bu siyasî hareket üç kişiden müteşekkil olsun. İster “şeklî demokrasiler”, isterse de devrim hareketleri söz konusu olduğunda siyasî bir hareketin muhalefetteyken hedefi iktidara gelmek ve bütün faaliyetlerini bu hedef doğrultusunda örgütlemektir. Bu hedef ona hem “muhalif” olma özelliği kazandırır hem de “siyasî” niteliği devam eder. Anlaşılıyor ki, bir siyasetin “gerçek muhalefet”i temsil edip etmediği “iktidarı ele geçirme” şartları ortaya çıktığında kendini gösterir. Başka bir deyişle “gerçek muhalefetin” görevi “iktidarı ele geçirme” şartlarını hazırlamak veya bu şartlar tahakkuk ettiğinde iktidarı almak için harekete geçmektir. Burada Kumandan Mirzabeyoğlu’nun “Direne direne mahkûm olmak değil, hâkim olmanın şartları”na erişmeye çalışan muhalefetten bahsediyoruz. Bir kaç defa ifâde ettiğimiz üzere, muhalefetin görevi iktidarı ele geçirmektir. 15 TEMMUZ SONRASI TASFİYELER VE SIRASINI BEKLEYENLER “Vur patlasın çal oynasın” devri aslında 15 Temmuz öncesi bitmişti. 15 Temmuz’da ve arkasından yapılan 16 Nisan referandumunda bu bitiş sadece açığa çıktı. Referandum sonrası ilk değerlendirmemizde Erdoğan’ın “reisçiler”i tasfiye edeceğini söylemiş, referandum sonucunu onların üzerine yıkacağını iddia ederek şu görüşleri dile getirmiştik: “Gerilim politikası”yla yürütülen bir referandum sürecinin sonucunda ortaya çıkan “çatışma” ve “bölünme” görüntüsü muhakkak ki dünden bugüne oluşmadı. 2002’den beri yürütülen politikaların birikimi üzerine 16 Nisan sadece bir sonuçtu. Tahmin edilebilir bu netice Beştepe tarafından hesap edilemedi mi? Eğer edilemediyse, Erdoğan bunun suçunu vakıf ve derneklerden devşirdiği danışman ordusunda ve milyonlarca dolar harcayarak beslediği sözde ülke menfaatini özde ise kendi menfaatini önceleyen rengârenk kalemşör çetesinde aramalı. Hiçbir ahlâkî kaygı taşımadan düşman üreten ve çoğaltan Beştepe etrafına öbeklenen ve belli ki çocuklukları AJAN olma hayâliyle geçmiş “gazetecilik”ten başka her işi yapan kiralık kalemler, hem bu bölünmüşlüğün hem de % 50 HAYIR’ın baş müsebbipleridir. Yıllardan beri “sahte kutuplaşmadan” nemalanan ve bu kutuplaşmayı sun’i gündemlerle tahrik eden bu istihbaratçı özentisi görgüsüz kalemler şu ân hiçbir şey yapmamış ve hiçbir hadisede sorumlulukları yokmuş gibi davranarak aradan sıyrılabileceklerini zannediyorlarsa da yanılıyorlar. Önümüzdeki günler bunların hesap verme günleri olacak.” “Metal yorgunluğu” bahanesi altında yaşanan tasfiyeler işte bu referandumda alınan neticenin hesabı niteliğinde olduğu gibi, yeni bir seçime de hazırlık mahiyetindedir. Bilindiği üzere AKP politikaları her kesimi ve hatta aileleri böldü, paramparça etti. İşine yarayacağını düşündüğü bu bölme politikaları ne gariptir ki AKP’nin de sonunu getirmiş gibi. Bu bölünmüşlük içinde her kesimin seviyesizleri ve mamacıları AKP etrafında öbeklenirken kendini satmayan idealistler “merkezî bir fikrin” birleştirici ve bütünleştirici misyonundan uzak Beştepe’ye karşı saf tuttular. BEŞTEPE’NİN MEŞRUİYET ARAYIŞLARI Etrafında toplanan seviyesizliğin kendisine oy kaybettirdiğini fark eden Beştepe, meşruiyetini başka yerlerde aramaya başladı. Bugüne geldiğimizde ilk önce 15 Temmuz’da attıkları can simidi, şimdi ise üstlendikleri payanda rolüyle Devlet Bahçeli ve Doğu Perinçek ekibinin desteğiyle ayakta durmaya çalışmakta. Bu can simidi ve payandalamanın karşılığı olarak da Beştepe’nin AKP’yi vereceği neredeyse kesinleşmiş durumda. Mevcut gelişmelere baktığımızda bundan sonraki süreçte AKP’nin en azından tabela partisi olacağı noktasında şüphe yok. 16 Temmuz’da AKP Genel Merkez binasına asılan M. Kemal posteri şimdiye kadar olanların en büyüğüymüş. Posterin asılmasından bugüne kadar da Beştepe’nin sağında Devlet Bahçeli ve ekibi solunda ise, Doğu Perinçek ve ekibi olmak üzere Kemalizm’in iki versiyonu oturmakta. Garip olan ise, 15 Temmuz’dan sonra ortaya çıkan bu ilişkiyi kimsenin izah etmeye yanaşmaması. Sanki taraflar arasında “gizli bir anlaşma” var, bu anlaşmaya binaen de bu ilişkinin muhtevasına dair konuşmak herkese yasaklanmış gibi. Diğer taraftan ise, Beştepe’ye sırtını dayayanların bazıları Kemalizm’e sövmeye devam ederken, yine Beştepe’ye sırtını dayayan Kemalistler de en güçlü dönemlerini yaşamaya devam ediyorlar. Başka bir ifâdeyle şuan 28 Şubatçılar hedeflerine ulaşmış olarak iktidardalar. Hiç kimsenin bahsetmek istemediği konu da bu zaten. 28 Şubat’ta “birbirinin varlığını dileme” psikolojisi içerisinde bir zaman yürütülen “düşmanlık” ilişkileri şimdi, sanki “birbirine muhtaçlık” ilişkisine dönüşmüş durumda. Bunun yanında halâ çözülememiş meşruiyet sorununu da eklersek Beştepe etrafındaki bu görüntü iyice karmaşık bir hâle geldiğini görürüz. Kemalizm’in bu iki versiyonu üzerinden bir değerlendirme yapıldığında Beştepe’nin bırakın Kemalizim’le her hangi bir problemi olmasını, meşruiyetini orada aradığı dahi söylenebilir. Başka bir deyişle Beştepe’nin bazı Kemalistlerle problemi olmadığını söylemek, gerçeğin ifâdesi olacaktır. İKTİDAR VE ORTAKLARI ARASINDAKİ “MUHTAÇLIK İLİŞKİSİ”NİN KAYNAĞI Bu ilişkinin MUHTAÇLIK İLİŞKİSİ olduğunu kabul edersek, şunu da sormamız gerekir; Bu muhtaçlık nereden kaynaklanıyor? Bu sorunun cevabını doğru verebilmek için “28 Şubat süreci” ve o süreçte yaşananlar başta olmak üzere 15 Temmuz’u da tüm açıklığıyla masaya yatırmak gerekir ki, yaşadığımız şartlar itibariyle bu da pek mümkün olmadığına göre sadece satıhta bir değerlendirmeyle şimdilik cevabı yine 15 Temmuz’da arayacağız. “Fiilî durumu yasal hâle getirelim” “Fiilî durum” demek mevcut Anayasanın ve yasaların dışında cereyan eden durum demek; yani “yasa dışılık” anlamına kullanılan bir tabirdir her şeyden önce. Peki bu “fiilî durum” nasıl oluştu? Siyasî literatüre geçmiş ve herkesin hafızasında yer eden Devlet Bahçeli’ye ait bu söz, aslında 15 Temmuz’un perde arkası ve bugün yaşanan MUHTAÇLIK İLİŞKİSİ hakkında bize ilk fikri vermektedir. 15 Temmuz’a kadar yasal olan neydi de 15 Temmuz’dan sonra yasa dışı – fiilî durum oldu? Tabiki SİYASÎ YÖNETİM, yani İKTİDAR. Bir yönetim ya düştüğü zaman yasa dışı olur ya da darbeyle geldiğinde; bu durum da ilk zamanlar için geçerli olup, daha sonra kendi iktidarını teşkil edebilir ve anayasasını yürürlüğe koyabilirse yasa dışı olmaktan kurtulur. Peki 15 Temmuz’da bunlardan hangisi oldu? Mevcut iktidar mı düştü, yoksa bir darbeyle yeni bir iktidar mı kuruldu? Ama şu kesin, ortada devlet-mevlet kalmadı. İster “ikinci Cumhuriyeti kuruyoruz” deyin, isterseniz de “yeni bir devletin temellerini atıyoruz” deyin, bu gerçek değişmeyecek. Temel soru ise ortada durmakta; Adeta yeniden kuruluş sürecini yaşadığımız bu dönemde, sıkışmışlıktan ve çepeçevre kuşatılmışlıktan ülke nasıl kurtulacak? Bu sorunun cevabıyla birlikte konuya devam edeceğiz. İlk yayın tarihi: 7 Ekim 2017

BARZANİYE VERİLEN DESTEĞİN AĞIR FATURASI NE? – Barış DOSTER

İKTİBAS – TAKDİM Anadolu’nun güneyinde inşa edilmekte olan Siyonist Duvar’ın yükselişi her geçen gün artmaya devam ediyor. Bu çerçevede Türkiye’nin beka sorunu da her geçen gün daha da kritik bir safhaya doğru ilerlemesini sürdürmüş oluyor. Türkiye’yi yönetenlerin en acil, en temel görevleri bu Siyonist Duvarın yükselişine mani olmak iken, güya yaptıkları açıklamalarla aslında bu duvarın yükselmesine hizmet ediyorlar. Bahçeli’nin, Barzanî’nin 25 Eylül’de yapacaklarını ilân ettikleri referandumun müdahale sebebi sayılması gerektiğine dair beyanı karşısında, AKP cenahından en üst seviyeden Binali Yıldırım’ın, referandumu savaş sebebi sayamayacaklarına dair yaptığı açıklama ile ülkeyi yönetenlerin korku ve acziyet içinde oldukları bir kez daha ortaya çıkmış oldu. Sen, sana karşı yapılan bir hamleyi görüyor ve hatta bu gelişmeleri yeri geldiğinde “beka sorunu” olarak adlandırmakta da beis görmüyorsun da buna karşı alınması gereken tedbirleri almakta niye imtina ediyorsun? Ülkenin Tanzimat’tan bu yana içine savrulduğu “kaht-ı rical” problemine müthiş bir örnek. Düşman, adım adım bizi boğazlamaya doğru gelirken, biz sadece, “yapma” demekten başka bir şey yapamadığımız gibi, bizi boğazlamak isteyenleri, “asıl biz sizi boğazlarız!” da diyemiyor ve buna dair hamle yapmaktan aciz olduğumuzu da itiraf edecek kadar pespayeleşmiş bir görüntü vermekten de çekinmiyoruz. Adımlar’ın dünden bu güne yapmış olduğu yayınları takip edenler, bütün bu yaşanan hadiseleri de garipsemeyeceklerdir. Adımlar bunları söylediğinde, “ne alâkası var, siz zaten iflâh olmaz AKP muhalifisiniz” diye yapılan itirazlar da ortadayken, bu hakikatler artık herkesin dilinde… Yaşanacak olan büyük hesaplaşma öncesi, iktidarın işbirlikçi tutumu sebebiyle düşman gün geçtikçe daha da güçlenirken, düşmanın güçlenmesi oranında hâliyle biz daha da zayıflamış oluyoruz ve Beştepe ve şürekâsının Barzanî ile geliştirdiği ve Barzanî’yi güçlendiren ilişkiler kesilmeden devam ettiriliyor. Barış Doster, ODA TV’de yayınlanan son yazısında, çevremizde gelişen hadiseleri derli toplu bir şekilde kaleme almış. Düşmana düşman diyemeyişimize dikkat çekmiş. Doster’in yazısından sonra Adımlar’da çıkan haberlerin linkini de veriyoruz. BARZANİYE VERİLEN DESTEĞİN AĞIR FATURASI NE? Barış DOSTER Irak’ın kuzeyinde Bölgesel Yönetim Lideri Barzani, 25 Eylül’de bağımsızlık referandumu yapacaklarını ilan ettiğinde en sert tepki İran’dan geldi. ABD, esastan karşı çıkmadı. Zamanlama açısından itiraz etti, o kadar. Türkiye’nin tepkisi de düşük düzeyde oldu. Sert değildi. Olması da imkânsızdı. Çünkü Barzani’yi ekonomik ve diplomatik olarak fazlasıyla destekleyen Türkiye; İstanbul’da ve Ankara’da havalimanlarına Kuzey Irak bayrağı çekerek karşıladı Barzani’yi bir süre önce. İktidar partisinin kongresinde “Türkiye seninle gurur duyuyor” tezahüratı eşliğinde kürsüye çağırılan Barzani, Diyarbakır’da da meydanda selamlanmıştı, devlet ricaliyle birlikte. Kuzey Irak’taki gelişmelerin, İsrail’le yaşanan hızlı yakınlaşma ve Kıbrıs’taki arayışlarla birlikte ele alınması gerekiyor. Çünkü her üç meselede de diğer unsurların yanında, enerji kilit önemde. Şöyle ki; Kuzey Irak’ta yeraltında 3 trilyon metreküp doğalgaz çıkarılmayı bekliyor. Şimdiye dek 500 milyar metreküp doğalgaz bulundu. İşlenmeye başlandı. Bu miktar, Türkiye’nin yıllık ihtiyacının yaklaşık 10 katı. Rus doğalgazına olan bağımlılık oranı yüzde 55 olduğundan, Kuzey Irak’taki doğalgaz Türkiye için önemli bir seçenek olarak görülüyor. Dahası mesafe de yakın olduğu için, Türkiye’ye taşıma maliyeti daha ucuz. Fakat Türkiye’nin Rusya’yla ilişkilerinin boyutu, derinliği, yoğunluğu dikkat çekici olduğundan, Rusya’ya karşı manevra alanı kısıtlı. Hele de Rus uçağı düşürüldükten, 15 Temmuz emperyalizm destekli FETÖ’cü darbe girişiminde Rus desteği alındıktan ve Rus büyükelçisi öldürüldükten sonra… NATO ÜYESİ TÜRKİYE, BARZANİ REFERANDUMUNA KARŞI ÇIKAMAZ Türkiye’nin Kuzey Irak’taki referanduma yüksek sesle, kararlı biçimde karşı çıkmasını engelleyen başka unsurlar da var. Her şeyden önce Türkiye, Irak ve Suriye’den Türkiye’ye yönelen, ikisi de emperyalizm destekli olan PKK ve IŞİD terörüne karşı askeri mücadele verirken, siyasi düzlemde gerekli cesur saptamayı yapamıyor. Yani bunların arkasında, aynen FETÖ’nün arkasında olduğu gibi, ABD emperyalizminin olduğunu göremiyor. Türkiye ne zaman PKK – PYD – YPG terör örgütüne karşı harekât yapmak istese, ABD karşı çıkıyor. Tank ve ağır silah vererek desteklediği bu terör örgütünü, Türkiye’ye karşı koruyor. Türkiye; hem bu yalın gerçeği kabul etmekte zorlanıyor, hem de Irak’ta itiraz etmediği, hatta destek verdiği bağımsız Kürt devletine, Suriye’de itiraz ederek, çelişkili, tutarsız bir siyaset izliyor. Oysa tutarlı olması, bağımsız Kürt devletinin emperyalist bir proje olduğunu görmesi, Irak ve Suriye’den sonra sıranın Türkiye ve İran’a geleceğini saptaması, Irak ve Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunması gerekiyor. Anımsayalım, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD ziyaretinden hemen önce, Genelkurmay Başkanı, MİT Müsteşarı, Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü ABD’de bulunduğu sırada, ABD PKK – PYD – YPG terör örgütüne ağır silah vereceğini açıklamıştı. Zamanlama ve üslup manidardı. Türkiye’nin onuruna dokundu. Buna rağmen ne üç üst düzey yetkili, ziyaretlerini hemen kesip Türkiye’ye döndüler, ne de cumhurbaşkanı ziyaretini iptal etti. İncirlik Üssü ve diğer üsler tartışmaya dahi açılmadı. ABD, IŞİD terörüne karşı savaştırdığı, “kara gücüm” dediği PKK – PYD – YPG terör örgütüne adeta düzenli ordu muamelesi yaparken, onu muhatap alırken, düzenli ordulara verdiği silahlarla donatırken, Türkiye’nin tüm itirazlarına rağmen, onu tercih ettiğini gösterdi. ABD, Irak’ın kuzeyinde de peşmerge güçlerini, kurulacak bağımsız Kürt devletinin ordusu olacak şekilde eğitiyor. Gerçeği görelim. Türkiye; PKK – PYD – YPG terör örgütü konusunda da, FETÖ konusunda da ABD’den istediklerini alamadı. ABD, itaate ve icraata bakar. Sahadaki duruma gelince… ABD; Irak’ta Kürt kartını masaya sürdü, kazandı. Suriye’de sürdü, Esad’ın direnişi, Rusya ve İran’ın tavrı sonucu, tam olarak istediğini alamadı. Rusya da, Suriye Kürtleri ile işbirliği yaptı. Silah sattığı PKK – PYD – YPG terör örgütünü, tamamen ABD’nin inisiyatifine bırakmadı. IŞİD’e karşı mücadelede aynı cephede buluşan ABD ve Rusya; PKK – PYD – YPG terör örgütü konusunda da Türkiye’nin hassasiyetini paylaşmıyorlar. İran; ABD’nin Irak’ı işgaliyle Irak üzerinde nüfuzunu en çok artıran ülkeydi. Suriye karışınca, Suriye üzerindeki etkisi de pekişti. Türkiye ise Irak’tan sonra Suriye’de de en çok kaybeden oldu. Salt diplomatik anlamda, güvenlik bağlamında değil, ekonomik düzlemde de kaybetti. İNGİLTERE VE İSRAİL’İN ORTADOĞU HESAPLARI Anımsatalım; önceki başbakan Davutoğlu döneminde, IŞİD için “bir avuç öfkeli genç”, “Musul’daki diplomatlarımızı misafir ediyorlar” denildiği dönemde, sadece batıda değil, bölgede de “IŞİD’e destek veren ülke” olarak yaftalandı Türkiye. Dünyada, “IŞİD’i vuran Rus uçağını düşürerek, IŞİD’e destek sağlayan ülke” olarak yansıtıldı. Batıda “IŞİD’e karşı mücadele eden özgürlük savaşçıları” olarak pazarlanan PKK – PYD – YPG terör örgütüne karşı, Türkiye’nin verdiği haklı, meşru mücadeleye karşı yıllar içinde bir kamuoyu oluştu. Bu tablo, Türkiye’nin elini zayıflattı. Nükleer anlaşma sonrası batıyla ilişkisini düzelten, bölgede ağırlığını artıran İran’ın elini güçlendirdi. İsrail; Irak işgalinden, Suriye’deki iç savaştan memnun. Barzani bağımsızlık ilan ederse, tanıyacağını açıkladı. Arap dünyasının birbirini yemesi, İslam aleminin mezhepsel kimlikler üzerinden birbirini boğazlaması, İsrail’in elini rahatlatıyor. ABD, 2019 – 2028 yılları arasındaki 10 yıl boyunca İsrail’e her yıl 3.8 milyar dolarlık askeri yardım yapacak. ABD’den 33 adet F- 35 savaş uçağı alacak olan İsrail, hem savaş uçağı filosunu yenileyecek, hem de füze savunmasını güçlendirecek. Ortadoğu’nun sınırlarını çizen; emperyalizmin, diplomasinin, istihbaratın kitabını yazan İngiltere de, haritalar üzerinde çalışıyor. Türkiye ise Rusya’dan özür diledi. İsrail siyasetinde U dönüşü yaptı. Gazze ablukasının kaldırılması talebinden vazgeçti. Mavi Marmara saldırısı sonrasında İsrailli yetkililer hakkında Türk mahkemelerinde açılan davalar, TBMM tarafından düşürüldü. Yani, yasama yargıya müdahale etti. Yargı bağımsızlığı zedelendi, İsrail için. Davanın savcısı, Türkiye’nin bu davaya özel olarak yaptığı anlaşmayla, egemenlik hakkından vazgeçtiğini söyledi. Suriye konusunda Türkiye üslubunu yumuşattı. Bir zamanlar PYD terör örgütü lideri Salih Müslim’i, Esad’a karşı işbirliği yapmak için Ankara’da misafir eden Türkiye, Suriye konusunda ABD’ye fazla güvenmenin, Suudi Arabistan ve Katar’la birlikte Suriye’de rejimi değiştirebileceğini sanmanın ağır faturasını ödüyor şimdi Kıssadan Hisse: Diplomasi, üniversite giriş sınavına benzemez. 4 yanlış 1 doğruyu götürmez. Tek yanlış, bütün doğruları götürür. İKTİBAS – ODATV: Not: Bu iktibastaki fikirler yazara ait olup, Adımlar’ın ideolojik ve siyasi anlayışına zıt görüşler sitemizi bağlamaz.