Dünya siyasetinde oyun kuran merkezî güçlerin zayıflaması, yerel ve uluslar arası ölçekte yeni aktörlerin ve örgütlerin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Sistem dışında gelişen bu yapıların, sistemi dışarıdan zorlaması, bugün için “güçler dengesini” önemli ölçüde değiştirmiştir. “Güçler dengesi”nde bir nevî eşitlik sağlandığından dolayı, uluslar arası veya yerel herhangi bir meselenin, eski mantık kurguları ve alışkanlıklarla değerlendirilmemesi gerekmektedir. Amerika’nın tartışmasız en büyük güç kabul edilip, onun omuzbaşından yapılacak uluslar arası veya yerel meselelere ait değerlendirmelerle, ne dünya siyasetini, ne de ait olduğumuz coğrafyada güvenlik-güç ilişkileri başta olmak üzere, diğer gelişmeleri anlamamız pek mümkün olmaz. Çünkü yaşadığımız dönem, “tek kutuplu dünya” yalanını çoktan yutmuş ve geride bırakmış; iki, üç, hatta dört kutbun aynı anda etkili olduğu bir dönemdir. Şartlar; eski alışkanlıklarla, yani Amerika’nın omuzbaşından hadiseleri değerlendirenlerin, bulunduğumuz coğrafyada daha fazla yaşayamayacağını, bir müddet sonra yok olup gideceğini ihtar etmekte. İktidarı boyunca AKP, kendine ve kendisinin ait olduğu Büyük Doğu Coğrafyası’na dinî, tarihî, kültürel ve milli birliktelik gereği olarak değil; Batı yararına “yakın” durdu. Haliyle, hükümetin kullandığı politik dil şeklî olarak bu coğrafyaya aitmiş gibi gözükse ve kitlelere örülen medya ağıyla öyle algılatılsa da, muhteva ve hedefler açısından Batı düşünce yapısının içindedir. Bu politik dilin öngördüğü hedefler ise, Batı düşüncesine nisbetle yapılmış stratejik planların içine yerleştirilmiştir. BOP, bu “stratejik plan” dan süzülme bir “tatbik edilmesi gereken” iken, hükümetin özellikle dış politika hedefleri de bu projeyle birlikte belirlenmişti; yani, BOP’un içindeydi. İç politikada oluşturulan bağımsız imajı ise, hükümetin dış hedeflerine ulaşmasını kolaylaştırmak gayesine matuftu. Sistem dışında gelişip, sistemi zorlayan yeni unsurların özellikle bölgemizde ortaya çıkışları, iktidara yapılan bazı makyajların da akmasını sağlamıştır. Bu makyajların en önemlisi, AKP’nin özellikle ikinci dönemi ve üçüncü döneminin başlarında sıkça propagandası yapılan, “oyun bozan – oyun kuran” meselesi… Peki, bu hususun hiç mi gerçekliği yok; bu propaganda tamamen yalan üzerine mi kurulu? 2003 Irak istilasıyla pratiğe geçirilen BOP’u hiç aklınıza getirmezseniz, tabiî ki o zaman bu propagandanın gerçek olduğundan söz edebilirsiniz. Fakat; Kuzey Atlantik Gücü tarafından “yüzyılın projesi” olarak tanımlanan BOP temelli baktığınızda ise, “oyun bozma” ile kimin oyununu bozmanın kastedildiğini; “oyun kurmadan” ise, “kurma”nın kimin adına gerçekleştirildiğini anlayabilirsiniz. Bölgemize Irak’la başlayan Kuzey Atlantik Gücü öncülüğündeki Batı istilasına karşı gösterilen, ister halk, isterse devlet çapındaki direnişler, BOP’un hedeflerini daha bir görünür hale getirirken, hükümetin “oyun bozan” makyajını da bozmuştur. Bozulan ve kurulan “oyunların” tamamı BOP kapsamında değerlendirilmeli; Haziran başında hızlanan İslam temelli ve tüm bölgemizi içine alan Devrimci Kurtuluş savaşına hükümetin “destek” algısı oluşturmak için sessiz kalmasını da; 1- Başlatmadığı ve hatta bilgisi dışında gerçekleşen bir hamleye, neticesinden emin olmadığı için “bekle gör” politikasıyla yanaşması, 2- Sessizlik içinde “destek” algısı oluşturarak, milletin hafızasında hala tazeliğini koruyan 2003 ihanetini “yumuşatma” gayreti olarak görülmelidir. 12 yıl boyunca bozulan “oyunların” BOP karşıtı güçlerin etkisizleştirilmesi ve akabinde yok edilmesi, kurulan oyunların ise, uluslar arası politikaların vahşice uygulanmasına aracılık edilmesi olarak anlaşılmazsa, kendisine yönelen tehlikenin önünü kesmek için Batı tarafından yıldızı parlatılan ve “tercih” edilen bu hükümet pırlanta zannedilebilir. Maalesef insanımızın büyük bir kısmı da öyle zannetmiştir. Meşhur Fransız atasözünde der ki; “Her parlayan şey pırlanta değildir.” Peki, gerçek pırlanta karartılarak, adi tenekeden başka bir keyfiyeti olmayan bu hükümetin, işlediği onca suça rağmen parlatılmasında rol oynayan sadece Batı dünyası mı? Kesinlikle hayır! Hükümetin kullandığı politik dil ile uygulamaları farklı olduğu halde, Erdoğan’ın hitabetinde kendini gösteren ülkeye ve coğrafyaya “yakınlık” bütün kesimleri etkilemiştir. Bugün bu etki azalmış gibi gözükse de, birinci ve ikinci dönemdeki gücü tartışılmaz. Etkisi itibariyle “bölücü” olan bu “hitabet” ülkenin muhafazakâr çoğunluğunun desteğini alırken, özellikle İslamcıların tamamına yakınını da kendisine râm etmiştir. Diğer taraftan ise, Erdoğan’ın “bölücü” etkisi olan bu hitabeti, tek parçalı hiçbir kesim bırakmamış; bütün kesimleri iki hatta üç parçalı bir konuma getirmiştir. Ordu, parti, örgüt, dernek, aile hatta AKP… Evet, şu an bizce AKP’de tek parçalı değildir. 2003 Mart tezkeresine hayır diyenler partiden ihraç edilmiştir ama, etkileri tam olarak kırılamamıştır. Şartlar oluştuğunda, AKP’nin bu parçalı yapısı ortaya çıkarak kendini gösterecektir. B. Arınç’ın şahsında çeşitli vesilelerle zaman zaman kendini gösteren sivri çıkışlar, bizce AKP’nin tek parçalı olmadığının önemli göstergelerindendir. İşte bu parçalanmışlık, AKP’nin parlatılmasını sağlayan Batı dünyası haricindeki ikinci önemli unsurdur. Hükümet, Erdoğan’ın “hitabetinin” sebep olduğu bu parçalanmışlık içinde her kesimden güçlü müttefikler bulmakta hiç zorlanmadı. Bu müttefikler, iktidara karşı kendi kesimlerinden geliştirilmeye çalışılan her türlü muhalif tavra karşı koyarak, hükümetin işini, başka hiçbir hükümete nasip olamayacak şekilde kolaylaştırdılar. Parlatma faaliyetini ise, hükümetin yanlış iç ve dış politik uygulamalarını kendisinin yapmadığı hatta yapamayacağı şekilde tevil ederek mükemmelen yerine getirdiler. Dost ve düşman tesbitini iktidara göre belirleyen ve kendi kesimi içindeki muhalif unsuru düşman kutbuna yerleştirilen bu “parlatıcılar”, Atatürkçülerden tutun da, İslamcılara kadar geniş bir yelpaze içinde her kesimde mevcut. Bu parçalanmışlık içinde ilk dikkati çeken, hükümete politik gerekçelerle verilen desteğin daha sonra “inat” üzerinden yürüdüğüdür. Bu inatlaşma neticesinde örselenen ise din, ideoloji ve siyasetin bizatihi kendisi olmuştur. Hakikat kaygısının alt sıralara düştüğü bu inatlaşma süreci, doğrudan doğruya liderlik üzerinden yürümüştür. Bizce hükümeti bugüne kadar ayakta tutan, işte bu liderlik üzerinden yürütülen inatlaşma süreci olmuştur. Aslına bakılırsa siyasetin lider üzerinden yürümesi AKP’den önceye denk gelir; bunun tarihi de 1999 yılıdır. İnatlaşma söz konusu olduğunda, “psikolojiyle” karşı karşıya olduğumuz çıkar meydana. Kastımız şimdi daha iyi anlaşılmıştır herhalde; 99’dan beri siyaset, ne tarih, ne sosyoloji, ne de herhangi başka bir unsur üzerinden değil, sadece liderlik kurumunda kendini gösteren ve adına “inatlaşma süreci” dediğimiz “psikoloji” üzerinden yürümektedir. AKP’nin sırrı bizce budur. İdeolojinin geride kalıp, liderliğin öne çıktığı bu son dönemlerde sempati ve nefret duygularının aynı şahıs üzerinde yoğunlaşması, o şahsın, toplumun bölünmesinde ne derece etkin olduğunu da göstermektedir. “Çalsa da Tayyip” diyenlerle, “doğru da yapsa desteklemiyorum” diyenler, aslında aynı “psikolojiyle” hareket ediyorlar. Liderin karizması azalıp, kitlelerin nazarında yok olmaya başladığında, bu inatlaşmanın seviyesi de düşebilir. Bu dönem gücüne güç katmaktan ziyade, mevcudu koruma derdinde olan T. Erdoğan’ın karizmasının yok denecek kadar azaldığını müşahade edebiliyoruz. Lider karizmasındaki bu düşüş, inatlaşma içinde bulunan kesimlerde bir “travma” meydana getirebilir. Bu travmanın etkisiyle de yeni arayışların gündeme gelmesi elzemdir. Bu arayış içinde kitleler bir ideolojiye veya yeni bir liderliğe bağlanana kadar muhtemeldir ki, bir nevî geçiş süreci olarak bizi bekleyen şey, “kaos” tur. Bu kaos sürecine kim ideolojik hazırlıkla girerse, merkeze de o oturacaktır. Gelişen hadiseler, başta da bahsettiğimiz gibi, sistem dışından sistemi zorlayan unsurların güçlü bir şekilde ortaya çıkacağının habercisi niteliğinde. Özellikle bölgemizde yükselişe geçen İslam temelli Devrimci Kurtuluş Savaşı, Türkiye’ye etkisiyle Tayyip Erdoğan’ın tahtını salladığı gibi, O’nu yeni tavırlar almaya zorlamakta. Şu aşamada Batı çizgisi dışına çıkarak Batı karşıtı bir tavır ortaya koyması artık pek mümkün görünmese de, Erdoğan’ın artık eski politik tavrıyla işleri idare edemeyeceği kesin. 2003 yılından bugüne, işgal altında bulunan Irak’ta direnişin bölgesel Kurtuluş savaşı şekline bürünmesi, AKP Hükümeti başta olmak üzere, bütün kesimleri etkileyecektir. Sömürgeye karşı ortaya çıkabilecek bir savaş önderliği, sadece ülkeyi işgalden kurtarmanın adımlarını atmayacak, bölgemizde taşları da yerli yerine oturtacaktır. Liderlik üzerinden bugüne kadar yürüyen siyasetin hâlihazırdaki tıkanan önünün açılmasının, yine güçlü bir liderliğin kendini göstermesiyle mümkün olacağı aşikâr. 99 yılından bugüne, gelişmeleri bu zaviyeden değerlendirdiğimizde, hem Kumandan Mirzabeyoğlu’nun niçin esir edildiği ve hala niçin içeride tutulduğunu daha iyi anlayabileceğimiz gibi, İBDA Hareketi ile bölgemize yapılan BOP saldırısı arasındaki diyalektik ilişkiyi de anlayabiliriz. Ali Osman ZOR NOT: Bu yazı 25 Haziran 2014 tarihinde sitemizde yayınlanmıştır. Önemine binaen tekrar yayınlıyoruz.