MÜCAHİTLERİN İZİNDE -2- GİRİZGÂH…

MÜCAHİTLERİN İZİNDE -2- GİRİZGÂH…

Girizgâh…

Bu bölümde, yine iz sürmeye, yani Genç Bahri’nin hikâyesini anlatmaya devam ediyorum. Lâkin ben her ne kadar, biraz da lâfın gelişiyle <<hikâye>> demişsem de, malûm olduğu üzere iyi bir hikâyeci olmadığımızda görüldü. Yine de lütfedip yazdıklarımızı okumaya değer bulanlar olduysa, onlara şunu demek isterim; Hikâye yazmak, bu iyi bir düşünce olabilir. Fakat bu niyet; <<bu düşünceye sahip olmaktan fazlasını gerektirir>> miş! Bu sebepten, illâ alışılmış hikâye kalıplarından biri olması lâzım demiyorum ama, bu doğru sözü başa alarak; <<…yazılacak materyali belirli bir türün kalıpları içine sokmak niyetiyle zorlamak…>> (Gölgeler.155) şeklinde, hikâye dilini tutturmaya, malzemeyi bu esas ve ûsule bağlamaya, belli bir kıvam, terkip ve akışta sunmaya, hasılı bu türün imkânlarından faydalanmayı ve formatının meşru sınırları içinde kalmaya gayret edeceğim.

Böyle olmakla birlikte, istemeden de olsa, sınırları aştığım noktalar olacaktır ki, şimdiden affola… Hikâyemin okuyucuda alâka uyandırması elbette beni memnun eder. Lâkin merek etmeyin, her zaman her türlü düzeltmeye açık olacağım ve şayet mevcut hâliyle hikâyeme hikâye demekten sarf-ı nazar edip, satırlara döktüğüm bu serencama, anı, hatıra, günlük, anlatı vesaire diyecek olanlar da bilsinler ki nazarları itibara alınacaktır.

Genç Bahri’nin hikâyesine dönecek olursak; İlk araziye inişi sayılabilecek ilk intikâldeki ilk pusudan perdeler aralamaya çalışmış ve kendisini en son cereyan eden bir çatışmanın orta yerinde bırakmıştık. Bir dere yatağı boyunca uzanan tarihî bir köyün kenar mıntıkalarında, düşmanıyla başbaşa kalmıştı. Tecrübeden yana yoksul, deneyimsiz akıl, genç mücahide aceleci davrandırmış ve onu yanlış yöne sevketmişti. Kuvvetle muhtemel olarak gördüğü; <<Kesin birazdan arka taraftan da ateşe başlanacak, koalisyonun kapanına kısılıp kalmayayım.>> öngörüsüne (!) itibar etmiş ve nihayet; << Ölümün kaşla göz arasında>> el salladığı üstünlük sağlamanın ise neredeyse imkânsız olduğu bir arazide son anına hazırlanıyordu… << Yolun sonu, sonun başlangıcı>> olarak kabullendiği bu mevkide, meydanı görecek ve yolu kesecek şeklinde mevzilenmişti…

Artık ebedî diriliğe uzanan yol açılmış ve ölümde birazdan yüzünü gösterecek miydi? Buyrun birlikte takip edelim.

(…) << Hoştur bana senden gelen!>>

Belirlediğim ilk hedef yerime ulaşmama ve bir hayli de zaman geçmesine rağmen, sağ omzumdaki uyuşukluk hâlâ devam ediyordu. Kolum parmak uçlarına kadar kızarmışsa da, yine de iyi sayılırdım. Henüz beni hareketten kesecek ciddi mânâda bir yara almamışken, artık ne kadar direnebilirsem direnmeyi ve giderken de kefil niyetine ne kadar kefereyi gebertebilirsem gebertmeyi hesap ediyordum. Ağırlıklarıma artık ihtiyacım olmayacağı için onları sağ tarafıma ama yine de elimin altında olacak şekilde istiflemiştim. Artık son mermiye kadar sıkmaya hazır kaleşnikofum ve sımsıkı sarıldığım dualarımla bir başımaydım…

Kendi kendime sürekli telkindeydim. İstiyordum ki son sözlerim dudaklarımdan dökülecek Allah kelamı olsun. Bu niyetle, Bakara Sûresi’nin son iki ayetini (AmenerRasûlü) sesli sesli okumaya başladım. Bütün gücümü ve kuvvetimi onda bulmuşçasına tekrar tekrar okuyordum… Okudukça kelimelerin nasılda tane tane ağzımdan çıkıyor oluşu ve gittikçe artan derecede bir sükûnetli hâl bende hayret uyandırdı. İçime öyle bir halet-i ruhiye çökmekteki anlatamam. Alışılmadık bir tesir, bilinmedik bir olağanüstülük artarak devam ediyor, bir şey, bir teslimiyet duygusu içimi sarıyordu. Zaten bu sûreyi ne zaman okusam içimdeki yalnızlık hissini alıp götürürdü. Bu sefer farklı olarak adeta manevî bir zırha da bürünmüştüm. Beni benliğimden arındıran bu harika karşısında, işte tam da o ân da, büyük mücahid Usame’nin daha önce söylemiş olduğu şu sözü hatırladım; <<Her savaştan önce Allah bize sükûnet ve dinginlik bahşeder.>> Seyfullah doğru söylemişti; Cenab-ı Allah bahşedendi ve kendi dini uğrunda mücadele edenlere karşı << Nasrun minallah >> en büyük yardımcıydı. İçimdeki sevinç çok büyük oldu.

O ve arslanları bu müthiş sükûnetli hâli iliklerine kadar yaşamışlardı ve şimdi öyle zevkli bir hali yaşıyor olmakla kendimi dipdiri ve daha canlı hissettim. << Her biri savaşçı ruhlara sahip gözü kara yiğitlerinle, kim bilir benim henüz kokusunu olsun almadığım daha nice güzelliklere eriştiniz. Sizler, ruhaniyetlerinizi üzerimizden eksik etmeyin, etmeyin ki bizler de umduklarımıza nail olalım! >>

İşte gerisi olmayan bir yolda, savaşın tam göbeğinde ve gerçekten bir başımayken içimi ferahlatan bu halin bana da nasip olmasıyla yalnız olmadığımı anladım. Artık emindim! Bu nimet; <<Rabbimin fazl-u keremindendi>>.

(…) <<Allah’ın hikmeti!>>

Yüreğimi dolduran bu rahatlıkla yeniden atışlara başladım. Arzu ve isteğim hiç azalmadan şehitliğe doğru koşuyor, böylesi bir demde bahsettiği güzel hayat gibi, şerefli bir ölümü de nasip etmesi için Rabbime yalvarıyordum; << Şehitliği kazanmadan, düşmanlarımın buradan öylece geçip gitmesine izin verme Allahım…>>

Rabbim şahit, benim niyetim buydu… Ama gelin görün ki bütün hesapların üzerinde bir hesap sahibi vardı ve gidişat inanılmaz derecede bambaşka bir mecraya döküldü. İlk önce ıslık gibi bir ses üstüme doğru gelmeye başladı. Bu ses hızını arttıracak ve çok geçmeden de büyük bir gürültü ile patlayacaktı. Bu gerilerden atılan bir havan mermisiydi ve zannedersem bu sefer tam isabet edecekti. 120’lik olduğunu tahmin ettiğim bu uçan nesneyi hiçbir telaş belirtisi yaşamadan, ahiret yolculuğuna çıkmaya hazır bir akıncı rahatlığıyla bekliyordum…

Galiba günün en heyecanlı ânı gelmek üzereydi; << Demek dünya hayatı buraya kadarmış, cesur ol, şunun şurasında pek bir şey kalmadı. Hadi bakalım, hoş geldi, sefâ geldi…>> Kelime-i şehadeti bitirmeye zamanım olmadı, patlama o denli şiddetli olmuştu ki, zelzele olmuş gibi yerimden fırladım. Allah’ın hikmeti olsa gerek, tesirini olanca şiddetiyle hissetmeme ve bir hayli de sarsılmış olmama rağmen savrulmadım, her hangi bir şarapnel yarası almışta değildim. Acıdan gözlerimden yaş gelse de, bu acı bana daha da iyi geldi. İşin güzel yanı sakinliğim devam ediyordu, zihnim hem daha berrak hem de daha duruydu. Evet, artık yaşananlar karşısında hiçbir telaş belirtisi göstermiyordum. Oysa böyle anlarda insanın kalp atışlarının artması beklenirdi ve bu hâl normalde hiçte garipsenmezdi.

Bugün gerçekten bambaşka bir gündü. Anlatmaya çalıştığım bu inanılmaz ve unutulmaz dakikalarımı uzatmak istesem de, bir evvelki patlamadan sonra çok daha enteresan olan bir şey oldu, ve ben bu son durumu kavramakta güçlük çekiyordum. Ortalığı kara bir duman gibi kaplayan o toz bulutu içinde uçan bir şeyi hayal meyal görür gibi olmuştum. Belki inanmayacaksınız ama, galiba bir siluet hâlinde gördüğüm o şey, o dev cüssesiyle, bu dağların en gözüpek savaşçılarından biri olup, benim de ustam olan, Dağ Kartalı namıyla maruf Nayban Usta’ydı…

Böyle bir şey olabilir miydi? Yok yok, bu sefer gerçekten onu havada uçarken görmüştüm, lâkin inişin o nispetle başarılı olduğu söylenemezdi. En az on- on beş metre havalanmış ve yakında bulunan belli belirsiz bir yıkıntıya doğru hızla savrulmuştu. Gördüklerime neredeyse inanmayacak durumdayım. Olurdu olmazdı, hayaldi gerçekti derken, bu sefer daha kuvvetli bir havan, koalisyonun köpekleriyle ortamızda bulunan toprak alanda patlamış ve artık görüş mesafesi diye bir şey bırakmamıştı… Her şey yeni baştan başlıyordu…

(…) << Allah pervasızlardan yanadır!>>

Bir müddet sonra havan atışlarını durdurdular. Yanlışlıkla aramıza düşen havanlar, asker bozuntularında paniğe neden olmuş, telaş ve panik halinde geriye doğru kaçışmışlardı. Al işte, yardım üstüne yardım; << Sen üzerine düşeni gereğince yap, gerisi Allah Kerim…>> Öyle derdi ustam; neyin derdinde ve hangi sevdanın peşinde olduğumuzu bilen biliyordu…

Bu karışıklık ve ortalığın toz dumana boğulması, bana aradığım fırsatı vermişti. Karar vermekte zorlanmadım, aklıma ilk gelen şeyi yapacaktım; az önce kartal kanatlarını açmış o haşmetli dağ kartalını, sevgili ustamı arayıp bulacaktım.

Etraf iyice hareketlenmiş, sesler her zaman içinden fazla çoğalmıştı. Tüfeğimin kayışını bileğime bağladığımdan bulmam zor olmadı, yoksa o bombardımanda nereye savrulacaktı Allah bilir. Koalisyonun köpeklerini de gözden kaçırmamam gerekiyordu, sağı solu son bir kolaçan edip, en elverişli zaman niyetine yerimden fırladım. Al işte, nasip üstüne nasip, bereket üstüne bereket… Henüz yirmi otuz adım atmıştım ki, açığa düşmüş ve iyice sersemlemiş iki keferenin önüm sıra yerde oyalandıklarını gördüm. Zannedersem, bunlar arkadan dolanıp beni gafil avlamak isteyen, kahraman olma heveslisi iki hergeleydi. Kolay lokma olarak gördükleri benim o bombardımandan kurtulacağıma hiç ihtimal vermemiş olmalılar ki, beni karşılarında gördüklerinde bir hayli şaşırdılar. Bu şaşkınlıklarında genç yaşımın da etkisi olmalıydı. Tekrardan hatırlatmak isterim, o zamanlar 17 yaşındaydım. Tek kişi olmamı, yaşımı ve perişan halimi farketmelerine rağmen, yinede hafife alınacak bir adam olmadığına karar vermişler ki, saldırı pozisyonu almak için harekete geçtiler; aslında geçemediler, sadece geçmeye çalıştılar. Çünkü ben onlardan daha hızlıydım; << Sonunuz geldi çakallar!>>

Yüreği ağzına gelmiş korku dolu suratlar, namlularını doğrultmaya olsun vakit bulamadılar. Önce bana en yakın olanını zımbaladım. Kurşunu alnının çatından yemesiyle, sırt üstü düşmesi ve cansız kalması bir oldu. Kafasında çelik kaskı, gövdesinde zırhlı yeleği olan diğerinin öküz gibi güçlü olduğu her halinden belli oluyordu. Gözleri sırtlan gözü gibi acımasızdı ve açık ağzından kan sızıyordu. Eğer beni sağ olarak bir ele geçirirse bütün kemiklerimi bir güzel kıracağından emindim.

İlk kurşunla miğferi fırladı, sendeledi ama düşmedi. Tahminim miğfer kurşunun beyne ulaşmasını engellemişti. Bu arada bağırmaya çalıştıysa da, ağzından hiç ses çıkmadı, galiba nutku tutulmuştu. İkinciyi, peşinden üçüncüyü yiyince, gerisin geriye yığılıp kaldı.

Muzaffer olmanın getirdiği sevinç gözlerimde bir ışık olup parladı ve ağzımdan bir nida olup yükseldi; <<İşte ya, işte bu!>> Bu nida sizleri şaşırtmasın, işte ne mânâya geldiğinide söylüyorum; O kan ve ateş denizlerinden geçip, kolay kolay göğüs göğüse gelinemediği böylesi şartlarda, şöyle ağız tadıyla bir kapışma yaşamanın ve Allah’ın yardımıyla başarmanın sevincini duyuyordum… İşte bunun nidâsıydı…

(…) <<Bir büyük savaşçının huzurunda…>>

Ustama ne kadar seslendimse de bir cevap alamadım. Kendisini güç bela bulup yanına ulaştığımda ise yüzünün yarısı topraktan görünmüyordu. Evet, oydu! Ne bir inleme, ne bir nefes, ne de bir emare, hiçbir şey yoktu. Ama her bir uzvu da tamamdı, ne vücudundan kopan bir parça, ne de elbisesinde herhangi bir kan izi de görünmüyordu. Sarığı kafasından uçmuş, saçları dağılmış, beyaz sakalları toza bulanmıştı. İçim öyle bir acılandı ki, anlatamam! Yoksa ustamın ölümüne mi sebep olmuştum? O her şeyi dimdik karşılamaya hazır adamı böyle iki büklüm görünce, yanına diz çöktüm. İnsanda saygı uyandıran o asil yüze, bu yüze sertlik veren çizgilere, bir memnuniyetin ifadesi gibi donup kalmış o zarif tebessüme son bir kez daha bakmak istedim. Allah’ın kalbini ve simasını nurlandırdığı bu sahici müslümanın o ândaki çehresini görmenizi isterdim. Keşke bir fotoğrafını çekme imkânım olsaydı; şehitlik arzusunda dürüst bir adam görmek isteyen ona bakar, insanda nasıl bir vakar ve nuranî yüz olurmuş onda görürdü.

Muhatabına saygılı olmayı telkin eden bu heybet karşısında, tarifsiz bir ruh daralması içindeyim. Sırtlayıp götürmeme imkân yoktu ama böyle bir köşeye atılmış çuval gibi kalmasına da müsaade edemezdim. Fırsat varken, düşmanın eline geçmemesi için üzerini bir şeylerle örtmeyi düşünüyorum. Ellerini yanlarında kavuşturacak şekilde naâşı düzeltip, sırt üstü uzattım ve hızlı hızlı yüzünü gözünü temizlemeye başladım. Burada Afganlıların kullandıkları, adına Batto dedikleri bölgeye has bir örtüleri vardır. Büyükçe bir poşuyu andıran bu kumaş parçasını, yüzünü açıkta bırakmayacak biçimde örtüyordum ki, neye uğradığımı bilemedim… Ey büyük Allahım, sen nelere kadirsin!

Bir ferahlayan, sonra buz kesen yüreğim, tekrardan bir aydınlık ânın sevincine gark olmuştu. Yavaş yavaş kımıldandı ve çok derin bir uykudan uyanıyormuş gibi gözlerini araladığında ne olup bittiğini hemen anladı. Beklemediğim bu harikulade hadise karşısında adeta nefes almayı unutmuş bir haldeyim. Ya Rabbi, bugün ne farklı duygular yaşadım. Ömrüm oldukça unutmamın mümkün olmadığı bu son olay ise içlerinde en tuhaf ama çokta hoş olanıydı. Ustam beni gözleri faltaşı gibi açılmış bir halde görünce, müşfik bir sesle; <<Ne o Bahri, yoksa beni diri diri mi gömecektin?>> şeklinde bana takılacak, sonra baktı ki şaşkın gözlerle kendisine bakmaya devam ediyorum, bu sefer de; <<Ne o Turko, şaşırmış gibisin. Yoksa seni bırakacağımı mı sandın?>> diyecekti…

Ben bir paylama beklerken, o denli otoriter bir adamın ağzından çıkan bu hiç ummadığım şefkat karşısında; <<Kim kimi bırakmıyormuş gördük!>> derken, sesim öyle bir düğümlendi ki, neredeyse ağlayacaktım. Kısa bir sesizlik olmuştu, sonra Ustam ilave etti; <<Bahri Kurban, sulu göz mü oldun, yoksa, kendine kötü huylar mı ediniyorsun!>> ve sesine daha da latifeli bir ton vererek cümlesini tamamlamıştı; <<Bilmiyor musun, Kambersiz düğün olmaz.>> bunu derken de zevkle gülümsemişti…

O başına ne işler açtığım, o sert adam, gönlümü almaya, içimi rahatlatmaya çalışıyor, belki de bunu gerekli görüyordu. Ben bir müddet daha heyecanımı kontrol edemedim. O da baktı ki kaçtır aynı şeyleri tekrarlayıp duruyorum, bu kez kararlı bir sesle ve tane tane; <<Sübhanallah… Uzatma Bahri!>> dedi ve bir zaman söylediklerimi duymazdan geldi… Oldum olası böyle şeylere müsaade etmemiş olan adam, şimdi böyle bir zamanda mı müsaade edecekti, benim yaptığım da işti yani…

Yeri gelmişken, bu <<Uzatma Bahri!>> lâfının da aramızda apayrı bir hikâyesi vardır. Bir sohbette, babamın kendisine karşı gelinmesinden ve gevezelikten hiç hoşlanmayan bir adam olduğunu söylemiştim. Kızdığı zaman, o babalara has bir tavırla, bu sözü kullanarak lâfı kestirip attığını anlattığım o günden bu yana, o sözü hiç unutmamıştı. Böyle söylenince benim de kızıp bozulduğumu bildiğinden, bu kurtarma ve minnet bahsini uzatma demeye getiriyordu. Ustamın uyarısını dikkate alsam iyi olacaktı ve eğer bu sevinçli (!) halime bir fren yapmazsam, kesin birazdan paparayı da yiyecektim. Hemen kendi kendime çeneni kapat emri verdim…

Oysa, yiğit desem yiğit, zeki desem zeki, yürek desem yürek sahibi bu adam hakkında ne desem mübalağa etmiş sayılmam. Adım gibi eminim; yapılacak bir şey olup olmadığını birde kendi gözleriyle görmeden yüreği rahat etmemiştir. Hakeza sonradan öğrendim; Bakmış ben yokum, geriden gelen de yok, silâh sesleri de kesilmeyince, o zaman çatışma bölgesinde birinin kaldığını anlamış. En iyisi geriye dönmek deyip, en geri de kalmış ve hemen bir şeyler yapabilmek için çareler aramaya başlamış. Süratle bana ulaşmanın yollarını ararken kendi korumasına fazlaca dikkat etmemiş olmalı. Yine büyük bir ihtimalle gizlendiği o noktadan solumdaki çıkıntıya ulaşmaya çalışıyordu. Bana seslendi ama sesini duyuramadı, O da yanıma gelmeyi düşündü ve malûm olduğu üzere yarı yolda havana yakalandı…

Evet, eminim!.. Yaşımdan dolayı bir nevi kendisine zimmetli olduğum bu adam, son durumu görmek ve ne pahasına olursa olsun hamil-i emanete sahip çıkmak istemişti.

Ve görüldüğü üzere macera henüz bitmemişti…

Kısmet olursa kaldığım yerden devam edeceğim…

İsmail UYSAL / Bolu F Tipi Cezaevi – BOLU

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: